İktisat teorileri ve bu teorilere paralel uygulanan ekonomi programları, zaman ilerledikçe ve aşırılık gelince, faydalı konumdan çıkarak bizzat sorun kaynağı haline gelebiliyor.
Nasıl mı?
Mesela, 1929 büyük ekonomik buhranında kilitlenen ekonomiye bakalım: Bir tarafta çalışmak isteyen işsizler ve diğer tarafta boş fabrikalar vardı.
Keynes dedi ki; "devlet ekonomiye müdahale etsin ve suni talep oluştursun". Bu sayede talebi karşılamak için fabrikalar çalışmaya başlayacak. Fabrikalar çalışınca işsizler iş bulmuş olacak. İş bulan işçiler ise yeni talep oluşturarak ekonomi normal rayına oturacak.
Sonra bir adım ileri gidildi. Özel sektörün sermaye birikiminin yetersiz olduğu için yapamadığı büyük yatırımlı işletmeleri de devletler yapmaya başladı.
Ve devletler ekonomilerde önemli aktör oldular.
Sonra sistem yine tıkandı.
Anlaşıldı ki, devletler iyi birer işletmeci değiller. Çok basit ifade ile siyasiler 10 kişilik işe 100 kişi alıyor; ekonomik kararlar yerine siyasi kararlar verilerek devlet işletmeleri ya olması gerekenden daha düşük kâr ediyor veya zarar ediyorlar.
Ve 80'lerde özelleştirme furyası başladı.
Özel sermayecilik yeniden keşfedildi. Devletler ellerinde olan - olmayan değerleri satmaya başladılar.
Kimini de bedava devrettiler.
Türkiye, özelleştirme furyasına geç katılan ülkeler sınıfında yer aldı. Rivayet odur ki 90'lı yıllarda 40 milyar dolara satılması söz konusu olan Telekom, zamanında satılamadığı için 12 milyar dolara ihale edilebildi.
Nitekim Türkiye, büyük özelleştirmeleri 2001 krizinin ardından gerçekleştirebildi. Bu özelleştirmelerin içinde hiç şüphesiz en ilginci Petrol Ofisi'dir. Şirketi satın alan Doğan Grubu bizzat satın alan borçlu şirketi, satın aldığı şirketle birleştirip finansman yükünü devletin vergisi ile karşılaşmıştır. Yani devletin vergisi ile devletin şirketini satın almanın ilginç bir hikayedir Petrol Ofisi özelleştirmesi.
Bu işlemler sırasında bağımsız üst kurullardaki görev değişimleri ertesi çıkan kararlar da hafızalardadır.
Ama bugün ben daha ilginç bir özelleştirmeden bahsedeceğim.
Yok yok, 22 milyar avroluk havaalanı ihalesi de küçük kalır bu özelleştirmenin yanında.
Ben bugün kamu borçlarının özelleştirmesini anlatacağım:
2002 yılını kapatırken kamunun çoğu iç borç ve kalanı dış borç olmak üzere toplam 185 milyar dolar (brüt) borcu bulunmaktaydı. Aradan 10 yıl geçti ve kamunun borçları 310 milyar doları ulaştı.
Kamunun brüt borç stoku artarken aslında kamunun varlıkları daha fazla arttığı için, net borç stoku 150 milyar dolardan 130 milyar dolar seviyesine geriledi.
Yani, devletin borçlarından yine devletin varlıklarını çıkarttığımızda görüyoruz ki devletin net borçları artmamış, bilakis azalmış.
Devletin net borçları azalırken özel sektörün durumu ne olmuş?
On yıl önce dış borcu 107 milyar dolar olan bankalar ve reel sektörün 2012 sonunda borcu 329 milyar dolara yükselmiş.
Ülke olarak borç stokumuzun toplamda 292 milyar dolardan 640 milyar dolara yükseldiğini görüyoruz. Devletin borç artışı yüzde 67 ama özel sektörün borç artışı yüzde 207.
