Sizinle konuşmak istediğim konu “Kürtler”. İki ayağı var zihnimdeki röportajın. İlki Trump ve ekibinin ve batı basınının sıklıkla ve ısrarla PKK-YPG için kullandığı “Kürtler”. İkincisi Türkiye sosyolojisinin, Türk milletinin ayrılmaz bir parçası olan “Kürtler”. İlkinden başlayalım isterim.
ABD Başkanı ve Batı medyası PKK-PYD’ye “Kürtler” demekte niçin bu kadar ısrarcı?
Maalesef sadece ABD Başkanı ve Batı medyası değil, pek çok Batılı siyasetçi hatta kimi Türk yazarlar da PYD-PKK çizgisi yerine Kürtler yahut Suriyeli Kürtler tabirini kullanmakta ısrar ediyorlar. Aslına bakarsak bu uzun süredir pişirilen bir projenin erken ilanı gibi bir durum. Uzun bir süredir Suriye özelinde alternatif Kürt oluşumlar bertaraf edilmekte, Kürt ailelerin çocukları PYD kontrolü altındaki topraklardaki okullarda PKK propagandasına maruz bırakılmakta, yine bu çocuklar PYD tarafından zorla silahaltına alınmakta. Ortada Batı’nın aktif desteğiyle Suriye’deki tüm Kürtleri PYD’ye tabi kılmaya zorlayan bir yapı var: PYD. PYD bu amacını gerçekleştirmek için öncelikle Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) gibi alternatif Kürt oluşumların ofislerini kapattı. İbrahim Biro gibi ENKS yöneticileri Suriye dışına sürüldü. Tüm bu hengâmede 200 binin üzerinde Suriyeli Kürt ise Türkiye topraklarına sığındı.
Bu etnik-ideolojik süpürmeyle dünyayı neye ikna etmek istiyor PYD ve PYD-PKK’ya “Kürtler” diyenler? Ve elbette Türkiye’yi neye mecbur etmek istiyorlar?
Bakın PYD’nin bu yıldırma politikası bizim ulusal çıkarlarımız uğruna abarttığımız bir durum değil. PYD’nin bu hak ihlalleri ve yıldırma politikalarını Londra merkezli Uluslararası Af Örgütü’nden New York merkezli İnsan Hakları İzleme Örgütü’ne kadar pek çok insan hakları örgütü raporladı. Neticede bugün gerçekten de Suriye’de PYD kontrolü altındaki bölgelerde alternatif bir Kürt oluşum yok, hepsi bastırıldı, sürüldü çünkü. Ancak Suriye’den çıkarılıp Türkiye’de ve Irak’ta faal olan Kürt gruplar var. Dahası doğrudan Milli Ordu, eski adıyla Özgür Suriye Ordusu saflarında PYD’ye karşı savaşmış Kürt gruplar var. Bu bakımdan PYD hala daha Suriyeli Kürtler üzerinde bir tekel kurabilmiş değil.
Ancak bu devam eden bir proje ve çok geç olmadan Türkiye’nin bu projenin neticelenmesine engel olması gerekmekte. Zira Fırat’ın doğusundaki bu terör bölgesinde çocuklardan yaşlılara kadar tüm bir nüfusa PYD tarafından ABD koruması altında Türkiye düşmanlığı aşılanmakta. PKK, Türkiye’den militan devşirmekte zorlanırken Suriye’yi yeni bir militan havuzu olarak görmekte. Bu havuzu kurutmak, Suriye Kürtlerini PYD etkisinden çıkarmak ise Türkiye’nin gerek kendi menfaati açısından gerekse de Suriyeli Kürtlerin insan haklarının korunması açısından bir görevi.
Türkiye PKK=PYD tezini sadece söylemde bırakmıyor, muhataplarına dosyalar dolusu belge bilgi de veriyor. Buna rağmen yaşanan sonuç değişmiyor. Uluslararası ilişkilerin, özellikle müttefikler arası ilişkilerin doğası açısından bu durumun bir açıklaması var mı?
