Erdoğmuş: Siyaset gerçekten ön açıcı oldu. Bir dönem kontenjan açılmıyor, üniversiteler büyütülmüyordu. Artık her ilde üniversite var. Sayı olması gereken düzeye yaklaştı. Şimdi daha çok niteliğe odaklanmalıyız yoksa yönetemeyiz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan yükseköğretimin öneminden sıkça bahsediyor. AK Parti hükümetleri döneminde “81 ile üniversite” hayali de gerçek oldu. Haliyle kontenjan arttı, üniversite eğitimi almak herkes için mümkün olabildi. Özellikle başka bir şehre okumaya gidemeyecek olanlar için eğitim imkanı yakına geldi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen gün Almanya Şansölyesi Angela Merkel’e Türkiye’deki üniversite öğrenci sayısının 8 milyon olduğunu söylediğini, Merkel’in bu bilgi karşısında çok şaşırdığını aktarmıştı. Şaşırılmayacak gibi değil, rakam gerçekten büyük. Türkiye nüfusunun 10’da biri, üniversite yaşındaki gençlerin yarısı üniversite öğrencisi...
Peki, nitelik nasıl? Üniversitelerin, YÖK’ün ne gibi sorunları var? Mevcut sorunları ve ileride oluşabilecek sorun alanlarını nasıl çözmek gerekir?
İlke İlim Kültür Eğitim (İLKE) Derneği’nin imzasıyla “Geleceğin Türkiye’sinde Yükseköğretim” raporunu hazırlayan Prof. Dr. Nihat Erdoğmuş ile konuştuk.
Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi olan Erdoğmuş üniversite öğrenci sayımızla ilgili “Dünyada 100, Avrupa’da 20 ülke nüfusundan daha fazla” diyerek sayısal büyümenin yerini artık nitelik ve kalite hassasiyetine bırakması gerektiğini vurguladı.
Hazırlanan raporda, 2030’lu yıllara doğru yükseköğretimde ne yapılmalı, nasıl yapılmalı sorularına cevap aranıyor ve 12 temadan oluşan bir vizyon sunuluyor. Daha önce “Geleceğin Türkiye’sinde Eğitim” raporunu da yayınlayan İLKE Derneği’nin yönetim, dış politika, iktisat, kültür ve sosyal politika alanlarında da rapor hazırlıkları var.
Yükseköğretim Kurumu ile ilgili ilk düğme yanlış mı iliklendi? Hem anlayış, hem yapılanma olarak biz baştan mı yanlış başladık bu işe?
Üniversite kurumu geçmişi ve geleceği olan bir kurum. Dünyada da kendi geleneğimizde de yaklaşık bin yıllık bir geçmişi var. Daha geriye gittiğimizde formel bir yapı olarak bin yıllık geçmişi var. Avrupa’da Bologna Üniversitesi ilk kurulan üniversitelerden. Bizde de Nizamiye Medreseleri var, öncesinde de mutlaka yükseköğretim kurumu niteliğinde kurumlar olsa da, bugüne benzemese de yakın kurumlar olarak kabul edilir. Türkiye’de yükseköğretime baktığımızda beş altı kez değişim yaşanmış. Bunu 1933’lü yıllara kadar götürebiliriz.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte form aynen devam mı etti, kesintiye uğradı mı?
Cumhuriyet döneminde daha yeni üniversite formunu konuşmaya başladık. Osmanlı Devletinde daha çok Medrese adını kullanıyorduk. Üniversite ile bazen lise karışımı medrese geleneği şeklinde yükseköğretim kurumları. Osmanlı’da birebir üniversite demek yerine en üstte yükseköğretim yapan kuruluşlar vardı, bir kısmı bugün liseye karşılık geliyor, bir kısmı üniversiteye. Bizde esas üniversite tartışmaları 1800’lerin ortalarına kadar giden mühendislik alanının geçmişi var. Mühendislik mektepleri var ama asıl üniversite 1933’lü yıllarda başlamıştı.
Üniversiteyle ilgili değişimler hep sancılı olmuş. Normal dönemlerde üniversite kendi dinamikleriyle dönüşümü gerçekleştirmemiş. Tabii hiçbir zaman kendi haline de bırakılmamış. Böyle bir kurumu konuşuyoruz. Ama bu tarih içinde en fazla tartışılan ve etkisi bakımından en fazla eleştirilen dönem 12 Eylül’den sonra kurulan YÖK yasası ve yükseköğretim kurulu olmuş. Yüksek Öğretim Kurulu’nun oluşumuna nasıl gelindiğine baktığımızda sorunlar var, dağınıklık, düzensizlik var, özel üniversiteler kontrolsüz hale gelmiş. Hepsi kabul edilebilir ama böyle mi kurmak gerekirdi, sorusu kritik. Geriye dönüp baktığımızda şu denebilir: Keşke bir üst kurum -adı YÖK olmayabilir de- daha erken ve sivil zamanda kurabilseydi daha iyi olurdu Türkiye için.
Türkiye'de sivil bir dönem oldu mu hiç?
Sivil dönem olmayabilir ama en azından akademiyi sivillerin oluşturması çok daha farklı olabilirdi. Darbe sonrasında kurulduğu için darbe koşullarında, kurucuların üniversiteden beklediği bir misyon var. Böyle kurulduğu için de aşırı merkezi ve kontrol üzerine kurulmuş. O dönemde belki gerekli bir kurum, bugünkü YÖK gibi olsun gibi bir şey kastetmiyorum. Bir üst kurum olarak ihtiyaç vardı. Ve bugüne kadar da tartışa tartışa geldik. Şöyle de bir acı tablo var, YÖK bu kadar eleştirilirken aslında kendi içinde bir tutarlılığı var. Kurulmuş bir bütünlük var. Dolayısıyla bizde ki çalışmalar biraz parçalı gitti, kısmi değişiklikler teklif edildi. Benim teklif ettiğim şey yapısal. Güçlü şekilde hem Türkiye’nin gerçekleri, hem dünyadaki değişikliğe katılan yeni bir vizyona ihtiyaç var, yeni bütünlüklü bir kurguya ihtiyaç var.
