AK Parti kurulduğu günden bu yana yedi kez seçimlere girdi. Üç genel, iki yerel ve iki de referandum geçiren AK Parti, girdiği bütün seçimleri kazanma başarısı gösterdi. Bu, siyasi hayatımız açısından bir rekor olmanın yanında; Türkiye’de siyasi, ekonomik ve toplumsal dinamiklerin en radikal şekilde değişim gösterdiği, yapısal kırılmaların yaşandığı yıllarda hayata geçmiş oldu. Kaldı ki, aynı dönemde, ülke içi sancılara küresel ve bölgesel krizlerden payımıza düşen çarpan etkisini de eklememiz gerekiyor.
AK Parti on yılı aşkın sürede kendisine özgü bir seçmen kitlesi de inşa etti. Gerek AK Partili gerekse de diğer seçmen kitlesinin AK Parti ile kurduğu ilişki doğru okunmadan, AK Parti’nin seçim başarıları da krizleri atlatma yeteneği de tam olarak anlaşılamaz. Tam da bu sebepten dolayı, AK Parti’yi kavramakta güçlük çekenlerin, farklı zamanlardaki ‘Cumhuriyet mitingleri’, ‘Kürt meselesi’, ‘17 Aralık’ vb. krizler ve sorunlar üzerinden yaptıkları analizlerin neredeyse tamamı benzer klişe formüller ve aynı umutlu bekleyişlere yaslanıyor. Bu aktörleri birleştiren ana çizgi ise büyük ölçüde siyaset karşıtlığından başka bir şey değil.
AK Parti, gireceği sekizinci seçimi de kazanırsa hakim parti vasfını alma ihtimali daha da güçlenecek. Başka bir deyişle, bayrak yarışını andıran ‘seçim üçlemesinin’ ilk ayağına önde başlayacağından, Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler için de avantajlı olacak. Eğer bir sonraki genel seçimleri de kazanarak iktidarını korursa, küresel siyasi partiler literatürüne Türkiye’den bir misal eklemiş olacak.
AK Parti, çok partili hayat boyunca, Türkiye siyasetinin bütün yapısal ve arızi frekans bozucularına rağmen dikkatini dağıtmamayı beceren tek parti oldu. Stratejisini ve taktik hamlelerini bütün eleştirilere ve felaket senaryolarına rağmen kendi takvimi içerisinde kalarak yürüttü. Tipik Türk siyasi oportünizmine sahici bir siyasi pragmatizm ile cevap vermeyi becerdi. Türkiye siyasetinin zorlu coğrafi parçalanmışlığını dikkatli ve vasat bir siyasi dil vasatı üzerinden aşmayı bildi.
***
AK Parti 2008’de kendisine açılan kapatma davası sırasında ‘Türkiye kazanacaksa biz kaybetmeye hazırız’ sloganını kullanmıştı. AK Parti’nin toplumla kurduğu ilişkinin sırrı aslında bu slogandadır. Seçmen AK Parti’ye destek versin veya vermesin 19. Yüzyılın sonlarından beri birikmiş olan ‘istikrar ve özgüven açığını’ farklı dinamiklerle ve farklı oranlarda AK Parti üzerinden giderdi. İstikrar ve özgüven açığının üstüne ana belirleyici olan kimlik siyasetini de ekleyince AK Parti büyük ölçüde alternatifsiz bir konuma ya da hegemon siyasi aktöre dönüşmektedir. 17 Aralık operasyonu sonrası ortaya çıkan krizde de seçmen davranışı ‘AK Parti kaybederse Türkiye kazanamaz’ denklemine oturdu. Bunu 30 Mart’ta hep beraber test edeceğiz.
Başka bir ifade ile seçmen ‘inşacı siyaset’ yapan aktör olarak sadece AK Parti’yi görüyor. Aynı şekilde seçmen, bir siyasi kriz çıktığında, Türk siyasetinde AK Parti ile başka bir aktörü değiştirmek yerine, AK Parti’nin kendisini değiştirmesini istiyor. Bu aslında Türkiye’de siyasetin büyük ölçüde AK Parti tarafından tahkim edildiği anlamına geliyor. Bunda Erdoğan’ın becerileri kadar muhalefetin neredeyse siyaset dışı birer aktöre dönüşmesi de rol oynuyor. Muhalefet partilerinin, Gezi ile başlayan 17 Aralık’la devam eden ‘siyaset dışı odaklara’, acziyet içinde, ‘siyaset alanlarını teslim etmeleri’ krizlerini daha da derinleştiriyor.
Bu durum, AK Parti’nin kendisi ve Türkiye için değişim yeteneğini koruduğu, muhalefetin de şikayeti ve ithamı siyaset zannettiği sürece devam edeceğe benziyor.