Aslında Türkiye’nin ABD başta olmak üzere Batılı müttefiklerine (!) dosyalar dolusu kanıt sunmasına gerek de yok. PYD’nin PKK’nın Suriye şubesi olduğunu bilmeyen Batılı uzman, gazeteci, siyasetçi yok zaten. ABD eski savunma bakanı Ashton Carter’dan hâlihazırdaki Suriye özel temsilcisi James Jeffrey’e, ABD özel kuvvetler komutanı General Raymond A. Thomas’a kadar pek çok asker ve sivil bürokrat, siyasetçi doğrudan doğruya PYD-PKK ilişkisini kâh konuşmalarında kâh verdikleri mülakatlarda kabul ettiler zaten. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın hazırladığı terör örgütleri listesinde son iki yıla kadar PYD, PKK’nın Suriye kolu olarak yer bulan bir örgüttü. Yani ABD’lilerin bu ilişkiyi görmek için bizden kanıt almalarına gerek yok, bu ilişkiyi çok iyi biliyorlar ve geçmişte defaatle dile de getirdiler. ABD bu ilişkiyi bile bile PYD ile bir ortaklık geliştirdi.
Ama neden?
Kötümser bir bakışla bu politika ABD tarafından Türkiye’nin güneyine bir terör koridoru açarak Türkiye’ye yönelik bir hamle yapması olarak okunabilir. Ama ben ABD’nin motivasyonunun bu olduğunu sanmıyorum. Bence gerçekten de PYD’siz bir formül düşünemediler. Sonuçta PYD’yi kullanarak önce DEAŞ’ı temizleyecekler, sonra İran’ı yine PYD ile dengeleyeceklerdi. Bu berbat bir plandı ama bence ABD’li yetkililer bu planın komplikasyonlarını hesaplayamadı. Doğru hesapladıkları tek konu PYD’nin ABD’nin özellikle havadan sağladığı ateş desteği ile Fırat’ın doğusunda DEAŞ’ı temizleyeceğiydi. Sonuçta PYD ciddi kayıplar verse de, hiç kolay olmasa da ABD gölgesinde DEAŞ’ı geriletebildi. Bunu bazen BBC’nin haber yaptığı üzere DEAŞ ile anlaşıp DEAŞ militanlarını otobüslerle Türkiye ve diğer komşu ülke sınırlarına taşıyarak yaptı, bazen Rakka’da olduğu gibi şehrin Amerikan hava bombardımanıyla dümdüz edilmesiyle yaptı, ama yaptı. Sonuçta sahada ABD askerleri değil, ama propaganda yoluyla ikna edilerek ama zorla silahaltına alınan Kürt gençleri öldü. ABD DEAŞ’ı kendisi kayıp vermeden, Kürt gençlerini öne sürerek temizleyebildi, en azından yer altına itti. Ancak ABD’nin bunun dışındaki hiçbir hesabı tutmadı.
Bunu açalım lütfen?
Mesela Türkiye’yi PYD konusunda ikna edeceğini düşünüyordu. Öyle ya, ABD’nin PYD ile bu ortaklık projesi başladığında Türkiye Rusya ile oldukça gergin bir süreçten geçiyordu. Bir yandan ülkesine kabul ettiği Suriyeli mülteciler, bir yandan Rusya ve ABD tarafından Suriye’nin dışında tutulmasıyla Türkiye ABD’nin gözünde artık oyun dışı kalmıştı, öyle ya da böyle PYD realitesini kabul edecekti. Olmadı, ABD’nin hesaplarında Türkiye’yi hafife aldığı görüldü. Türkiye Astana süreci üzerinden Rusya ile yeni bir başlangıç yaptı ve Fırat’ın batısında kendisine alan açtı. ABD, Türkiye oyun dışı kalınca Fırat’ın batısını Rus nüfuzuna bırakır, doğusunda ise PYD ile istediğim düzeni kurarım derken Türkiye oyuna girerek denklemi değiştirdi. Yetmedi Türkiye askeri olarak da rüştünü ispatladı. Önce Cerablus, El-Bab, Azez üçgeninde DEAŞ’a darbe vurdu, sınırını DEAŞ’tan temizledi ve PYD’nin sınır boyunca terör koridoru projesini tamamlamasını önledi. Sonra Afrin’e yaptığı operasyonla Fırat’ın batısındaki sınırlarından PYD’yi söktü attı. Hem de bunu ABD’nin Rakka’da, Rusya’nın Halep’te yaptığı gibi şehirleri havadan döverek değil, mevcut şartlarda oldukça temiz operasyonlarla gerçekleştirdi.
Yetmedi, hem terörden temizlediği bölgeleri imar etti, açtığı okul ve hastanelerle normal hayata döndürdü, hem de Arap, Türkmen, Kürt yerel unsurları Milli Ordu altında eğitti, disipline etti.