Yusuf Ziya Özcan YÖK Başkanı iken kendisiyle yaptığım röportajda YÖK’ün yok olmasını savunuyordu. Siz YÖK’ün varlığını mı sorun ediyorsunuz, yeniden kurgulanması gerektiği mi söylüyorsunuz?
Ben YÖK yerine Yüksek Öğretim Sistemi olarak anmak istiyorum. Türkiye’nin bir yükseköğretim sistemine ihtiyacı var. Adı YÖK olmaması gerekiyor, YÖK kadar güçlü yetkilere sahip ya da YÖK kadar merkezi olmayan bir yükseköğretim kurumuna ihtiyaç var Türkiye’de. Bu kurum bugünkü YÖK gibi çalışmayacak. Yüksek öğretimde temel konuları düzenleyen, yüksek öğretimle ilgili gelişmeleri takip eden ve projeksiyon oluşturan, Türkiye'nin önünü açacak bir kuruma ihtiyaç var. Çok güçlü yapılanması lazım bu kurumun.
YÖK güçlü bir kurum değil mi?
YÖK her ne kadar güçlü olsa da kurum değil başkanlar üzerinden çalışmış, vesayetten kaynaklı bir güç var. Bu açıdan YÖK hiçbir zaman güçlü bir kurum olmadı. Sanırım bilerek yapmadılar. Yani Türkiye’yi yöneten böyle bir kurumun bir üniversite kadar güçlü olmayan iç yapılanması var. Yakından biliyorum. Dolayısıyla bu çok ciddi bir sorun. Vesayet tartışmaları içinde Türkiye’nin yükseköğretimine yön verecek kurum işlevsiz, küçük, yapılanmamış, idari kadroları zayıf oluşmuş. Böyle bir kurumu konuşuyoruz. Keşke sağlıklı olabilseydi ve sivil dönemde kurulmuş daha ademi merkezi yetkiye dayalı şekilde kurulsaydı. Türkiye için çok daha iyi olabilirdi.
YÖK yok olmalı mı meselesine geldiğimizde ben yükseköğretim sistemi diye bir şeyden bahsediyorum. Üst kuruluşlardan bahsediyorum. Kanaatimce asıl merkeze alınması gereken kurumlar, üniversiteler. Önce üniversiteleri güçlü bir yapıya getirmemiz gerekiyor. YÖK ve benzeri kurumlar, ara kurumlardır. Çok sayıda ara kurum olduğunda onları yönetecek başka bir kuruma ihtiyaç var. YÖK’ü böyle konumlandırmak lazım. Önden planlama yapan, koordine eden, denetleyen bir kurum YÖK. Bizim konuşmamız gereken ise üniversiteler. Asıl sorun koordine edecek kurumun bu kadar merkezi, bu kadar ideolojik yapılandırıp ön açmaması. Türkiye’de bu açıdan ciddi bir darboğaz var.
Zihinsel anlamda mı?
Bağımlılık üniversitelerin karar verme hızını düşürüyor. İnisiyatif kullanmamayı getiriyor. Bu tüm üniversitelerde aynı değil ama genel karakteristiği bakımından böyle. Daha fazla yetkinin devredilmiş olması, kendilerinin konuyla temas halinde daha sıcak, daha doğru karar vermelerini sağlayacak.
Artık YÖK’ü aşan şekilde Türkiye’de yükseköğretimi konuşmaya ihtiyaç var. Bu kurumun ademi merkezi olarak yapılanmış, uygulamaya girmeyen, Türkiye’nin önünü açan ve denetleme kurumu çok güçlü olan bir kurum olmasını önemsiyorum. Kaynakları izlesin, kamuoyu ile paylaşmayı sağlasın. Üniversitelerin yönetişim anlayışına göre yönetildiğini izlesin, bunu sağlamaya çalışsın, ihtiyacımız bu.
Bu hiç yapılıyor mu mevcut durumda?
Denetleme işleri YÖK’ün görevi, yapmaya başlıyor ama Denetleme Kurulunun kapasitesi çok yetersiz. Türkiye çok hızlı büyüdü. Üniversite sayısı çok arttı. Var olan yapılanma 30 yıl önceki yapılanma ile tamamen aynı. 25-26 üniversiteden 206’ya çıktık. Zaten kendisi doğru yapılanmamış, bir de bu büyümeyi yönetmekten uzak. Denetimin etkin olmadığını görüyoruz.
Alarm veriyor o zaman?
Uzun zamandan beri alarm veriyor. Yüzleşmek gerek. Türkiye’nin geleceği, gençlerin geleceği için yapısal dönüşüm gerçekleştirmek gerekiyor. Dünyada ikili yapı çok yok. YÖK var, bir taraftan da “kalite kurulu” var. Büyük ölçüde dünyada tekleştirilmiş bu alan. Sonuçta bir üst kurum. Kalite Kurumu eğitim, öğretim, araştırmanın hangi kalitede yapıldığını çıktılar bakımından takip edecek. O zaman YÖK benzeri kurum ne yapacak sorusunu konuşmamız gerekiyor. Şunu yapabilir. Üniversitelere der ki, misyonunu tanımla, öğretim üyeni nasıl seçeceksin tanımla. Buna karışmayacak fakat işleri bu tanıma göre yürütüp yürütmediğini takip edecek. Öğretim üyesi alımları liyakat esaslı mı? Usule uygun mu? Bunları kolaylaştıran bir kurum olması gerekiyor. Bu ara kurum… Asıl kurum olmamalı YÖK ya da adı ne olacaksa. Asıl kurum üniversitelerdir. Onların üstünde kolaylaştırıcı bir kurum olarak yapılandırmak lazım yükseköğretim kurumunu.
