Akademisyen Dr. Abdullah Erboğa, ABD Başkanı Donald Trump'ın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'ya "makul ol" demesinin arkasında yatan sebepleri kaleme aldı.
Beyaz Saray son zamanlarda birbirinden ilginç diplomatik gelişmelere sahne oluyor. Genellikle bir sanat olarak değerlendirilen diplomasi, gerek devlet adamlarının gerekse de bürokratların hassas ve bir o kadar da dikkatli hareket ettikleri bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Son zamanlarda Oval Ofis'te ise pek alışık olmadığımız türden bir diplomasi yürütülüyor. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump usul bakımından her ne kadar diplomatik teamüllerin dışına taşan bir diplomasi anlayışı sergilese de esas açısından bakıldığında aslında siyasi hedefleri ile taban tabana uyumlu bir diplomasi çerçevesinde hareket ettiğini söylemek mümkündür. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile yapılan görüşmelerde ortaya çıkan gerilimler de tamamen bununla alakalıdır.
7 Nisan'da gerçekleştirilen Trump-Netanyahu görüşmesi, hem Türkiye'yi doğrudan ilgilendiren konular hem de Trump'ın sergilediği tutum itibarıyla gündemi sarstı. Başkan Trump'ın Netanyahu ve İsrail'e yönelik kullandığı makul, mantıklı, akla yatkın anlamlarına gelen "reasonable" ifadesi dikkati çekti. ABD Başkanı'nın medya mensuplarının önünde bir İsrail Başbakanına dönük olarak üçüncü bir ülke hakkında uyarı taşıyan ifadeler kullanması belki de tarihte ilk defa yaşandı. Peki, Trump neden İsrail'in makul ve mantıklı olmasını istedi?
ABD-İSRAİL İLİŞKİLERİ
Aslında ABD ile İsrail arasındaki stratejik müttefiklik anlayışı iki devlet arasında dünyada eşine az rastlanan ortaklıklardan biridir. İsrail'in kuruluşundan bu yana ihtiyaç duyduğu ve hatta ihtiyacının çok ötesindeki savunma, güvenlik ve dış politika desteğinin Washington yönetimi tarafından karşılandığı muhakkaktır. Nitekim 2024 başkanlık seçim sürecinde Joe Biden ve Trump'ın rekabet ettiği alanlardan biri de kimin daha fazla İsrail yanlısı olduğu konusunda yapılan tartışmalardı. Bununla birlikte, Gazze soykırımıyla birlikte ikili ilişkilerde yaşanan bazı anlaşmazlıkların olduğu da açıktır. Washington yönetiminin İsrail'e sağladığı askeri, finansal ve siyasi destekte herhangi bir kısıtlama olmasa da İsrail'in agresif ve saldırgan davranışlarının ortaya çıkardığı maliyetler ve genel olarak Orta Doğu politikasında karşılaştığı dayatmalardan rahatsızlık duyduğunu gözlemlemek mümkündür.
Eski Başkan Barack Obama'dan itibaren ABD yönetimlerinin istisnasız olarak izolasyonist dış politika hedefleri doğrultusunda hareket ettikleri ve özellikle küresel yükümlülükleri sırtından atmaya çalıştıkları bir dönemde İsrail'in sergilediği davranışlar bir taraftan ABD'nin dış politika tercihlerini çıkmaza sokarken diğer taraftan da Orta Doğu gündemine hapsolmasına sebep oluyor. Özellikle yeni Trump dönemiyle ile birlikte tüm odağını siyasi, askeri ve ekonomik olarak güç biriktirmeye odaklamaya çalışan ABD açısından Orta Doğu gündemine hapsolmak pek de arzulanan bir tablo değil. Bu genel olarak ABD'nin İsrail ile angajmanının azalacağı veya verilen desteğin kısıtlanacağı anlamına gelmez. Ancak daha "makul" bir ilişki dinamiğine sahip olunması gerektiğini vaaz eder. Dolayısıyla, Trump'ın Suriye meselesiyle ilgili olarak İsrail'i Türkiye konusunda "makul" olmaya davet ederken aslında bizzat ABD-İsrail ilişkilerinde görmek istediği normalleşmeyi üstü kapalı olarak ifade ettiğini söylemek mümkündür. Trump'ın söz konusu görüşmede İsrail'e yıllık 4 milyar dolarlık yardımda bulunduğunu ve getirilen yüzde 17'lik gümrük tarifesinden vazgeçme konusunda kararsız olduğunu vurguladığı ifadeler ise iki ülke arasındaki ilişkilerin mükemmel yürümediğini ve çeşitli hoşnutsuzlukların bulunduğunu ispatlayan anlar olarak kayda geçti.
SURİYE MESELESİ VE İSRAİL'İN GÜVENLİĞİ
İsrail Başbakanı Netanyahu'nun ABD'ye gerçekleştirdiği ikinci ziyaretin acele bir şekilde olması Suriye konusunda Tel Aviv yönetiminin beklentilerinin aksine gelişmelerin yaşandığını ve bunu önlemek için destek almaya gittiği yönündeydi. Nitekim, Suriye'de Türkiye ile İsrail arasındaki güç rekabetinin yaşandığı çok bariz. İsrail hükümetinin, Suriye'deki parçalanmışlığın ve bölünmüş güç yapısının devam etmesini ve dolayısıyla Şam hükümetinin elinin zayıf kalmasını arzuladığı biliniyor. Buna mukabil, Türkiye ise bir taraftan ülkedeki istikrarsızlığın siyaset kurumunu güçlendirerek aşılmasına destek verirken diğer taraftan Suriye'nin güvenlik ve savunma alanındaki gereksinimlerinin de farkında. Ankara'nın talep edilmesi halinde bu alanlarda destek sağlayacak olması da oldukça muhtemel görünüyor. Ancak başta yakın komşuları olmak üzere İsrail'in bölgede güçlenen aktörlere tahammül edemediği ve bunu ulusal güvenliği açısından başat tehdit olarak değerlendirdiğini kuruluşundan bugüne pek çok olayda görmek mümkündür.
Bu açıdan bakıldığında Trump'ın, İsrail'in Suriye'de çeşitli askeri noktalara yönelik saldırılarına hız vermesinin ve Türkiye'nin karşısında konumlanmasının ardından Netanyahu'ya "makul ve mantıklı" olma uyarısında bulunması son derece önemlidir. Orta Doğu'da iki yakın müttefikinin yükselen gerilim içerisinde olması zaten ABD için başlı başına bir maliyet oluştururken, İsrail'in saldırgan davranışlarına devam ediyor olması Trump tarafından sorunlu görülüyor.
İsrail'in, Gazze ve Suriye'de sürekli olarak ABD'yi zorlayan bir tavır takınması ve bölgesel gerginliği her an yükselten saldırılarına devam etmesi özellikle Suriye meselesinde büyük riskler barındırıyor. Ayrıca İsrail'in, Türkiye'yi karşısına alarak bir tehdit olarak tanımlaması daha önce bölgede güvenlik tehdidi olarak yaptığı tanımlamalarının çok ötesinde anlamlara sahiptir. Bu sebeple, ABD Başkanı Trump'ın hem Türkiye-İsrail hem de ABD-İsrail ilişkilerinde daha makul bir ilişki ararken yeni dönemde belki de asıl normalleşmeyi Tel Aviv ile yapması muhtemeldir. Ancak söz konusu İsrail olduğu için karşısındaki aktör Trump bile olsa makul olmak ve rasyonel zeminde hareket etmek pek olası görünmüyor.