Türkiye masadaki gücünü sahadan aldı diyebilir miyiz?
Elbette, sahada güçlenen Türkiye masada da elini güçlendirdi ve gün geldi İstanbul’da Rusya, Almanya ve Fransa ile düzenlediği dörtlü zirvede ABD’yi dışarıda bıraktı. Yetmedi Fırat’ın doğusuna operasyon için birliklerin intikal ettirdi, sınıra tahkimatta bulundu. Zaten ABD’nin çekilme kararı da bu gelişmelere karşı, Trump ile Erdoğan arasındaki bir telefon görüşmesi esnasında alındı. Amerikan basınına göre Trump’ın çekilme kararını Amerikan yönetiminden de önce ilk öğrenen Erdoğan oldu. Amerika’nın PYD politikasının mimarlarından DEAŞ’la mücadele özel temsilcisi McGurk ve Savunma Bakanı Mattis çekilme kararı sonrası istifa ettiler, Türkiye kendisine karşı bir terör devleti kurma projesi yürüten bu isimleri de oyun dışına itmiş oldu.
Kısaca ABD, PYD’nin savaşma ve düzen kurma kapasitesinin düşüklüğünü Afrin’de de, Rakka’da da görmüş oldu. Bunun karşısında Türkiye’nin askeri ve düzen kurucu kapasitesini de Cerablus’tan Afrin’e kadar görmüş oldu, yetmedi Türkiye’nin Fırat’ın doğusunda oyun dışında kalmayacağını gördü. Bu parametreler ışığında PYD üzerinden İran’ı sınırlama, hatta püskürtme projesinin de ne kadar hatalı olduğu ortaya çıktı. Tüm ABD hava desteğine rağmen DEAŞ’a karşı büyük kayıplar veren PYD İran’ı sınırlayamazdı, bu görüldü. Kaldı ki PYD’nin böyle bir gündemi de yok, hiç olmadı. PYD, ABD telkinlerine rağmen PKK’dan değil uzaklaşmak, PKK’yı hiç olmadığı kadar Suriye’nin içine getirmiş oldu. Kuruluşundan bugüne yegâne düşmanı Türkiye olan PYD zaten İran’a karşı bir oluşum içinde de yer almazdı. Buna imkânı da yoktu niyeti de.
Böyle büyük bir hatayı bunca zaman nasıl görmedi “süper güç” ABD?
İlginçtir, bunu en net gören de ABD devleti değil, başkan Trump oldu. Trump en azından bu konuda CENTCOM, savunma ve dışişleri bakanlığı gibi politika uygulayıcılardan daha rasyonel bir duruş sergiledi, umarım bu başlangıç noktasından sapmaz da. Peki Votel’den McGurk’e nasıl bunca profesyonel isim böyle büyük bir hesap hatası yaptı? Kısmen hataların üst üste birikerek bu kişilerin şahsi kariyerleri açısından geri dönülemez bir hal alması, kısmen dar bir sahaya fazla angaje olarak adeta miyopluk derecesinde basiretlerini kaybetmeleri bunun nedenleri arasında sayılabilir. Evet, dünyanın tek süper gücü de olsanız hatalar yapabiliyorsunuz, bu ABD’nin ne ilk hatasıydı ne de son olacak. Kısaca ABD, PYD yüzünden Türkiye gibi bir aktörü kaybetmeyi göze alamaz ve geç kalmakla beraber bunun farkına vardı.
Suriye’de önümüzdeki süreç geride bıraktığımız üç yıla göre PYD kazanımlarının bir bir kaybedildiği, Türkiye’nin öne çıktığı bir süreç olacaktır. Tabi bu süreci yönetmek için, hem ABD hem Rusya ile dengeli bir ilişki gözeterek Fırat’ın doğusunda da batısında da söz sahibi olmak için Türkiye’nin ciddiyetle ve hassas dengeler üzerinde sürdürmek zorunda olduğu yoğun bir mesaisi olacak.
PKK, ABD’nin terör örgütleri listesinde yer alan bir örgüt. Bu durum uluslararası hukuk açısından bir yaptırım gerektirmiyor mu?