YÖK’ün özerk yapısı yıllarca tartışıldı. 12 Eylül rejiminin kurduğu bir yapı nihayetinde, motivasyonun üniversitelere müdahale olduğunu da biliyoruz. Ama bugünkü Türkiye’de her tür vesayet bitiriliyor. Yeni dönemde siyasi otorite ile yükseköğretim kurumu arasında nasıl bir ilişki olmalı?
Akademik, bilimsel özgürlük ve kurumsal özerklik bağlamında bizim merkeze almamız gereken üniversitelerdir, YÖK değil. Üniversite akademik özgürlüklere sahip olmalı, her üniversite akademik özerkliğe sahip olmalı. YÖK için bu kısmı çok önemli değil çünkü idari bir kurum. Dolayısıyla asıl konuşmamız gereken şey üniversiteler. Üniversiteye kaynak ayıran kamunun, toplumun kuracağı ilişki çok daha kritik. Dünyada büyük ölçüde bu böyle. Kaynağı ayıran kamu, kaynakların nereye nasıl kullanıldığını, performansını, kaliteyi izliyor. Bunların kamuyla paylaşımını takip etmek lazım. Kaynak ayıran irade hesap verme mekanizmalarını oluşturup toplumun yararına olmasını sağlamak zorunda.
Sayın Cumhurbaşkanı Merkel ile aralarında geçen bir konuşmadan bahsetti ve Türkiye’deki üniversite öğrencilerinin sayısının 7 buçuk milyon olduğunu söylediğinde Merkel’in çok şaşırdığını söyledi. Şaşkınlık yaratacak bir orana mı ulaştık? Sayısal olarak neredeyiz?
Sayın Cumhurbaşkanı Merkel ile olan görüşmede telaffuz ettiği sayı 8 milyon civarı. Bizim rapordaki sayılar Ekim 2018 rakamları, mutlaka ek olmuştur, kabaca 7 buçuk milyon öğrenci. Bu sayıyı analiz etmek gerekiyor. Ülke büyüklükleri farklı ama dünyada 100 ülkenin nüfusundan daha fazla bir rakam bu. Avrupa’da 20 ülkeden daha fazla üniversite öğrencimiz var bizim.
Türkiye nüfusunun da yüzde 10’una mı tekabül ediyor üniversite öğrencileri?
Kabaca evet. 7 buçuk milyon öğrencinin yarısı açık öğretim. 51 buçuk 5 örgün, 48 buçuk açık öğretim öğrencisi. Almanya’da böyle değil, o yüzden şaşırıyorlar. İkinci üniversite kapsamında öğrenim gören 700 bin öğrenci var Türkiye’de. Gerçekten siyaset ön açıcı oldu. Bir dönem çok sıkı tutulmuştu, kontenjan açılmıyordu, büyütülmüyordu. Üniversite sayımız olması gereken düzeye epey yaklaştı. Biraz daha büyüyebilir belki ama şuan kaldıramayız, yönetemeyiz. Artık daha çok niteliğe odaklanmamız gerekir. Asıl mesele, gelinen sayı ile ilgili bazı işaretler alarm veriliyor. Kontenjan meselesi en bariz olanı.
Ne oluyor kontenjan konusunda?
2 milyon 300 bin civarında başvuran öğrenci var üniversiteye girmek için. YÖK açıklıyor hangi üniversiteye kaç kişi girebileceği. Geçmiş yıllardan bugüne çok arttı. Gelinen noktada kontenjan dolmuyor, talep olmuyor, açıyorsunuz öğrenci gelmiyor. Geçen sene 128 bin 500 kontenjan açık kaldı.
Bu bir hesaplama hatası mı?
Hesaplama hatasından çok öğrenciler o bölüme gitmek istemiyor. Bölüm dolayısıyla, üniversite dolayısıyla, şehir dolayısıyla… Bu bize şunu söylüyor, öğrencilerin hangi bölümlere, nasıl bir üniversiteye gelmek istediğini bir daha düşünmemiz gerekiyor. YÖK de zaten bilgi topladı, tercihte bulunmayan yaklaşık 30 bin öğrenciden. İstihdam becerisi kazandıracak bölümler öne çıkan bir faktör. Öğrenci mezun olduğunda bir işe sahip olabilecek mi? Beceri kazandırabilen, istihdamı kolaylaştıran bir bölüm mü değil mi buna bakıyor.
Aslında Türkiye’de insanlar üniversite eğitimine bir alanda ilim öğrenmekten çok bir mesleği yapmak için gerekli donanıma sahip olmak olarak bakıyor. Bu hep böyle miydi, buna mı evrildi?
Şöyle üçlü bir seti kazandırmamız lazım öğrencilere. 1) Üniversal değerler, insani değerler, felsefe-sanat-varoluş, hayatı anlamlandırma, anlam ve arayış… Bunu kazandırmaya ihtiyaç var. Üniversite bu. 2) Çağın önümüzdeki yıllarda gerektirdiği temel becerileri tüm öğrencilere kazandırmaya ihtiyaç var. 3) Bir meslek kazandırmaya ihtiyacımız var. Üçünün beraber ele alınması lazım. Ağırlıklarının ne olacağı konusu üniversitelerin farklılaştırılmasıyla belli olur. Araştırmaya odaklanmış bir üniversite ya da sosyal bilim üniversitesi ağırlığı felsefi kazanımlara verebilir, beceriyi az tutabilir. Uygulamaya dönük üniversite daha çok beceriye odaklanabilir. Bu talepler bize net olarak gösteriyor: Üniversitelerin çeşitlilik temelinde yapılanmasını gerektiriyor. Herkes aynı şeyi istemiyor, Türkiye’nin de ihtiyaçları tek tip değil. Birden çok ihtiyaç var. Başarıya baktığımızda beş temel üniversite tipinin ortaya çıkması lazım.
Başarı için nedir o beş temel form?