Yani, nasıl bakarsanız bakın son on yılda devlet az borçlanmış, özel sektör ise daha çok borçlanmış. Şimdi burada sormamız gereken soru şu:
Özel sektör neden borçlanıyor?
A-Devletin büyük varlık satışlarını dışarıdan borçlanarak almıştır.
B-Büyük bir yatırım hamlesine girerek içeride bulamadığı sermayeyi dışarıdan borçlanmıştır.
C-Açıklarını (zararlarını) kapatmak için borçlanmıştır.
Şimdi cevap şıklarına göz atalım.
a-Kamu özelleştirmesi yaklaşık olarak 40 milyar dolar seviyesinde kaldığı için ve bu özelleştirmelerin en fazla yüzde 75'inin dış finansman olarak kullanıldığını kabul edersek, özel sektörün dış borçlanmasının ana kaynağı özelleştirme olamaz.
b- Özel sektör dışarıdan borçlanarak büyük bir yatırım hamlesi yapmış olsaydı istihdam seviyemizin de büyük bir sıçrama göstermesi gerekirdi. 2004 yılında 3 milyon 720 bin kişilik sanayi istihdamımız 2012 yılında 4 milyon 420 bin kişiye çıkmış. Sanayi sektörü 75 milyon kişilik Türkiye'de koskoca 8 yılda sadece 700 bin kişiye ek iş çıkartabilmiş.
Veya sanayi sektörü çok ama çok yüksek katma değerli ürünleri robotlarla mı üretmiş dersiniz.
Hayır.
Çünkü ihracatımızda da teknolojinin payı geriliyor.
Bakınız, sanayi sektörü yıllık yüzde 2,3 istihdam artışını hiç ama hiç kredi kullanmadan kendi katma değeri ile çok rahatlıkla gerçekleştirmeliydi. Koskoca Türkiye'nin sanayicileri yılda 86 bin kişiye iş mi vermeyecekler? Bu kadarcık istihdam için milyarlarca dolar dış borca mı ihtiyaç duyacaklardı.
O zaman özel sektör neden gırtlağına kadar borca giriyor.
En azından dış borç artışının yarısını oluşturan sanayi sektörünü yatırım-istihdam ilişkisi yönünden açıklayamıyoruz. Geriye ne kaldı?
c- şıkkı.
Olayı özet ifade ile açıklamaya çalışalım.
Türkiye reel sektörün sırtına iki açıdan yüklendi. Bankaların ve devletin kasası reel sektöre dayandırıldı.
Hem devletin hem de bankaların kasası dolarken reel sektörün kasası boşaldı, borcu arttı.
Yani Türkiye aslında en büyük özelleştirmeyi 100 milyar dolarlık kamu borcunu özel sektöre yükleyerek gerçekleştirmiş oldu.
Umarız bu borç İspanya örneği gibi bir gün millileşmez.
Veya TMSF örneği gibi olmayız.
Ne yaptı TMSF?
Tahsilat için kurulan bu devlet kurumu, Türkiye'nin en zengini olarak gösterilen iş adamının borç batağındaki şirketlerine el koyarak, alacak tahsili yerine iş adamının borçlarını devletleştirdi!
Yazının başında dedik ya: "Aynı program bir süre sonra sorunun kaynağı olabiliyor."
TSMF örneğinde olduğu gibi devlet artık zarar eden, maaş ödenmeyen şirketleri alıp düze mi çıkarıyor?
O zaman özelleştirme niye?
Şimdi bu yazıyı okuyup bir şey anladıysanız lütfen bana da anlatır mısınız? Çünkü ben bu borç verilerinden ve devletleştirme-özelleştirme süreçlerinden yola çıkarak ekonomimiz hakkında bir şey anlamış değilim.
Üreterek mi borçlanıyoruz; yoksa tüketerek mi?
Özelleştiriyor muyuz-; yoksa devletleştiriyor muyuz?