Öncelikle şunu belirtelim ki ABD, birçok federal biriminin terör örgütleri listesinde olan PYD’yi bu listelerden çıkarmış durumda. Ancak bu Türkiye’nin haklı argümanlarını elinden almaz, çünkü PKK-PYD ilişkisine yönelik kanıtları yine ABD’li pek çok resmi kaynak bolca verdi, veriyor zaten. Ne var ki haklı olmanın uluslararası ilişkilerde pek bir karşılığı yok. ABD fabrikasyon kanıtlarla Irak’ı işgal etti, diktatör de olsa ülkenin cumhurbaşkanı olan kişi idam edildi, işgal, mezhep savaşı ve terör üçgeninde Irak zenginliğini, insanını, hatta bombalanan kütüphanelerinde tecessüm eden kültürünü, Ebu Gureyb’te tecessüm eden insanlığını yitirdi. Bu yıkıntı içinde PKK kök saldı, DEAŞ hayat buldu, yayıldıkça yayıldı, ABD’nin bölgedeki düşmanı İran Irak’ı bir uydu devlete dönüştürdü, buraya milislerini yerleştirdi vesaire. Evet, tüm bunlara yol açan işgal haksız bir işgalmiş, bugün bunu herkes kabul ediyor ama artık çok geç. En fazla ABD dönüp pardon yanlışlıkla olmuş der. Ne giden canlar ne yıkılan bir medeniyet mirası geri gelir. PYD konusu da böyle, kuru kuruya haklı olmanızın hiçbir getirisi yok. Uluslararası ilişkilerde gücünüz kadar haklısınız. Meşhur bir film repliğinde geçtiği gibi tarihi galipler yazıyor.
Bütün bu durum karşısında Türkiye’nin yapıp ettiğinin değerlendirmesi nedir?
Bütün bunlara rağmen Türkiye ahlaki bir duruşu tercih etti ve Suriye politikasını hem Astana ve Cenevre süreçleri gibi uluslararası koordinasyon kanallarıyla uyumlu olarak yürüttü, hem de buradaki askeri operasyonlarını BM Antlaşması’nın meşru müdafaa hakkı tanıyan 51. maddesi ve 1998 yılında Suriye ile yapılan Adana Antlaşması gibi hukuki temeller üzerine icra etti. Tek başına haklı olmak yetmezdi ama gücümüzü haksız biçimde de kullanmadık.
Bunun ötesinde PYD’ye desteğinden dolayı ABD’yi mahkum ettirebileceğimiz bir uluslararası mecra yok, dünya öyle bir yer değil. Ama PYD’yi haklı gerekçeler üzerine tüm terör örgütleri gibi ortadan kaldırmak Türkiye’nin hakkı ve Türkiye bu hakkını sonuna kadar kullanacak güce ve kararlılığa sahip.
Türkiye’nin uyarılarına rağmen ABD PYD-PKK’yı eğitti donattı, silahlandırdı ve bir tür meşruiyet atfetti. Bu düşmanlığa rağmen Türkiye ABD ile ilişkilerini belli bir düzeyde sürdürdü. Neden?
ABD bugün dünya ekonomisinin nerdeyse beşte birine sahip, tek başına neredeyse dünyanın geri kalan ülkelerinin toplam savunma harcamasını yapan (dünya savunma harcamalarının yüzde 40’a yakınını ABD tek başına yapıyor) bir ülke. Dolar ve Swift sistemi üzerinden küresel ekonomiyi, BM ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlardaki etkisi üzerinden dünya düzenini belirleyebilen bir ülke. Bu yüzden dünyanın tek süper gücü. Böyle bir ülkeyi göz ardı edemezsiniz. Ancak Türkiye bu güç farkından dolayı Suriye’de bir ABD oldu-bittisine de razı olmadı. Az evvel değindiğim gibi alternatif bloklar kurdu, ABD’yi dışarıda bırakan zirvelere ev sahipliği yaptı, inisiyatif alarak askeri operasyon yaptı. Tüm bu adımlar ABD’yi rahatsız eden adımlardı ancak Türkiye bu adımları sorumlu bir devlet edasıyla, şeffaf bir şekilde, sonuçlarını hesap ederek attı. Bu sayede ABD ile zaman zaman gerilen ilişkileri asla kopmadı. Aslına bakarsak Türkiye, ABD’nin bölgede Türkiye’yi kaybetme lüksünün olmadığının farkındaydı ve bu kabul üzerine kontrollü bir gerginlik stratejisi ile ABD ile diyaloğu hep açık tuttu.