1) Türkiye’nin araştırma üniversitelerine ihtiyacı var. Sıralama taslağında çok konuşuluyor ‘ilk 5’e girmedi’ diye. Bu halde giremez zaten. Dolayısıyla araştırma üniversitelerini doğru yapılandırıp bu yarışa sokmamız lazım. Yükseköğretim Kurulu araştırma üniversitelerini ilan etti, 11 oldu Cerrahpaşa Üniversitesi ile beraber. Fakat ilan etmek yetmiyor, bunların o yarışta etkili olabilecek şekilde ekonomik olarak desteklenmesi, öğretim üyelerinin nitelikli kılınması, özlük haklarının yapılanması, işleyişin farklılaştırılması gerekiyor. Dünyada yarışsın istiyoruz, o halde cazip hale getirilmesi lazım. 2) Klasik üniversiteye ihtiyaç var. 3) Eğitim öğretim üniversitesine ihtiyaç var. 4) Bölgesel üniversiteye ihtiyaç var. 5) Uygulamalı bölümlere kesin ihtiyaç var.
Ne demek bölgesel üniversite?
Ülkenin doğusu olabilir, Adana-Mersin olabilir. Toplumun, oradaki işverenin buna ihtiyacı var. Mesela Gaziantep. Çok önemli bir şehir. Demografisi, şehir kültürü, sanayisi var. Oraya yönelik bölümler açılırsa o ihtiyaç giderilir. Şuan bizim sorunumuz bu. Yani mesela Şırnak’taki üniversitemiz, kendi bölgesinden fazla, genel geçer alanlarla ilgilenmeye başlıyor. Tüm üniversiteler araştırma üniversitesi olmak zorunda da değil. Bunu ayrıştırmak lazım. Araştırma üniversiteleri araştırma performansına göre değerlendirilmeli. İyi eğitim veren üniversiteyi takdir etmek, ödüllendirmek lazım. Bölgesel anlamda da bölgesine ne kadar katkı sağladı bakılmalı. Beceri kazanmak, mezun olduktan sonra üst düzey olmasa da çalışabileceği iş isteyen öğrenci için çözüm üretmesi gerekiyor üniversitenin. Kısa süreli, meslek lisesi formatında. Bunların dışında uzaktan üniversite gibi, başka bir ülkenin Türkiye’de kampüs açması gibi tartışmalar var. Ama öncelikle beşli form rahatlıkla yapılandırılabilir.
Artık Türkiye’nin her ilinde bir üniversite var. Çocuğunu başka şehre göndermek istemeyen, gönderemeyen, yurt sorunu yaşayan aileler için, o şehrin sanayisi için önemli bir hizmet oldu. Kuruluşta sorun yaşanması doğal ama artık analiz de gerekiyor. Akademik olarak durum ne?
Biraz eksikler olduğunu düşünüyorum. Tercih doğruydu, her ile bir üniversite doğruydu. Üniversitelere bir misyon koymak gerekiyor. Kendisine bir odak alan koymalı üniversiteler. Buna göre yapılanması gerekir. Belki de sorunumuz 81 ile üniversite kurulurken bunun yeteri kadar gözetilmemesi. Bu fark edildiği için YÖK şu anda uzmanlık esaslı bölgesel üniversite konseptini geliştirmeye çalışıyor. Keşke biraz daha erken olsaydı ama zararın neresinden dönersek kar. Bir de YÖK’e düşen düzenleyici kuruluş olması. Hızlı şekilde gerekli koşulların yerine getirilmesi, o bölgenin ihtiyacına odaklanacak şekilde desteğin verilmesi lazım.
Okumak kültürümüzde değerlidir lakin pratik biraz farklı olabilir. ‘Herkesin okuması gerekmez’’ cümlesi yanlış bir cümle midir?
Neden okumak istiyor konusunu konuşmamız gerekiyor. Biliyor ki üniversite mezunu olma durumu lise mezunu olmaktan daha avantajlı bu ülkede. Ücretlere yansıyor, başka şeylere yansıyor. İkinci olarak sosyal hareketlilikte hala önemli bir araç eğitim. E insanlar bunları görüyor. Ciddi talep var. Beklenti yüksek.
Böyle mi olması lazım? Önümüzdeki yıllarda bunu daha kolay aşarız ama şuan böyle bir taleple karşı karşıyayız. Mesela kontenjanın dolmamasını görmeye başladık, tam da soruyla alakalı bu. Artık düşünülüyor çünkü “bitirince de bir şey olunmuyorsa neden gideyim oraya” diye. Şunu görecek belki de: Bazen iyi bir teknik liseden mezun olmak, iyi bir meslek sahibi olmak 4 veya 2 yıllık okumaktan iyidir. Belli bir hayat standardını karşılıyorsa… Böyle bir tercihe doğru gidebilir. Dünyada böyle olmuş. Biraz zamana ihtiyaç var.
Sosyal beklentiler, üniversite mezunu olmaya atfettiğimiz statü insanları bu tarafa doğru yönlendiriyor. Aileler bekliyor. Ama meslek sahibi olmak anlamında bunu gördüğü zaman diplomaya değil de mesleklere kıymet verirsek belki oraya önem atfedilmeyecek.
Aileler arasında atasözü olmuş bir laf vardı çocuklara söylenen, “aman oku da sırtını devlete daya”. Şimdi sanki gençler “ille de devlet olsun” diye ısrarcı. Özel sektörde, rekabetin açık hatta vahşi olduğu alanlara talip değil. Herkes kadro bekliyor. Bu nasıl kırılacak?
Bunun en tipik örneği eğitim fakülteleri. Anne- babalar şöyle düşünebilir “devlete gir, güvence al”. Onun zamanında bu çok kıymetliydi. Bugün de güvenceli görülüyor. Ama asıl güvence çağın gerektirdiği becerilerle donanmak. Ama şunu da görüyoruz sosyo-ekonomik düzeyimiz yeterince yüksek olmayınca doğal olarak garanti işe yönlendiriyor. Fakat o garanti işi elde eden insanlar daha sonra ne yapıyor diye baktığımızda kabaca iki yol çıkıyor: Birisi “işim var, bana yeter” deyip çok fazla zorlamıyor. İkincisi, “bu iş var başka ne yapabilirim” deyip asıl işine konsantre olmak yerine başka arayışlara girmeye başlıyor, verimsiz oluyor. Doğru devlet bir şeyler yapmalı fakat bireylerin kendilerinin de farkındalıklarını artırarak ne tarafa doğru yönelmesi gerektiği konusunda inisiyatif kullanmaları gerekiyor.
