Artık unutulmaya yüz tutan 15-16 Haziran 1970; Türkiye’de sosyalistlerin önemli bir kesiminin dikkatini o zaman bile bir an için olsun işçi hareketine çekememişti. Sadece TİP, görüşlerini kanıtlayan bir eylem olarak bunun farkına varmıştı. Diğer gruplar ise, kitaplarda buldukları ‘hakikati’, Türkiye’de de görmeye çalışıyorlardı.
Gayet iyi hatırlıyorum; 1974 yılının son günlerinde Ankara Üniversitesi SBF Basın-Yayın Yüksek Okulu’na ayak bastığımdan itibaren öğrencilere dağıtılan pek çok sosyalist öğrenci bildirisi gayet tanıdık bir cümleyle başlıyordu. Mealen şöyle: ‘Türkiye, emperyalizme bağlı yarı-kapitalist, yarı-feodal bir ülkedir.’ Sosyalistler arasında feodal ve yarı-feodal ilişkilerin özellikle de doğu ve güney doğuda sürdüğü konusunda pek de bir tereddüt yok gibiydi. Ülkenin diğer bölgeleri elbette farklıydı. Benim gibi İzmir’de büyümüş bir sosyalist açısından feodalizm olsa olsa başkan Mao’nun kitaplarında yazılan bir şeyden ibaretti. Fakat büyük toprak sahipliğinin ve ağalığın egemen olduğu bu kırsal bölgelerin hiç olmazsa henüz (yarı) feodal ilişkileri kıramadığı da apaçık bir gerçekti. Yine de bu ve benzeri cümlelerin ülkenin genel yapısını ortaya koymak bakımından hayli abartılı olduğunu o zaman bile düşünmüştüm. Ben Türkiye’yi esas olarak kapitalist bir ülke olarak görüyordum.
Karl Marx ne diyordu?
Marx, kapitalizmden sosyalizme geçişin işçi sınıfı tarafından ve bu sınıfın öncülüğüyle gerçekleşeceğini söylerken; esas olarak Avrupa’nın en ileri kapitalist ülkelerinin âkıbetinden söz ediyordu elbette. Bir de kapitalist üretim ilişkilerinin henüz yeterince gelişmediği; bu nedenle de işçi sınıfının güçsüz kaldığı ülkeler vardı. Oraların sosyalistlerinin görevi ise, ülkelerinde kapitalizmin gelişmesini sağlamaya katkıda bulunmaktı. Çünkü, kapitalizm olmadan sosyalizm olamazdı. Teoriye göre, Türkiye bu ülkeler arasında sayılmalıydı.
Lenin, Marx’ı düzeltiyor
Peki ya Rusya’da… Pek çok Marksist, Rusya’nın da sırasını beklemesi gerektiğini düşünüyordu. Rusya, kapitalizmin gelişmesi açısından daha kırk fırın ekmek yemeliydi. Ondan önce sosyalizme geçmesi de mümkün değildi. Fakat Lenin, bu teorinin biraz geliştirilmesi gerektiğini düşünmüştü; sonuçta Rusya’da devrimin gerçekleşmesi için Marx’ın söylediği gibi beklemeye gerek yoktu. Aksine; tuğla kalınlığındaki kitabında (Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi), aslında bir Almanya ya da İngiltere kadar olmasa da, Rusya’da da sosyalizme geçiş için yeterli kapitalist koşulların oluştuğunu ileri sürmüştü. Bunun sonucunda işçi sınıfı da gelişmişti. Geriye tek bir mesele kalıyordu; o da işçilerin yoksul ve topraksız köylüyle ittifak kurabilmesi… Eğer bu da mümkün olursa; Rusya belki de dünyanın ilk sosyalist ülkesi olabilirdi.
Türkiye ne olacak peki?