PYD’den kaçan Suriyeli Kürtlerin 300 bininin Türkiye’de misafir olduğu biliniyor. Sığınmacı konumdaki Kürtlerle ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Türkiye Suriye’deki insani krizden kaçan insanları kabul ederken onlara dinini, ırkını, etnik kökenini sormadı. Türk’ü de Kürt’ü de Arap’ı da başka toplulukları da kim olduğuna bakmadan kabul etti. Aynı şekilde Suriye’deki politikalarında da Kürtleri dışarıda tutmadı. Bugün Suriye içinde Türkiye kontrolündeki bölgelerdeki şehirlerde, kamplarda tüm Suriyeli topluluklar gibi Kürtler de yaşamakta. Hatta Türkiye PYD’ye müzahir olmayan Kürt grupları da Milli Ordu bünyesine kattı, silahlandırdı, eğitti. Nasıl ki Türkiye içinde on binlerce Kürt vatandaş PKK’ya karşı gönüllü köy korucusu olarak çarpışıyorsa Suriye’de de PYD’ye karşı Türkiye saflarında savaşan Kürtler var. Bu da çok doğal bir durum. Bu bir Türk-Kürt meselesi değil, ne Türkiye’de ne Suriye’de. Bir tarafta PKK-PYD bir tarafla Türkiye var. Bu karşılaşmada Türkiye vatandaşı olsun olmasın pek çok Kürt’ün Türkiye’nin yanında yer alması sadece konuya yabancı olanları şaşırtır, bizi değil. Hatta Türkiye için asıl olan, PKK’yı Kürt toplulukları içinde de yalnızlaştırmak, komşu ülkelerde PKK etkisi altındaki bölgelerde yaşayan Kürtlerle de PKK’nın zehirleyemeyeceği bir gelecek inşa etmektir.
31 Mart seçimlerine giderken en fazla merak edilen konuların başında geliyor “Kürtler” nasıl bir seçim yapacak konusu. Birkaç nokta var aslında Kürtlerin seçimiyle ilgili; kayyumlar, PKK’nın hakim olduğu alanlara yapılan askeri operasyonlar ve ittifaklar. Bunları açalım isterim. Öncelikle 31 Mart’ta farklı bir siyasi tutum almalarını bekliyor musunuz Kürtlerin?
Tabii önce bir konunun altını çizmek lazım. Kürtler diyoruz, ben de Kürt oyları hakkında yazıyorum ama bu ülkenin Türkleri gibi Kürtleri de homojen bir kitle değil. Kültürel olarak da siyasi olarak da. Hatta etnik aidiyet olarak da. Osmanlı çok kültürlü bir imparatorluktu, her imparatorluk gibi. İmparatorluk küçülüp nihayetinde Cumhuriyet’e geçilirken Anadolu’daki çok renklilik Balkanlar ve Kafkasya’dan gelen göçlerle daha da arttı. Zamanla hem Cumhuriyet’in toplumu homojenleştirme politikaları gibi siyasi projeler hem de göç ve etnik gruplar arası evlilikler, Türkiye’de zaten önce de mevcut olmayan, genetik açıdan homojen bloklar oluşmasını engelledi. Kaldı ki Anadolu gibi tarih boyu insan trafiği çok olmuş bir coğrafyada hepimiz aslında birbirimize karıştık durduk. Dolayısıyla genetik açıdan saf Türk, saf Kürt ırkı gibi söylemler bugünün dünyasında komik kaçan kavramlar. Zaten dünyada kan üzerinden tanımlanan saf ırk söylemi çöpe atılalı çok oldu. Hem gereksiz hem de tehlikeli bir söylem bu.