Bizim kültürümüzde insanların belirsizlikten kaçınma eğilimi yüksek diye tarif edilir. Bu bilimsel çalışmaların da konusudur. Böyle olunca belirsizliklerin olduğu yerde güvence arayışı ortaya çıkıyor. Ülkeyle sınırlı değil, ciddi bir belirsizlik çağına doğru giriyoruz. Bu refleksi daha da artırabiliyor. 2000’li yıllarda Türkiye daha sivil ve liberal düşünürken şimdi birey düzeyinde de kamuya dönmeye başladık.
Çağın getirdiği belirsizlikler kamuya yöneltiyor yani?
Çağın getirdiği belirsizlik, sektörlerin getirdiği belirsizlikler hepsi anlaşılabilir fakat kültürel kodlar da var. Çünkü toplumumuzda belirsizlikten kaçınma eğilimi yüksek, güvence arıyoruz. Kariyer danışmanlığına özel önem atfetmek lazım. Okul yıllarında şunun fark ettirilmesi lazım gençlere, mesela eğitim fakültesinde matematik okuyan çocuklara. Kadrolar belli, mezun sayısı belli. İlla öğretmen olmak zorunda değilsin. Matematik bölümleri, oradaki öğretim üyeleri, öğrenci matematiği… büyük veriyi konuşuyoruz. Dolayısıyla üniversitelerin, hocaların inisiyatif kullanması gerekiyor. Öğrencinin inisiyatif kullanması gerekiyor. Kariyerinde bireyler daha fazla sorumluluk almak zorunda. Bir başkası size destek verebilir, danışmanlık yapar fakat sonucu değiştirecek olan bireyin kendisi. Çevresel kısıtları ihmal ediyor değilim.
Sadece okullarda değil çalışma hayatında da pek çok insan durağanlık başladığına risk alarak –“meydan okuma diye tabir ediliyor”- kurum değiştirmeyi tercih ediyor. 30’lu yaşların ortasında. Biliyor ki şimdi yapamazsa 40’larda zaten yapamayacak. Dolayısıyla bizim de hocalar, kurumlar olarak öğrencileri yetiştirirken biraz esneklik kazandırmamız, gelecek dönemdeki belirsizliklerle baş etmek için öğrenciyi zihinsel olarak hazırlamamız lazım.
Dijital çağdayız. Dijital eğitim ya da eğitimde dijitalleşme ne durumda? Bakışımız altyapımız uygun mu, yeterli mi?
Dijitalleşme hayatın her alanına girdi. Üniversiteler bunu hem üreten hem ondan etkilenen kurumlar olarak karşımıza çıkıyor. Eğitim öğretimle ilgili ciddi dönüşüme ihtiyaç var. Eğitim sistemimiz hoca merkezli ama bilgi kaynağı çeşitlendi. Bunu nasıl dahil edeceğiz? İkincisi öğrenmenin yolu sadece sınıflar değil artık, hayatın her alanı öğrenme. Öğrenci sabah okula gelmeden ders başlıyor artık. Yolda gelirken sahip olduğu araçlar (telefonlar) vasıtasıyla bir şeyler öğrenmeye başlıyor. Neyi öğrenecekleri konusunda merak oluşturmak, ilgi oluşturmak, ihtiyaç oluşturmak zorundayız. Bunu çok düzeyli yapmak gerekiyor, kabaca değil. Bunu beceremiyoruz, yeni neslin öğrenme alışkanlıklarını, ilgilerini yakalama konusunda akademik zorluk var. Haksızlık etmek istemiyorum herkes böyle değil ama genel karakteristik böyle. Bunu yakalamamız lazım. İçerikle tasarımın birlikte çalışması gerekiyor.
Bu nasıl olacak? Çocuğun merakını akademisyenler mi belirleyecek yoksa seçenek mi sunacak?
Öyle bir şey sunmam lazım ki ona araştır demeden onu bulma ihtiyacı duyacak. Zaten araçlara kaynaklara kolay ulaşıyor. Bunu yap demek yerine merak oluşacak, kendisi yapacak. Bizim üniversiteler olarak görmeliyiz ki bilgi kaynakları çok çeşitli. Hoca merkezli eğitimden hayatın her alanının öğrenme ortamı olduğu bir dönemdeyiz. Bunu kabul ederek dıştan araçları etkin kullanmayı sağlamamız lazım. Bir tarafı bu. Dünya da bunu tartışıyor. Eğitim kurumlarında biz bu konuları anlatırken içerikle tasarım nasıl buluştururuz, nasıl beraber çalıştırırız? Dijitalleşmenin bir başka tarafı da önümüzdeki yıllarda Türkiye'nin çok daha konuşabilir, yükseköğretimin maliyetleri yükseliyor. Dijital araçları kullanarak maliyeti düşürmek gibi kaygılar var dünyada. Yani 14 hafta okula gelmek yerine bir kısmını uzaktan bir kısmını okulda gerçekleştirerek tamamlamak gibi. Uzaktan eğitim gibi. Dijitalleşmeyi konuşurken özetle 1) eğitim öğretimin etkin kullanılması, 2) yükseköğretimin maliyetini düşürmek anlamında nasıl kullanabiliriz diye bir gündemimiz var.
Yapay zekanın arttığı bir döneme giriyoruz. Robotlar gündelik hayatın parçası olmaya başladı. Hizmet alanında var, askeri alanda var. Robot askerler var. İngiltere ilk askeri tatbikatını yaptı robot askerlerle. Bu açıdan biz ne durumdayız, hem korkularımızı yenmek hem yapay zekayla barışmak ve yarışmak için?
