ZARÛRÎ BİR AÇIKLAMA:3 Mayıs Cumâ günü yayınlanması için kaleme aldığım yazıyı, müdhiş bir zekâ eseri olarak Gazete’ye gönderemeyip eski bir yazıyı (3 Nisan târihli olanı!) tekrar yollamışım! Âferin bana! Bunu nasıl becerdiğimi soracak olursanız, ben de bilmiyorum. Kusûruma bakılmaması istirhâmıyla o yazıyı bugün yayınlamak istiyorum. İnşallah bu sefer de karımdan gizli olarak Ayten’e yolladığım aşk mektubunun kopyası değildir...)
Acabâ zaman mı bir nehir gibi iki yanımızdan ağır ağır akıyor yoksa o ezelden ebede sâbit duruyor da bizler mi onun içinde düşe kalka ilerliyoruz? İşte kesin cevâbını aslâ alamayacağımız bir sual daha!
Binlerce yıldan beri, benden kat-be-kat daha akıllı onbinlerce insanın veremediği bir muammânın cevâbını ben nasıl olsa veremem.
Ama hiç değilse şu tesbîti yapabilirim:
İster öyle ister böyle olsun vâkıâ o ki bu hareket vites değiştirebiliyor; yâni zaman zaman zaman hızlanırken zaman zaman yavaşlayabiliyor da.
(Müellifin notu: Z alliterasyonu!)
Şu sıralar zamânın vites yükseltdiği bir zaman diliminden geçiyor Türkiye.
(Müellifin notu: Devrik cümle!)
Ne demiş Şâir:
“Bugün eski yarınlar artık dündür.
Aldanmayın ki, Azîzem,
Hayâtı yıllarla doldurmak değil mârifet!
Mârifet yılları hayatla doldurmak!
Ve hayat bin pâre bir bütündür!”
Sosyolog değilim ama toplumdaki değişimi az çok izleyebiliyorum.
Başka bir çağda yâhut başka bir toplumda belki yedi sekiz nesil boyu sürerek ancak tedrîcen cereyân edebilecek tahavvülât bizde iki üç nesilde gerçekleşiyor.
Sinemada buna yanlış olarak “hızlı çekim” de derler; oysa aksi doğrudur: Normal çekim ve gösterim hızı olan sâniyede 24 kare (aslında kare de değil, dikdörtgendir o!) yerine meselâ 15 kare hızla çekip sonra bunu sâniyede 24 kare hızla gösterirseniz hareketler daha sür’atli gözükür. Anlayabildiğim kadarıyla bizim toplumda da buna benzer bir şeyler oluyor. Yaklaşık ikiyüz senedir “ağır çekimle” dışarıdan (Batı’dan) birtakım görüntüler zabtedip biriktiriyoruz ve sonra bunları “normal” hızla gösterime sokuyoruz. Sonuç olarak tek bir nesil dahî başladığı kıvamda tamamlayamıyor tabii ömrünü.
Rahmetli Annem (1913-2002) şöyle derdi:
“Ben mektebe başladım bizleri ‘Pâdişâhım, çok yaşa!’ diye bağırtdılar. Sonra ‘Enver Paşa, çok yaşa!’ oldu. Müteâkıben ‘Kemâl Paşa, binler yaşa!’ya geçdik. Ardından ‘Yaşasın Cumhûriyet!’ diye haykırdık. Demokrasiydi, çok partili rejimdi, şuydu, buydu derken atdık demiri Atatürk Milliyetçiliği’ne... İyi etdik etmesine ama bir hayır sâhibi çıkıp ne demek olduğunu da anlatsa daha iyi olacak.”
Annemin aşağı yukarı bunları söylediği yıllardaki sloganımız yine değişmişdi:
“Anıtkabir’den devren; Kılavuzumuz Evren!”
Bu zât-ı nâmuhterem adâlet duygularımızın rencîde olmaması kaygısıyla bekletip bir sağdan bir soldan iki genci aynı gece astırıyordu ki sonra, efendim filanca tarafa kıyak geçildi, şeklinde dedikodu olmasın!
Şimdi bizzat kendisi sanık iskemlesinde oturuyor ve dâvâsı, Allah kısmet ederse, en geç 2055’e doğru karar aşamasına gelecek. Ben diyorum ki son celsede bizâtihî hazır bulunabilmesi için mûmâileyhin cesedini de mumyalatıp bir kenara koysak fenâ olmaz.
Tabii yargıçlardan beklentimiz meseleyi ham-hum-şaralopa getirmemeleri. Mâlûm ya acele işe Şeytan karışır. Kâmil kâmil gitsinler. Biz râzıyız, geç olsun da güç olmasın!
Öte yandan zaman cidden hızlandı gibi; yâhut bizim zamân içindeki ezelî ve ebedî yürüyüşümüz! Bakınız meğerse bu memleketde herkes barışdan ve yeni bir anayasadan yanaymış da haberimiz yokmuş, olmamış nedense!
Vay anasını, Sayın Seyirciler!
Bu bana “Lüküs Hayat” Opereti’nin o meşhur repliğini hatırlatdı:
“Ağabeyler, Hanımablalar, Elmaslı Âtıfet Mısır’dan gelecekmiş... Geliyormuş... Ulan, gelmiş be!”
Ardından gelen kantonun ilk mısrâları da şöyleydi gâlibâ:
“Âtıfet’in nışanlısı - Memiş değil o başkası!”
Bakalım Âtıfet’i ş’aapmak sonunda kime nasîb olacak?