Bununla beraber tabii ki bu ülkede Kürtler var. Bu kan, genetik gibi biyolojik konuların değil, sosyal psikolojinin dayattığı bir gerçek. Kendini Türk hisseden Türk, Kürt hisseden Kürttür. Aynısını Arap, Zaza, Laz, Çerkez, Roman, Arnavut, Boşnak, Ermeni, Rum vatandaşlarımız için de söyleyebiliriz. Etnik aidiyetine bakılmaksızın her Türkiye vatandaşı ise ulusal kimlik bakımından Türktür, bu da hepimizi kapsayan anayasal bir tanım. Bu durumda Türklük diğer etnik aidiyetlerden farklı olarak hem ulusal aidiyet hem de etnik aidiyet olarak adlandırılabiliyor. Tabii ulusal aidiyet toplumsal psikolojiden çok hukukun ve siyasetin bir konusu, onu bir yana bırakalım çünkü vatandaşlık bağıyla kazanılan bir statü bu. Etnik Türklük ise Kürtlük gibi toplumsal psikolojinin konusudur. Bir birey kendini etnik bakımdan da birden fazla gruba ait hissedebilir. Nasıl pek çok vatandaşımız hem Arnavut hem Türk, hem Roman hem Türk hissedebiliyorsa kendini hem Kürt hem Türk hisseden vatandaşlar da vardır. Zaten etnik kategoriler tek cevaplı olmak zorunda değildir, zamanla değişebilir, eriyebilir, güçlenebilir, birden fazla gruba aidiyet söz konusu olabilir, iki grup arasında kalma durumu olabilir, ihtimaller bol. Toparlarsak, birey kendisini hangi etnik topluluğa ait hissediyorsa genetik geçmişi nasıl olursa olsun o gruba aittir. Dolayısıyla Kürt oyları derken kastımız kendisini Kürt olarak tanımlayan, o etnik aidiyete sahip bireylerdir. Bu kişilerin bir kısmı kendini tamamen Kürt hisseder, kimisi biraz Türk biraz Kürt veya biraz Arap biraz Kürt, vb. hissedebilir. Kendini yüzde 100 Kürt kabul eden de, kısmen Kürt kabul eden de Kürt oyları bakımından ele alınabilir.
Soruya dönersek, peki Kürt etnik aidiyetini benimseyen vatandaşlarımızın önümüzdeki seçimlerdeki oy tercihi nasıl olabilir?
Kürt oylarına dair dört temel sabitimiz var: İlk olarak Kürt oylarının ağırlıklı tercihi 2002’den beri AK Parti ve HDP çizgisindeki partiler olageldi. İkinci sabit olarak seküler bir dünya görüşüne sahip Kürtler ağırlıkla HDP’ye, yer yer de CHP’ye oy verirken kendini muhafazakar veya dindar olarak tanımlayan Kürtler ağırlıkla AK Parti’yi tercih etmekteler (bakın yine kendini tanımlayan, öyle hissedenler diyorum, çünkü kimin Kürt, kimin dindar, kimin şucu bucu olduğunu tescil eden merkezi bir otorite yok, olamaz da, bizlerin aidiyet hissiyle ilgili durumlar bunlar). Üçüncü olarak, Hakkari, Şırnak gibi sınırda, hatta uçta yer alan illerdeki Kürtler ağırlıklı olarak HDP’ye oy verirken daha iç kesimlerdeki Kürtler AK Parti’ye oy vermektedir. Son olarak, etnik sınırların çok belirginleşmediği, birbirini çok net dışlamadığı, Türklük ve Kürtlüğün birbirinin ötekisi olarak görülmediği kesimlerdeki Kürtler ağırlıklı olarak AK Parti’ye oy verirken etnik sınırların zihinlerde daha belirgin ve dışlayıcı olarak kurgulandığı, mono-etnik bir pratiğin benimsendiği bölgelerde HDP oyları daha yüksek çıkabilmektedir. Tabii bu dört sabiti bağımsız olarak görmemek lazım. Mesela benim memleketim Elazığ’da etnik sınırlar daha flu iken bir sınır kenti olan Hakkari’de Kürtlük daha homojen bir kategori olarak algılanır ve yaşanır. Elazığ’da aynı aile içinde Kürtler, Türkler, Zazalar olabilirken Hakkari gibi uç kesimlerde Kürtlük daha homojen ve dışlayıcı olarak düşünülür. Coğrafya kaderdir demeyelim ama bir etkisi olduğu muhakkak.
Bu sabitlere rağmen Kürt oylarının adresi zamanla değişebilmektedir. Mesela 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’nde Kürt oylarının ağırlıklı olarak HDP’ye yöneldiği bir vaka. 7 Haziran sonrasındaysa HDP’ye giden Kürt oylarının bir kısmı AK Parti’ye geri dönmekte. Son seçimde bunu pek hissetmedik çünkü HDP’ye verilen “stratejik” oylar HDP’nin azalan Kürt oylarını bir nebze ikame etti. Önümüzdeki seçimlerde bu eğilimin devam edeceğini düşünüyorum, HDP’nin Kürt oyları bir nebze daha azalacak, AK Parti’nin Kürt oyları bir nebze artacaktır. Tabii bunu temsil gücü olan bir ankete binaen değil, Hakkari’den Şırnak’a, Diyarbakır’dan Van’a, İstanbul’a kadar gezilerimdeki kişisel gözlemlerime dayanarak söylüyorum, bilimsel bir kesinlikle konuşamam o bakımdan. Bu kaymanın miktarını ise bu süreçte AK Parti ve HDP’nin söylem ve icraatları belirleyecektir.
