Bugün bir “12 Eylül yıl dönümü” daha idrak ediyoruz. Bundan tam
32 yıl önce başlatılan bu askeri darbenin Türkiye’ye ne kadar büyük acılar yaşattığını bir kez daha hatırlayacağız. Suçsuz yere hapsedilen, korkunç işkencelerden geçen, onlarcası idam edilen 12 Eylül mağdurlarını bir kez daha anacağız.
Bunların hepsi doğru ve gerekli. “Hafızasız” bir toplum olmamalı, Türkiye’de ne gibi trajedilerin yaşandığını bilmeliyiz.
Ancak “neyin” yaşandığı kadar, bunların “niçin” yaşandığını bilmek de önemli.
Bu açıdan Türkiye’de 12 Eylül’ün “niçin”inin doğru anlaşılmadığı, çünkü bu meseleyi en çok gündeme getiren “Türk solu”nun olayı baştan beridir yanlış yorumladığı kanısındayım.
Nedir mi bu yanlış yorum?
Aşağı-yukarı şöyle bir şeydir:
“12 Eylül, solun giderek güçlendiği 70’ler Türkiyesi’ni, Amerikancılığa ve neo-liberal ekonomiye oturtmak için yapılmış bir CIA operasyonudur. Washington tarafından planlanmış, Amerikancı ve dinci generaller tarafından kotarılmış bir ‘sağcı darbe’dir.”
Yani, dikkat ederseniz, bu yoruma göre, ABD’den liberal ekonomiye, Türk milliyetçilerinden İslamcılara kadar herkes sorumludur 12 Eylül’den.
Bir tek kim sorumlu değildir dersiniz?
Kim olacak: Ulu Önder Atatürk’ün Türk gençliğine emanet ettiği çağdaş ve laik Cumhuriyetimiz.
Atatürkçü darbe
Oysa, bakın, 12 Eylül mağdurlarından biri olan Oral Çalışlar, ne iyi anlatmış darbenin ideolojisini, dünkü Radikal’deki “Atatürkçü 12 Eylül” başlıklı yazısında:
“Hapse atıldığımızda elimize
‘Devrim Tarihi’ kitabını tutuşturdular. Önsöz Kenan Evren’e aitti. İşin doğrusu, bu kitap bizim üniversitelerde, liselerde okuduğumuz tarihin aynısıydı.
Bildiğimiz ‘6 Ok’ tariflerinden, Milli Mücadele’ye ilişkin kahramanlık destanlarından, Atatürk’ü engellemek isteyen ‘tutucu’, ‘hilafetçi’ silah arkadaşlarından bahsediyordu...
‘Atatürk kimdir’ başlıklı ve 12 maddeden oluşan bir Atatürk tarifi, bir karta bastırılmıştı. Kartı ezberlememiz isteniyordu. Aradan 32 sene geçtiği halde bazı cümleler hâlâ hatırımda: ‘Atatürk yurdu kurtaran, yeniden bir vatan kuran...’ vb. diye gidiyordu maddeler. Bu 12 maddeyi hançeremizi yırtarcasına hiç hatasız okumazsak ağır bir dayaktan geçiriliyorduk.
Askerler bu işi doğal bir görev gibi yerine getiriyorlardı. Onlara göre biz Atatürk’ü anlamıyor ve onun çizdiği yola ihanet ediyorduk. Atatürk’ü tam olarak anlayabilsek durum düzelecekti. Onlara göre, demokrasi içinde bunları öğretmek mümkün olmuyordu. Siyasiler işi hemen saptırıyorlardı ve halkın dini duygularını istismar ediyorlardı. Atatürk’te, ilkelerinde ve askerlerde hiçbir şüphe duyulabilecek yön yoktu, bozukluk Atatürk’ü doğru yorumlayamayan halkın karakterindeydi.”
Yani, kısacası, 12 Eylül’ün ideolojisi, 27 Mayıs’tan da, 28 Şubat’tan da farklı değildi.
1925-50 arasındaki CHP diktasından hiç farklı değildi.
Bunların hepsi, “Kemalizm” dediğimiz ideolojinin icraatlarıydı çünkü.
Türk solunun büyük kısmının bunu bir türlü göremeyip, darbelerin suçunu sürekli olarak “emperyalizme” (yani dış dünyaya) yahut “sağcılara” (yani Türkiye’deki ana gayrı-Kemalist damara) atmasının sebebi, söz konusu solun da aslında Kemalizmin bir türevi oluşudur. (Kimi dünyadan habersiz ulusalcı-İslamcıların da bu söyleme ikna olması hazindir. Oğuzhan Asiltürk’ün Ergenekon davasını “vatansever subaylara karşı Amerikan komplosu” sayması gibi trajik sonuçlar doğurmaktadır.)
Sol içindeki istisnai demokrat damarı temsil eden Oral Çalışlar’ın dünkü yazısı, bu açıdan takdire şayandı.
“Kediye kediye diyebilen” bir yazıydı ki bu, bunu yapmak, her şeye rağmen, hâlâ zor bir iştir Türkiye’de.