Yarın 1 Mayıs. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere Türkiye’nin pek çok şehrinde sendikalar ve sivil toplum örgütleri bayram coşkusunu meydanlara taşıyacak. Şimdiden kazasız belasız ve şenlik havasında geçmesini dileyelim.
1 Mayıs kimin bayramıdır, kökeni nedir, kim, nasıl ve hangi mesajlarla kutluyor gibi tartışmalara girmek istemiyorum. Bu sorular üzerinden ortaya çıkan tartışmaların bir yere varacağını da sanmıyorum. Nitekim kendisini muhafazakar demokrat olarak tarif eden AK Parti iktidarı, bu tür tartışmalara girmeden 1 Mayıs’ı resmi tatil olarak ilan etti. Çok da iyi yaptı doğrusu.
Bu yılki kutlamalarda farklı kesimleri temsil eden işçi örgütlerinin ortak bir karara varması mümkün olmadı. O nedenle Hak-İş ve Memur Sen, yarın Ankara Tandoğan meydanına çıkmaya hazırlanıyor. Ağırlıklı olarak siyasi yelpazenin solunda yer alan örgütler ise Taksim’de olacaklar.
Hafta içinde Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan ve Memur Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu gazetemizi ziyaret ederek Tandoğan meydanındaki programla ilgili bilgi verdiler. Heyecanları görülmeye değerdi doğrusu. Bakın insanları Tandoğan’a davet ederken neler söylüyorlar:
‘Bizler, bu ülkenin işçileri, kamu çalışanları, emeklileri, işsizleri, yoksulları, kadınları, gençleri, meslek sahipleri ve sivil toplum kuruluşları olarak, tüm dünya emekçileriyle birlikte 1 Mayıs’ta alanlardayız. Biz, özgürlükçü, katılımcı, sivil ve demokratik bir anayasa için ve demokratik sendikal yasalar, özgür toplu pazarlık hakkı için; inanç ve düşünce özgürlüğü için sesimizi yükselterek alanlardayız.’
Sendikalar arasındaki görüş farklılıklarının giderilmesi zor. Hatta açık konuşmak gerekirse, mümkün de değil. Ancak sonuç itibarıyla muhafazakar kesimde örgütlenen iki konfederasyonun 1 Mayıs için meydanlarda olması önemli ve kesinlikle desteklenmesi gereken bir girişim.
Bunu ‘Aman meydanları komünistlere bırakmayalım’ mantığıyla filan söylemiyorum. Tıpkı Ankara’da olduğu gibi, İstanbul’da ve bütün Türkiye’de, emek mücadelesi veren herkesin sonuna kadar yanındayım. İşçi bayramlarını da bu vesileyle kutluyorum.
Aslında bunlar üzerinden konuşmak istediğim bir başka konu var. Türkiye’de muhafazakar ya da dindar olarak anılan kesimlerin sendika geçmişi, en azından diğerlerine göre daha yeni sayılır. Bu geç kalmışlığı, siyaset anlayışından dinle ilgili kavrayış ve algılara kadar çok geniş bir alanda tartışmak gerekiyor.
Sendikacılığı, işçi hakları için mücadele etmeyi uzun, ama gerçekten uzun yıllar ‘sol’ ya da ‘sosyalist’, Soğuk Savaş’ın bildik yaftasıyla ‘komünist’ bir faaliyet olarak gören zihniyeti kırmak, üstüne bir de sendika kurabilmek hiç kolay olmadı.
Dini ve dindarlığı, emek ve alın teri üzerinden yorumlamaktan çok, üretimi artırmak, üretileni korumak, kaliteyi yükseltmek, hakkına razı olmak üzere tarif eden anlayış, kırılmış gibi görünse de hala varlığını sürdürüyor. Dindar emekçi çok çalışmalıdır, işini hakkıyla ve en iyi şekilde yapmalıdır, iş yerini bir emanet olarak korumalıdır. Kendisine verilene de kanaat etmelidir. Seksenler dizisinin muhteşem babasının deyimiyle, icat çıkarmamalıdır!
Güzel, peki ya işverenler? Tevekkül, kanaat, emanet, ehliyet ve liyakat gibi kavramlar, emekçiler için geçerlidir de, onların dünyasında başka bir anlam mı taşır?
Topu taca atıp, sözü eğip bükerek cevaplanabilecek sorular değil bunlar.
Rahmetli Erdem Bayazıt’ın dizeleriyle bitirelim dilerseniz:
‘Yememiştir hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlısını diyerek/ Şafak gibi alınlara terle yazılmış Hakk’ın mutlak ölçüsünü/ Elbet benim işçilerim çekecek/ Emeğin kutsal direğine.’