DBP-HDP’de iken kayyum atanan belediyelerde seçim nasıl seyreder? Hangi faktörler belirleyici olur?
Ben kayyum atamalarından kısa bir süre sonra bu belediyelere yaptığım seyahatlerde bölgede konuştuğum Kürtlerin ekseriyetinin süreci desteklediğini gözlemlemiştim. PKK’nın kendi kendine şiddet sarmalını başlatması, yanlış kaza ihbarıyla çağırılıp şehit edilen traifik polisinden uykusunda öldürülen polislere, daha sonra hendek ve tuzaklı patlayıcılarla güzelim ilçelerin yıkıma uğratılmasından PKK sorumlu tutuluyordu. Örgüt tarafından haraca bağlanan, zorla kepenk kapattırılan esnaf, çocuklarını okula gönderemeyen aileler, türlü tehditlere maruz kalan pek çok Kürt neredeyse kayyumlar için geç bile kalındığı düşüncesindeydi. Belediyelerin gençlik merkezlerinde çocuklarına Öcalan kitapları okutturulan, çocukları piknik adı altında kırsal arazide PKK teröristleri ile buluşturulan aileler bu görüşü tekrarladılar.
Ancak zamanla o acılar soğudu, PKK ve HDP’nin kayyumlar üzerinden kurduğu mağduriyet anlatısı kimi kesimlerde karşılık buldu. Bugün kayyumlara olumlu bakan Kürtler olduğu gibi olumsuz bakanlar da var muhakkak. Burada iyi hizmet sunan, vatandaşa soğuk bürokrasi penceresinden değil ama halkın içinden bakabilen kayyumların daha olumlu bir intiba bıraktığı konusunda hemfikirizdir sanırım. Ancak tek cümleyle özetlersek kayyum atamaları bir tercih değil mecburiyetti. Belediye aracına bomba yüklenip terör saldırısı yapılırsa ve bu sistemli bir şekilde yapılırsa elinizde başka bir çözüm yolu kalmıyor maalesef. Bunun farkında olan çok sayıda Kürt var şüphesiz.
Ben bu seçimlerde kayyum atanan belediyelerin en az beşte birinin AK Parti’ye geçeceğini, genel olarak da HDP (BDP/DBP)’nin önceki seçimde kazandığı birçok belediyede oy farkının azalacağını düşünüyorum. Yani gerçekçi olalım, bir önceki seçimde yüzde 80’le HDP’li belediye başkan adayını seçmiş bir yerleşkede bir seçimden diğerine radikal bir değişim beklenemez. Bir değişim olacaksa bile zaman içinde tedricen olacaktır.
Kürt oyları bağlamında adaylar mı, partiler mi, ittifaklar mı belirleyicidir?
Tabi Türkiye’de ciddi bir parti aidiyeti gerçeği var. Yani aday kim olursa olsun AK Parti’ye veya HDP’ye oy verecek kemik seçmen kitleleri var. Kimisi için partinin/hareketin lideri, kimisi için ideoloji böyle bir kemik seçmen kitlesi oluşturuyor. Ancak bu demek değil ki seçimler kemik seçmenlerle kazanılıyor. Özellikle yerel seçimlerde aday faktörü de en azından bu kemik seçmen kitlesi içinde yer almayanlar için önemlidir. Başkan adayının tanınırlığı, sahaya inip halkla kurduğu etkileşimi, şaibeden uzak temiz bir geçmişe sahip olması, vaatlerinin seçmendeki karşılık bulması, bunlar hep önemli konular. Ben Kürt oylarında parti aidiyetinin Türkiye geneline göre daha güçlü olduğunu düşünüyorum ama fark yaratan adaylar da olacaktır.
AK Parti’nin MHP ile ittifak yapmasının bölge oylarını etkileme ihtimali var mıdır?
