Siyasi tarih, kendi haklı çıkarları için mücadele ettiklerine inananların her zaman doğru yerde durmadıklarını gösteren sayısız örneklerle doludur.
PKK, devrimci halk savaşı stratejisini, Şii-Kürt İttifakı formatı içinde sunup, savaşmaktan başka çaremiz yok dediğinde, Kürtlerin çıkarları için mücadele etmiyordu.
Kürt savaşı o saatten sonra Kürtler hariç ama herkese yarayan bir savaş olup çıkmıştı.
Bu gerçeği sanırım, acı bir tecrübeyle, yüzlerce asker ve güvenlik görevlisi, gerilla ve çok sayıda sivilin hayatını kaybetmiş olması bahasına da olsa, herkes anlamış bulunuyor.
Doğruluğundan şüphe duyulmayacak hakların silahlı mücadele yoluyla savunulamayacağını, Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi iklime objektif bakabilen herkes anlayabilir.
Dolayısıyla, ‘Devrimci halk savaşı’, ana dille eğitim ve demokratik özerklik hakkını elde etmeyi değil hükümeti devirmeyi ya da devirme planlarına katkı sunmayı amaçlıyordu, ya da objektif olarak bu amaca hizmet ediyordu.
Bu silahlı mücadele stratejisi, daha düne kadar bırakalım, ‘şu PKK’nin de biraz hakkı var galiba ‘ demeyi bir yana, Kütleri inkar edenlerle ve daha doksanlı yıllarda Kürt mücadelesini kanla bastıranlarla PKK’yi aynı yolun yolcusu haline getiriyordu.
Kürtler ‘kendi düşmanlarıyla’ uzlaşacak ve bu uzlaşma onlara daha mutlu bir geleceğin yolunu mu açacaktı?
Kuşkusuz, hayır böyle bir şey olmayacaktı.
Hükümetin devrilip de, Ergenekon’un ve NEOConlar’ın gölgesinde veya bizatihi tasarrufunda yeniden dizayn edilecek bir Türkiye’de Kürtler’in daha mutlu olacağını aklı başında hiç kimse iddia edemez.
Bu gerçeklere rağmen, iktidar kaybı yaşayanlarla Kürtler arasında, de fakto da olsa bir ara gerçekleşecekmiş gibi olan uzlaşma bu bakımdan savunulabilir ve haklı gösterilebilir miydi?
Tek kelimeyle, hayır!
Diyarbakır belediyesini alabilmek bu şehirden daha fazla milletvekili çıkarabilmek için AK Partiyle yarışmak, AK Partiye karşı mücadele etmek, BDP’nin ne kadar doğal, demokratik ve siyasi hakkıysa, bu mücadeleyi ileri bir safhaya taşıyarak, Kürt siyasi hareketini, hükümeti her yolu deneyip iktidardan düşürme oyununun bir parçası haline getirmek bir o kadar yanlış ve haksız bir tutumdur.
Kürt siyaseti bugün de aynı ulusal ve uluslar arası çapta bir kuşatma altında bulunuyor.
Bugünlerde, bayram değil, seyran değil misali Kürtlere ‘enişte öpücükleri’ gönderip, Batılı merkezlerdeki toplantılarda, söze başlarken ve bitirirken, ‘Yaşasın Bağımsız Kürdistan’ sloganını dilinden düşürmeyenlerle, ulusal medyada epeyce faal etki ajanlarından tutun da bir takım toplama siyasi aktörlere varıncaya kadar, demokrasi karşıtı cephede yer alanların dertleri ve ortak amaçları, Kürtleri Erdoğan hükümetine karşı artık uluslar arası niteliği saklanamayacak kadar bariz bir cephenin ortağı haline getirmektir.
Gezi’de Kürtler bu bakımdan iyi bir sınav verdiler ve bu sınavın başarıyla atlatılmasını büyük ölçüde, bugün aynı güçler tarafından, hedefe konulup itibarsızlaştırılmaya çalışılan Öcalan’a borçludurlar.
Kürt siyasetinin ve Kürt halkının, Silivri kapılarından, Gezi Parkından, Amed ve Rojava’ya yollanan selamlara itibar etmemesi, ‘bağımsızlığını’ şu kıyametler ve alametler döneminde koruması, demokrasimiz ve Türkiye için bir kazanç olmuştur.
Bu kazancı Öcalan’a borçlu olduğumuzu unutmamak lazım.
Ve şimdi de, Kürt siyaseti, Gezi’den sonra ikinci bir sınavdan geçiyor.
‘17 Aralık Operasyonu’ sınavıdır bu.
Diyarbakır Milletvekili Nursel Aydoğan’ın şu açıklaması, Kürtler’in nerede durduklarını dosta düşmana açıkça gösterecek kadar önemli ve kıymetlidir. Tarihe bir kayıt düşmektir. O halde tarihe düşülen bu kaydı hep beraber okuyalım derim:
Bugün, mahkemelere bu kararı aldıranlar, bir süre önce, MİT Müsteşarı Sayın Hakan Fidan’ı da tutuklamak istediler, onun da ifadesini almak istediler. Ama Sayın Hakan Fidan onlara teslim olmadı, bu anlayışa teslim olmadı. Eğer bunu başarabilselerdi, eğer bunu yapabilselerdi, arkadan, Sayın Başbakan’ı da aynı şekilde belki tutuklamak için mahkemelere götürecekler, savcı karşısına çıkaracaklardı ama Sayın Başbakan da bu konuda direndi. Evet, direnmeseydi, süreç bu şekilde bu noktaya gelmeyecekti.(...) Biz bu gelişmeleri, bu zihniyeti çok iyi okuyoruz. Onlara pabuç bırakmayacağız, herkes bunu böyle bilsin. Kimsenin gücü bu ülkede artık bu barışın, bu çözüm sürecinin engellenmesine yetmeyecektir. Bu operasyonları yapanlar da aynı zihniyettir, bu operasyonların arkasında da çözüm sürecini sabote etmek vardır. Evet, net söylüyorum: Hükümetin gücünü azaltmak istiyorlar. Hükümeti farklı şeylerle muhatap haline getirip çözüm sürecinde daha dik durmasını, daha çözüm sürecinin arkasında durmasını engellemeye çalışıyorlar. Biz bunu anlamayacak kadar apolitik değiliz, biz bunları çözmeyecek kadar politikanın, siyasetin uzağında değiliz.”