Cumhurbaşkanlığı seçimi kampanyasının ilk haftası, Erdoğan’ın siyasi kariyeri boyunca sürekli geliştirdiği iletişim gücünü önümüzdeki dönemde sınırsız kullanacağını gösterdi. Başbakan istediği konuların, istediği kavramlarla konuşulmasını sağlayabilecek güce sahip ve ihtiyacı olduğunda bunu cesaretle yapabiliyor.
Herkes Cumhurbaşkanlığı’nı, Çankaya’yı, Köşk’ü; yani bu kavramların on yıllardır çağrıştırdığı çerçeveyi konuşuyor. Erdoğan ise o konuşma zenginliği içinde yeni bir yönetme rejimini konuşuyor. İnce ince (aslında çoğu kez kalın kalın) yeni sistemin sınırlarını çiziyor. Bundan kesinlikle çekinmiyor.
Çankaya’nın yetkilerini tartışma problemi
10 Ağustos’ta sadece kendisini oylatmayacak; beraberinde Cumhurbaşkanlığı makamı için tasarladığı güçlü pozisyonu da referanduma sunacak. Seçilirse, kampanyası boyunca vaadettiklerinin aynı zamanda yetki sınırını tayin ettiğini söyleme imkanına kavuşacak. Toplum beni bu yetkilerle Çankaya’ya gönderdi, diyebilecek ki aksini söylemek pek mümkün olamayacak.
Muhalefet ise, halkın seçme gücünün oyuna dahil olmasını anlamlandırmakta çaresiz görünüyor. Bu faktör yok sayılamaz ama var sayıldığında da Erdoğan’a aktarılacak güç kabul edilemez. Başbakan, çıtayı daha baştan çok yükseğe koyduğu için 12’nci Cumhurbaşkanı’nın yetkileri üzerinden herhangi bir tartışma yapmak da kolay görünmüyor. Yetkilere itiraz etmek, açıkça seçimi kazanma umudu taşımamak demek olacak...
Halka Cumhurbaşkanı seçme yetkisi, bu makamın vesayet kurumları tarafından siyaset üzerinde bir baskı ve hatta darbe aracı olarak kullanma geleneğine reaksiyon olarak verilmiştir. Yani, bir demokratik gelişme örneği olacaksa, halkın seçme yetkisi bu açıdan tam ve benzersiz bir örnektir. Sistemin aktörleri, 2007’de öfke, kibir ve hukuk tanımazlıkla ellerinden gelen son imkanları kullanarak bir “dindar”ın Çankaya’ya çıkmasını önlemeye çalıştılar. Hatırlayalım ne yaptılar?
Bu yolda ödenen bedelleri unutmayalım
Önce 17 Mayıs 2006’da Danıştay cinayeti yaşandı. Vesayetin silahlı güçleri, AK Parti cumhurbaşkanlığı seçimine ulaşamasın diye, kendi sınıflarından bir hakimi. Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürdüler.
Kararlılıklarını göstermek için 19 Ocak 2007’de gazeteci Hrant Dink’i katletmekte sakınca görmediler. Hemen ardından, bu yoldan devam ederek aynı yılın 18 Nisan’ında Malatya’da Zirve Kitabevi’nde bir katliam yaptırdılar. Cumhuriyet gazetesinin bombalanması eylemi de yine bu süreçte yaşandı.
En nihayet. Silahlı kuvvetlerin darbe yolunu açıkça gösterdikleri 27 Nisan bildirisi bütün bu eylem zincirinin hemen arkasından geldi. Bu da yetmedi, 276 milletvekilinin cumhurbaşkanı seçme yeterliliği varken, Anayasa Mahkemesi anayasada bir hüküm bulunmadığı halde, 367 vekilin oylama oturumunda bulunma şartı getirerek seçimi engelledi.
Vesayet rejiminin cumhurbaşkanlığı makamına atfettiği anlamı bu izleri takip ederek okuyabiliriz. Uğruna katliamlar, provokasyonlar, hukuk cinayetleri ve nihayet darbe yapılabilir çok önemli bir koltuk.
Türk demokrasisi, bu dehşetli eylemler zincirinden ders çıkararak “yeter” dedi ve parlamento tam da o karanlıkta seçimi halkın yapması için karar aldı. Devamında da referandumla bunu kabul etti. Halkın seçim hakkını istemesi bilinçli ve kıymetli bir tercihtir. Teknik bir düzenleme değildir.
Uğruna cinayet işlenen makam sembolik olabilir mi?
Seçimi artık halk yapacak ve tabiatı gereği Çankaya’nın profili daha da yükselecek. Asker-sivil bürokrasinin, jüristokratik erkin ve legal illegal üniteleriyle bütün vesayet mekanizmasının o makama atfettiği “ölümcül” önem ortadayken, bugün seçimi halk yaparken o önem esirgenebilir mi? Meclis’in yaptığı son seçimin bile (Abdullah Gül oylamaları) vesayeti çılgına döndürdüğü bir koltuk, üstelik bugün halk seçerken “sembolik” diye tanımlanabilir mi?
Çankaya sembolik bir makam değildir. Öyle olsaydı, kimse uğruna cinayetler işlemez, ordu darbeyi düşünmez, yargı kendisinin rezil etme pahasına sürece katılmazdı. Bilakis, çok önemli bir pozisyondur eski Türkiye vesayetçileri o makamın yetkilerini ve taşıdığı değeri tanımlayacak hukuki ve demokratik meşruiyete sahip değildir.Toplum o yetkiyi ellerinden almıştır.
Önemi, bizatihi sahiplenilme çabasından gelmektedir ki Köşk’ü artık halk sahiplenmiştir. Cumhurbaşkanlığı’nın yeni statüsü için açık ve temiz bir demokratikleşme mücadelesi verilmiş ve o mücadele aynı zamanda anayasal bir hukuk üretmiştir.
Çankaya’nın yetkilerini, kapasitesini ve icraat sınırlarını tayin edecek olan da 2007 yılı Ekim ayının 21’inde yapılan referandumun ürettiği bu yeni hukuktur. O gün söylenen “evet”le sadece seçim usulü değil, doğal olarak makamın güç ve yetki sınırlarını da genişletti. Aksi takdirde halkoyuna gerek olmazdı... Denkleme halk girmiştir ve kimsenin bu faktörü oyun dışı bırakma imtiyazı yoktur.
Her seçimde sayısız kanlı ve hukuksuz öykü yaşanmamış gibi Çankaya’yı hala önemsiz ve yetkisiz bir koltuk olarak görmek, anti demokratik ve hukuk dışı bir ısrardan başka birşey değildir.