MHP ile ittifaktan rahatsız olan Kürtler olduğu bir gerçek. Kısa vadede bunu değiştirmek zor. Ama uzun vadede bu ittifak doğru işlenirse Türk milliyetçiliği ile Kürt kimliğini harmanlayabilecek bir fırsata dönüşebilir. Türkiye farklı etnik dokuları bünyesinde barındırabilecek bir milliyetçilik inşa edebilir. Tabi bu uzun vadede başarılabilecek bir durum. Kısa vadede AK Parti’nin bu ittifakın Kürtlerin zararına değil menfaatine olduğunu inandırıcı bir üslupla anlatması gerekiyor. AK Parti dönemlerinde Kürtlere teslim edilen kültürel ve sosyal haklardan geri adım atılmayacağı, Kürtlerin bir devleti olduğu ve bunun Türkiye olduğu gibi konular işlenirse ittifakın Kürt oyları üzerinde kısa vadede oluşturacağı olumsuz etki telafi edilebilir.
HDP’nin CHP ile dirsek teması hiç kesilmedi ama HDP millet ittifakı içine de dahil edilmedi. Üstelik 7 Haziran’dan beri görünür olan bir etkileşim hatta senkronizasyon olmasına rağmen. Neden?
CHP’nin işi zor. Bir yandan liberal sol bir söylem, bir yandan ulusalcı bir söylem. Partinin genetik kodları ulusalcı söyleme daha yakın, seçmeni de çoğunlukla bu söylemi talep etmekte. Ama Kılıçdaroğlu partiyi dönüştürmek de istedi, dindarlara, Kürtlere, liberallere pek çok kültürel ve ideolojik kesime partiyi açmaya çalıştı. Sıkıntı şu ki bunları yaparken o eski ulusalcı söylemi de terk edemedi. Bir diğer deyişle CHP, hem İyi Parti hem HDP olmaya çalıştı, olamadı, olamaz da. Aynı sıkıntıyı seçim ittifakında da gördük. CHP İyi Parti’yle HDP’yi aynı koalisyon içinde birleştiremez, bu partilerin bugünkü kadro ve söylemleriyle bu mümkün değil. Ama toplumun yarısının desteğini alan AK Parti’yi yenmek istiyorsanız bu iki partinin de oyuna muhtaçsınız. O yüzden biriyle açık, diğeriyle gölge ittifak kurmayı denemekte. Ama bu gölge ittifak Sözcü okuyan, memur emeklisi, Atatürk rozetli emekli amcanın gözünden kaçmıyor, bunun parti tabanında ciddi bir hazımsızlık oluşturduğunu görebiliyoruz.
Nüfus açısından en büyük Kürt şehri İstanbul. İstanbul’da Kürtler açısından seçim nasıl seyreder?Cumhur ittifakının adayı Binali Yıldırım ile Millet ittifakının adayı Ekrem İmamoğlu açısından İstanbullu Kürtlerin tercihi hangisine olur?
Ben İstanbul’da Kürt oylarının daha önce de olduğu gibi ekseriyetle AK Parti’de toplanacağını düşünüyorum. CHP’nin bu ülkenin dindarları ve Kürtleri üzerinde ciddi bir miras sorunu var. Tek parti döneminin katı seküler ve asimilasyoncu uygulamaları Kürt hafızasında iyi bir yer tutmuyor. Bence Ekrem İmamoğlu’nun en büyük dezavantajı partisinin ismi.
2004 yılında Beykent Üniversitesi, İşletme ve Uluslararası İlişkiler Bölümlerinde lisans öğrenimini, 2006 yılında ise Koç Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü yüksek lisans programını tamamladı. 2006-2008 yılları arasında Utah Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde lisansüstü çalışmalarına devam eden Alptekin, Texas Üniversitesi-Austin, Siyaset Bilimi (Government) Bölümü'ndeki yüksek lisans çalışmalarını 2010 yılında tamamladı.
Doktorasını 2014 yılında yine Texas Üniversitesi-Austin, Siyaset Bilimi Bölümü’nde yazdığı “Explaining Ethnopolitical Mobilization: Ethnic Incorporation and Mobilization Patterns in Bulgaria, Cyprus, Turkey, and Beyond” başlıklı tez çalışmasıyla tamamladı.
Temel ilgi alanları karşılaştırmalı siyasal kurumlar, etnik siyaset, milliyetçilik, Türkiye ve Ortadoğu siyaseti ile araştırma yöntemleridir.
Etnik Terör ve Terörle Mücadele Stratejileri isimli kitabının yanı sıra makaleleri Ethnic and Racial Studies, Mediterranean Politics, Nationalism and Ethnic Politics, Afro Eurasian Studies, Insight Turkey, Wiley-Blackwell Encyclopedia of Political Thought gibi dergi ve derleme eserlerde yayımlanmıştır.
Halen İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim üyesidir.