Zor bir soru; zorluğu da şurada; 1960’ların ikinci yarısından itibaren pek çok sosyalist grup, Türkiye’yi Marksist bir analize tâbi tutmuştu. Fakat rivayet muhtelifti. Türkiye’de sosyalist akımları geniş ölçüde hâkimiyetine alan Millî Demokratik Devrim (MDD) tezine göre; Türkiye’de henüz kapitalizm gelişememişti. İşçi sınıfı, gerek sayıca ve gerekse bilinç düşüklüğü yüzünden zayıftı. Bu bakımdan Türkiye devriminde ne öncü bir rolü üzerine alabilecek haldeydi; ne de bu devrimin ana unsuru olabilirdi. Zaten buradan hareketle bazı sosyalist gruplar da, gözlerini köylülüğe çevirmişti. Kırsal alanda yoksul köylülerin desteğinde bir gerilla hareketi fikri buradan doğdu. Genellikle Çin’den ve Mao’dan esinlenmiş bir fikirdi bu. Bu yüzden Türkiye tahlilinde, ülkenin feodal ve yarı-feodal ilişkilerine ağırlık veriyordu.
1970 eylemi tam bu sırada gerçekleşti. Kâğıt üzerindeki bütün tartışmaların bu ‘vak’a’ üzerine yeniden gözden geçirilmesi gerekiyordu. Gerekiyordu. Ama gerekiyor diye, muhakkak gözden geçirildiği de söylenemezdi. Aksine. TİP dışındaki diğer sosyalist grupların neredeyse tamamı, işçi sınıfının bu haykırışını sadece alkışladılar. Ardından sanki hiçbir şey olmamış gibi, yeniden ‘kitabî’ bilgilerine ve bilgiçliklerine geri döndüler. 15-16 Haziran, adeta arızî bir gelişme olarak, bir fotoğraf karesi olarak kalmıştı. İşçi sınıfının gücü, sosyalistlerden çok, kapitalistlerce anlaşılmıştı.
Mihri Belli ne yazıyordu?
Şimdi de MDD tezinin baş aktörü sayılabilecek olan Mihri Belli’nin tam bu sırada ortaya koyduğu Türkiye analizine bir göz atalım: “Ulusa kurtuluş savaşı, Kemalist devrimin silâhlı mücadele dönemidir. Kemalist devrim, tamamlanmamış bir millî demokratik devrimdir. Küçük-burjuvazinin uluslaşma, bağımsızlık ve demokratik özgürlükler gibi ideolojik ve politik özlemlerini gerçekleştirecek olan küçük-burjuva ve radikallerinin önderliğinde yapılan bu devrim, yarım kalmıştır.” Belli, sonra da asıl yapılması gerekeni anlatıyordu: “Millî demokratik devrimin çizgisi, esas olarak, feodal mütegallibenin maddî kaynağını teşkil eden büyük toprak mülkiyetine son vermek, yani sınıf olarak feodal mütegallibeyi ortadan kaldırmaktır.” Belli’ye göre; cumhuriyet kadroları bunu yapmadılar. Büyük toprak sahipleri, “tek-parti CHP üzerinde sağcı bir etkide bulundu.” Hatta, “karşı devrimin iki temel unsuru, emperyalizm ve onun işbirlikçisi burjuvazi ile feodal mütegallibe, karşı devrim süreci içinde, iktisadî bakımdan güçlenerek siyasal iktidarı ele geçireceklerdi.”
Anti-Kemalist karşı devrim
Belli’nin analizi, Kemalist devrim ve daha sonra başına gelen yenilgiyle sürüyordu. “Kemalist devrimde, küçük burjuvazi, işçi sınıfı, köylülük temel güçtü ve devrimin yönetici çekirdeğini ideolojik bakımdan işçi sınıfı değil, küçük burjuva radikaller temsil ediyordu.” Özellikle 1945 sonrasında “feodal mütegallibe” iktidarı ele geçirmişti. 1950 sonrasında ise “çok partili hayat içerisinde” bu egemenlik daha da belirgin hale gelmişti.