Yapay zeka artık insanların yerine pek çok alanda kullanılıyor ve mekanik alanını artık konuşmaya gerek bile yok. İki tane burada bence temel sorun var. Yapay zeka ne kadar gelişirse gelişsin -gelişecek de- nasıl bir insani değer oluşturalım da bunun sakıncalarını en aza indirelim? Ürettiği aracın insanlığa zarar vermeyecek hale gelmesine kafa yormamız gerekir. O tarafı zayıf kalırsa bu aracı keskin şekilde kullanmak gibi bir risk oluşturmaya başlıyor. Bunu bir özellikle vurgulamak istiyorum yapay zekayla ilgili. İnsani tarafı kritik, bir de bu gelişmeler vasıflı insan gerektiriyor. Kimler için tehdit? Vasıf düşükse ciddi tehdit oluşturuyor, vasıf yüksekse de daha fazla imkan ve fırsat anlamına geliyor.
Yeni nesil için öğrenme biçimleri değişti, artık okul çatısıyla sınırlı değil, zararlı bilgiyle karşılaşma riski var yani. Doğru seçim becerisi kazanması gerekiyor haklısınız ama sanırım çağın hızından da kaynaklanıyor, konsantrasyon sorunu yaşıyor yeni nesiller. Eskiden 40 dakikada dikkat dağılır denir dersler 40 dakikada biterdi, 20 dakika olmalı dendi. Ama 3 - 5 dakikada çocukların ilgisi dağılıyor. Bu durum nasıl yönetilecek?
Şu an en çok zorlandığımız konu. Onun da yolu daha fazla katmak gerekiyor. Şöyle bir tarafa doğru gidiyor eğitim. Öğrencinin sınıfa gelmeden hazırlık yaptığı, belli birikimi elde ettiği, öğrendiği, sınıfta bunun aktif şekilde şekillendirildiği, hocanın modüle ettiği bir format. Başka çıkış yolumuz yok. Aktivitenin parçası olarak bunu yapmaya başladığında dersten o kadar kopmuyor. Yoksa sevdiği bir filmi bile sonuna kadar izlemiyorsa haftada 3 saat 14 hafta nasıl olacak, kolay değil. Bunun yolu şu; bir şekilde öğrencinin istek ve merak oluşturup hazırlık yapmasını sağlıyoruz, çocuk bir alt yapı oluşturdu; ödevle başka yollarla, geldi sınıfa ve sınıfta bunu beraber hadi şekillendirelim diyoruz.
Şu anda bunu yapabiliyor muyuz? Ne yapıyoruz?
Bireysel çabaları meslektaşlarımda görüyorum. Türkiye’de sistemi değerlendirirken kurum bazında da birey bazında da bakmak lazım. Mesele bütüncül değil parça parça. Bunu denemeye çalışan meslektaşlarımız var, artması lazım, tekil uygulamalar Türkiye’yi kurtarmaz. Sistem bütünlüğünde bunu bu hale getirme ihtiyacımız var. Hep üniversite ve hocalarımızı eleştiriyoruz ama öğrencilerle ilgili hız konsantrasyon meselesi de önemli. Pek çok görsel 5-10 dakikada hızlı şekilde aktarıyor, çocuk kavrıyor olan biteni. Fakat üretildiği arka plan, altyapı, anlam eksik kalıyor. Şimdi sonuçlar çok etkin fakat o kavrayış derinliğini kavramayı engelliyor, daha yüzeysel bir kavrayış anlamına gelebiliyor. Belki de öğrenciler o yüzden kendisinin merak oluşturup araştırdığı “nasıl olmuş, ne kadar emek harcadık” bunları gördükten sonra anlayacak. Bunu beraber sınıfta şekillendirebilsek daha kalıcı olacaktır diye düşünüyorum. O kadar kolay değil ya da birkaç atraksiyonu olacak bir şey değil, bu bir emek. Çok enteresan bir kitap var, çok okunan kitaplardan biri. “10 bin saat kuralı” diye bir şeyden bahsediyor. Yani ustalık kazanmak için on bin saat pratik yapmanız lazım. Görünenin arkasında derin bir şey var. Küçük önemsiz görünen detaylar anlam ifade etmeye başlıyor. Bizim de bu hız çağında çok hızlı ilgisi kayan, değişen öğrencileri olabildiği kadar katmaya, sorumluluk vermeye ihtiyaç var. Belki de bu sorumluluk aile, ortaokul, liseden başlatacağız. Üniversitede de aynı şeye ihtiyacımız var. Daha fazla içine girecek. Bu sadece Türkiye’ye özgü sorunlar da değil açıkçası. “Bu istediğim şey değil fakat ne istediğimi de bilmiyorum” çağın anahtarı biraz da bu. Karşı karşıya kaldığımız tablo bu. Ne istiyor? Ne arıyor? Keşfetmesinde kolaylaştırıcı olmak bize düşen bu. Kariyer merkezleri, başka bir yapılanma, bunu sağlamaya yönelik. Böylece kendisi nerede ne bulacağını araştırmaya başlıyor.
Tekrar yükseköğretim kurumlarımıza dönelim. Bilgi, üniversite zaten evrensel, dolayısıyla ortak bir havuzdan bahsediyoruz. Kurumlarımız yerli ve milli olsa da paylaştığımız bilgi evrensel. Olması gereken de bu ve bunun için bir çaba harcanıyor. Uluslararasılaşması için, sınırlar ötesi bir cazibesinin olması için. Üniversitelerimiz ne durumda, siz ne öneriyorsunuz?