Fakat hala bir umut vardı: “Bazı kurumlar, siyasî iktidarın karşı devrimci güçler tarafından ele geçilmesine hizmet etmişlerdir; ve bazı kurumlar, siyasî iktidar karşı devrimci güçlerin eline geçtikten sonra da, siyasî iktidar karşısında, devrimci özlerini az veya çok koruyabilmişlerdir.” Bu kurum hangisidir sorusuna Belli’nin yanıtını gecikmeden yazayım o halde: “Ordu, bu kurumlardan biridir. Ordu, subay kadrosunun geniş kesimini Kemalist devrimcilerin teşkil ettiği bir kurumdur.” Orduya düşen önemli bir görev vardı elbette: “Ordunun tüm devrimci unsurları, bugün ulusal bağımsızlık ve köklü bir toprak reformu ve irticaın ezilmesi özlemi içindedir. Onun içindir ki, ordunun geniş kitlesi, emperyalizmle, işbirlikçi burjuvaziyle, feodal mütegallibeyle çelişki halindedir.” Sonuçta, “gerici güçler” “ordu ile çelişmekte”ydi.
Belki bazıları bu satırların 12 Mart’ın hemen öncesinde Aydınlık dergisinin Şubat 1971 sayısında basıldığını öğrenince hayret edebilir! Fakat günümüzün bazı sosyalistlerinin Türkiye analizinin aradan geçen kırk yıldan daha da fazla bir zamandan sonra daha gerçekçi olduğunu gösteren bir emare bulan var mıdır acaba?
‘SÖZ UÇAR; YAZI KALIR’
15-16 Haziran’ın yıldönümü vesilesiyle şimdi geriye dönüp bakıyorum da; bu önemli olaydan geriye sadece iki kitap kalmış olduğunu görmek, şaşırtıcı mı acaba? Değil tabiî… İşçi hareketine ancak bu kadar önem verilmişti; yıldönümünde ise hiç kimsenin aklına İstanbul’da bugün E-5 denilen yolda bir anma töreni düzenlemek; sembolik bir noktaya karanfil bırakmak da gelmedi, gelmiyor. Benim devrimcilik yıllarımda da böyle bir şey yapıldığını hiç hatırlamıyorum. Sadece bazı sosyalist dergilerin haziran sayılarında hatırlanırdı; bu arada eylemler sırasında ölen üç işçinin ismini bugün hatırlayan var mı acaba? Onlardan geriye fotoğraf kaldı mı acaba?
İnternette bile 15-16 Haziran ile ilgili görüntü bulmak neredeyse imkânsız. Silik, solmuş, baskıya uygun olmayan bir elin parmağını da geçmeyen eskimiş fotoğraflar bulunabiliyor yalnızca. Neyse ki, 1970’li yılların ikinci yarısında başta TKP olmak üzere, başkaca sosyalist gruplar da işçi sınıfının sadece kitapta değil, fakat gerçek hayatta da gücünü fark ettiler. Ne var ki, muhtemelen abarttılar da. 1980 öncesindeki sosyalist mücadelede bu abartının sonuçları hayli dramatik oldu. Türkiye’de sosyalistler, 80 darbesinde sadece örgütsel düzeyde yıkılmadılar; belki de daha trajik olanı yaşadılar. İdeolojik ve politik olarak yenilgiye uğradılar. Daha önceki darbelerde böylesine bir gelişmeyle karşılaşmamışlardı. Bu kez toplumda ideolojik olarak bir daha hâkimiyet kurabilecek ölçüde de ayağa kalkamadılar. 2000’li yıllarda Türkiye’de sol ve sosyalist grupları analiz ederken, sosyalistlerin zamanında siyaseti ne ölçüde doğru okuyabildiklerini de sormak gerekir. Bugün daha mı farklı sanki?