Çok temel boyutlardan biri uluslararasılaşma. Önceki dönemlerde hem Yusuf Ziya Özcan hem Gökhan Çetinsaya döneminde ciddi çaba sarf edildi bunun için. Tabii bu bir altyapı gerektiriyor. Sayısal olarak büyüdük, şimdi buraya gelen uluslararası öğrencilerin kültürel farklılıklarına, dil, dil gibi farklılıklarına göre bir yapı oluşturma zamanı. Şu var dikkat etmemiz gereken. Türkiye’ye daha çok Ortadoğu’dan, İslam ülkelerinden öğrenciler geliyor ama bu ülkelerin çoğu birbiriyle sorunlu. Bu çocuklar arasında nasıl bir dil geliştireceğiz? İş biraz bu tür soft alanlara gidiyor. YÖK’ün ilan ettiği bir statik plan var uluslararasılaşma için. Benim önerim bu planı ısrarla uygulamak lazım. Altyapıya yatırım ihtiyacı var.
Yabancı öğretim üyeleri açısından durum ne?
3 bine yakın şu anda öğretim görevlisi var. Daha fazla çekmemiz lazım çünkü toplam öğretim görevlilerine kıyasla yüzde 2’nin altında bir sayı bu. Mevzuatı yeniden düzenleme ihtiyacı da var. Burada asıl sorun, şu anda Türkiye’de bulunan yabancı öğretim görevlilerinin okutman olması, dil öğretmen için burada olması. Niteliği daha yüksek araştırmacıları buraya çekmemiz lazım ki buraya bir dinamizm katsın. Fakat tabii uluslararası niteliği olan birinin buraya gelmesi için de yine altyapının sorunsuz hale gelmesi gerekiyor.
Beyin göçünün de durdurulması da gerekiyor herhalde?
Bununla çok alakalı... Tersine beyin göçünün olduğu kimi durumlarda gelen kişilerin hayal kırıklığı yaşayıp tekrar mutsuz şekilde döndüğü de oluyor. Bunu da görmemiz gerekiyor. İnsanlar bilimin iyi yapıldığı ülkelerde bireysel olarak da kurumsal olarak da koşullar belli. Burada o koşulları sağlayamadığınız zaman, ekip çalışmasını, kurumsal imkanlar vesaire, çok iyi niyetli geliyorlar, ama kalması mümkün olmadığı için de geri dönmek zorunda kalıyorlar. Çekmek zorundayız, fedakarlık edip gelmeliler, hepsi çok doğru, fakat bu tarafın da yani bizlerin de ödevini yapıp altyapıyı hazırlaması lazım. Tersine beyin göçü de böyle. Bunun birçok boyutu var. ideolojik olabilir, imkanlar, fırsatlar olabilir, iyi bir teklif almış olabilir. Fakat biz neden tutamıyorum diye düşünmeli ve gereğini yapmalıyız.
Türkiye’de üniversiteler Cumhuriyet tarihinin her döneminde tartışmanın göbeğinde oldu. Darbe dönemlerinde rol aldılar, vesayeti desteklediler, sivil görünümlü iktidarların güdümündeydiler. Her dönem için iktidarla ilişkileri sorunlu bulundu. Evet üniversitelerimizin sorunu var, bu yapının düzene sokulması gerek fakat Türkiye artık öyle bir dönemin içinden geçiyor ki hiç olmadığı kadar bekasına yönelik somut tehdit altında. Üniversiteler, öğrenciler FETÖ’sünden PKK’sına kadar terör örgütlerinin ilgi alanında. FETÖ’nün insan kaynağını eğitim üzerinden elde ettiğini, üniversiteler kurduğunu biliyoruz. Temizlendi diyoruz ama hala gözaltılar tutuklamalar oluyor. Bu açıdan üniversitelerimizin durumu ne? Yeniden sızmamaları için ne yapmalıyız?
Saydığınız tehditler ve terör grupları birer vakıa. Yeniden üniversitelerimizde tahribat yaratmaması için ne yapmalıyız konusunda benim önerim şu. Üniversitelerin özerkliğini konuşurken hesap vermelerini de sağlamamız lazım. Hesap vermeden özerk olmanın anlamı yok. Biraz sorunumuz bu. Bir taraftan özerklik istiyor ama hesap da vermiyor üniversiteler. Öğretim üyesi alım süreçleri, liyakatları konusunda yeterince özen gösterilmiyor. Üniversitelerin kullandığı kaynağı, ona kaynağın sağlayan topluma hesap verecek hale getirilmesi lazım. Mutlaka sızma olacaktır, deneyeceklerdir, emniyet güçleri bununla ilgili tedbiri alır ama bu vasıf, performans, akademik değerler, adanmışlık meselesi öne çıkarılabilirse zaten elenirler. Çünkü niyetleri zaten öğretim değil. Performansı izlemez, hangi hocanın ne kadar yayın ürettiğini takip etmez, kaynakların nereye aktarıldığını denetlemezseniz sıkıntı hep olur. Yapmamız gereken en temel şey nitelik ve şeffaflık.
Alım süreçlerini cemaat, topluluk, örgütten fazla akademinin gereklerini önceler, seçim süreçlerini yarışmacı hale getirebilirsek bu sorunları büyük ölçüde aşarız. Konunun emniyetle ilgili kısımları zaten bizim konumuz değil, Emniyet yapacaktır.
Her dönemin güçlüleri oluyor üniversitede. Bir dönem masonlar çok güçlüydü mesela. Şeffaf olmayan, kanal açmayan, rekabetçi olmayan kesimler kendi adamlarını yerleştirirler her zaman. Akademik özgürlüğüne karışmayalım fakat öğretim görevlileri için de artık sorumlu davranışı tartışmamız gerekiyor.
Bir de şöyle bir durum yaşadık yakın dönemde. Türkiye teröre karşı çok çetin bir mücadele yürütürken, binlerce insanını teröre kurban verirken sayıları bini akademisyen, akademisyen titrini ve bu titrin onlara sağladığı haleyi kullanarak, terör destekçiliği yaptı, imza verdi. Hukuki bir uygulamayla karşılaşınca da “vay biz akademisyeniz, ifade özgürlüğü...vs” diye dokunulmazlık talep etti. Aylarca bunu tartıştık. Mesela bu örnek özelinde “sorumlu akademisyen” nerede?
Ben işin kriminal kısmını bilmiyorum. Varsa sorun devlet gereğini yapar. Temel prensip olarak akademik özgürlükleri tartışmamak gerekiyor. Fakat söylediğim gibi kısmi, kendi ideolojik kaygılarıyla akademik özgürlük savunusu yapmak sağlıklı değil. Bugün imza mevzu böyle. Bundan 10 yıl önce başörtüsüne özgürlük için verilen imzalar öyle. Türkiye’de akademik özgürlüklerle ilgili sorunlar var mı var. Fakat akademisyenlerin de sahip oldukları akademik özgürlükleri de hayatın her alanında kendi akademik çalışmalarıyla ilgili öne çıkarmaları gerekiyor. Kısmi ideolojik konularla sınırlı olarak değil. Herkesin bir dünya görüşü, ideolojisi olabilir fakat akademik özgürlüğün sadece bu alan için kullanılmasının tartışılması normaldir. Biz, çalıştığımız alanın uzmanıyız. Başka konulardaki fikrimizi birey olarak açıklayabiliriz ama akademik titr kullanımı sıkıntıdır. Akademik körlük, hamaset her cenahta var. sahip olduğumuz akademik ünvanın nerede nasıl kullanılacağı bir hassasiyet gerektirir, bu alanların da iyileşmesi gerekir.
Üniversitelerin niteliğine göre ayrışması en önemli sorunumuz çünkü bu olmadan biz istediğimiz etkinliği sağlayamıyoruz. Türlere göre yapılandırıp nitelikli öğretim görevlileri istihdam ederek farklılaştırmalıyız. İkinci olarak temel meselemiz üniversiteye gelen öğrenciye bir şey katarak mezun etmeliyiz. Öğrenci niteliği düşmeye başladı diye şikayetler var normaldir çünkü üniversite eğitimi kitleselleşmeye başladı. Şimdi öğrenim yaşındaki gençlerin yüzde 50’si üniversiteli. Bu durumda çeşitliliği sağlayarak talep edileni temin etmemiz lazım. Araştırmaya odaklanmak isteyen öğretim görevlisi de araştırma üniversitelerine yönelecek. Hep yüksek nitelikli öğrenci gelsin gibi bir beklenti var. Bunun yerine gelen öğrenciyi nitelik düzeyine göre üzerine bir şeyler koyarak mezun etmemiz lazım. Bununla yüzleşmeliyiz.
Öğrenci profili nitelik düşüşü mü yaşıyor?
Orada şöyle. Nitelik değişmiyor aslında. Daha önceki yıllarda yüzde 3’e yüzde 5’e giren öğrencilerle bugün yine bu yüzdelik dilimdeki öğrenciler arasında nitelik farkı yok. Bu eleştiriyi getirenler genel üzerinden konuşuyor. Oysa dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de bu yaş grubu gençlerin yarısı artık üniversiteli. Haliyle nitelik farklılaşması olacaktır. O yüzden talep çeşitlenmesini, nitelik çeşitlenmesini üniversiteleri çeşitlendirerek değerlendirmeliyiz. İkinci üniversite öğrenimi Türkiye’de artmaya başladı. Bizim örgün eğitimi çeşitlendirmemiz gerekiyor.
Örgün eğitimi çeşitlendirmek ne demek?
18-22 yaş grubuna verilen eğitimle 30 yaş üstü verilen eğitimi farklılaştırmamız gerekiyor. Aynı sınıfta bulunuyorlar çünkü.
İkinci üniversite eğitim oranı neden arttı?
7 buçuk milyon öğrenci içindeki alt analizlere bakmaya ihtiyacımız var artık. Kontenjandan daha çok mevcut kapasite de çok tatmin edici değil. 700 bin açık öğretim var. Neden böyle diye baktığımız zaman gözlemlerimiz var ama ciddi araştırma konusu yapılması lazım. İstediği okulu okuma arzusu var. İnanlar mesleklerinde belli bir doygunluğa ulaştıktan sonra hobi olarak ikinci okul okumak isteyebiliyor. Bazen bir mühendis sosyal bilimlere merak sarabiliyor. Bunlar iyi gelişmeler.
İşin aslı şu: Akademideki bilgi üretimiyle, araştırma yayın sayısıyla dünyada ülkelerin ekonomik gelişmişlikleri birbirine paralel akıyor. Şu anda 19-20 civarında bizim akademik üretkenliğimiz dünya sıralamasında. Ekonomimiz de aynı düzeyde. İlk 10’a gireceksek buraları düzenlemeliyiz. Düzenlersek eğer Türkiye istihdam ve ekonomik gelişimde daha yukarı çıkacak. Ama şunu da gözden kaçırmayalım. Fazla istihdam baskısı bu defa üniversitelerin felsefi insani yönünü deforme eder. O yüzden çeşitlilik diyorum.
***
Prof. Dr. Erdoğmuş, 1980'li yılların başında yükseköğretimde 28 devlet üniversitesi, 20 bin 333 öğretim elemanı ve 322 bin 320 öğrenci bulunduğunu belirterek, bugün Türkiye'de 129 devlet, 72 vakıf ve 5 vakıf meslek yüksekokulu olmak üzere, toplam 206 yükseköğretim kurumu olduğu bilgisini verdi.
Öğrenci sayısının 3 milyon 98 bin 497 örgün, 789 bin 185 ikinci öğretim, 3 milyon 586 bin 216 açık öğretim ve 86 bin 423 uzaktan öğretim olmak üzere, 7 milyon 560 bin 371'e ulaştığını anlatan Prof. Dr. Erdoğmuş, üniversitelerde, 25 bin 560 profesör, 14 bin 841 doçent, 38 bin 372 Dr. öğretim üyesi, 46 bin 790 araştırma görevlisi ve 35 bin 560 öğretim görevlisi olmak üzere toplam 161 bin 123 öğretim elemanının görev yaptığını aktardı.