GAZETECİ ve yazar Yağmur Atsız ‘Türkçü bir babanın’ oğlu olarak 1939 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Gazeteci ve yazar kimliğiyle öne çıkmasına rağmen hep ‘Nihal Atsız’ın oğlu’ olarak tanındı. Aynı sıralarda hep faşist hem de komünist olmakla eleştirildi, o ise hep yanlış anlaşılmaktan şikayet etti. Türk Edebiyat Vakfı Yayınları’ndan ikinci baskısı çıkan Ömrümün İlk 65 Yılı kitabında kendini anlatan Yağmur Atsız’a hayatını ve babasını sorduk.
-Kimliğimizi oluşturan etkenlerden birisi aile ise, siz kendi ailenizi nasıl tanımlarsınız?
Aslında kökenimiz Gümüşhane. Çiftçioğlu ailesi 1852’de İstanbul’a göç etmiş. Babam, soyadını seçerken eski dildeki çift ‘t’ harfli yazılışını da düşünerek ‘karışık bir isim olsun’ diye Atsız’ı seçmiş. Amcamın soyadı Sançar. Soyadı Kanunu çıktığı sırada Çanakkale’de askermiş ve ‘Herkes 24 saat içinde soyadı alsın’ denilmiş. O sıralarda da telefon falan hak getire, birbiriyle temas edememişler. Amcam ise Anadolu’ya ilk gelen beyliklerden Sançar soyadını seçmiş. Komiktir, o sırada dedem Nail Bey de Yılmaz soyadını almış. Yani baba ve iki öz kardeşin soyadları farklı. Sonradan bu durumu konuştuklarında, akıllarına gelse Çiftçioğlu soyadını tercih edeceklerini söylemişler. O telaş içinde düşünememişler... Herkes gibi benim kimliğimin teşekkülünde de çevrenin etkisi derin olmuştur. Bu bağlamda çevre etkisi iki yönlü olur: Olumlu ve olumsuz. Yâni çevremizin bâzı unsurlarını benimseriz, bâzıları ise bize ters geldikleri için onları reddederiz. En azından reddetmeye uğraşırız. Gerçi bunda tam başarılı olduğumuz pek söylenemez ama o çaba da kimliğimizin, benliğimizin oluşumunda rol oynar. Ben ikisinden de nasîbimi fazlasıyla aldım.
ENTELLEKTÜEL BİR NAMUS BELASI
-İsminiz bir öyküsü var mı? Kim tarafından, neden bu isim konulmuş?
Babam koymuş. Öteden beri isimlerimizden çoğunun yabancı kökenli, en başta da Sâmî kökenli olmasından rahatsızlık duyuyordu. Zâten ömrü boyunca sayısız genç ebeveyne ‘Türkçe Ad Listesi’ yazıp yollamaktan bir hâl olmuştur.
-Haydarpaşa Lisesi’nde okuduğunuz dönemde, öğretmenleriniz ve öğrenci arkadaşlarınız arasında kimler vardı? DP iktidarının ilk yıllarının yaşandığı bu dönemde, sizin Haydarpaşa’dan Türkiye ve dünyaya bakışınız nasıldı?
Liseden en unutamadığım anım, Çarşamba ve Cumartesi sabahları duyduğum gizli sevinçti. O günler okul yarım gün olduğu için saat 14.00’ten îtibâren Beyoğlu’nda turlamaya başlardık. Lisede benim için en önemli öğretmenim Nâhit Fıratlı olmuştur. Edebiyâta gelirdi. Zâten çok iyi bir öğretmendi ama vaktiyle Orhan Veli’nin büyük aşklarından biri olması, şahsiyetini benim için daha da ilginç kılıyordu. Çok severdim. O da beni severdi. Ünlü Fenerbahçeli futbolcu Ömer Boncuk da keman öğretmenimdi.
-Çocukluk arkadaşınız ‘Jön’ Ediz Hun olduğuna göre, siz de o dönemde kızların dikkatinden kaçmayacak kadar yakışıklı olmalısınız.
Ondan yakışıklıydım zaten, hiç şüphesiz... Ediz ile çocukluk arkadaşıyız. Anne ve babalarımız öğretmendi ve gece yarılarına kadar ailecek görüşürdük. Bebeklikten beri tanışırız. Hatta kahvaltı yaparken birbirlerimizin zeytinlerini çalardık. Benim önümdekiler ona, onunkiler bana daha güzel zeytin olarak gelir, birbirimizden aşırırdık. Ben Almanya’ya gittikten sonra, uzun süre birbirimizi kaybettik.
-Haldun Dormen tiyatrosuna devam eden bir gençken ne yaşandı da birden bire sanat dünyasını bırakıp Almanya’da haberci olmayı tercih ettiniz?
Haldun Dormen’in öğrencilerinden biri olmam da hayâtımın önemli tecrübelerinden biridir. Eğer Almanya işi çıkmasaydı sanırım ki tiyatroya devâm ederdim. Asıl amacım aktör değil rejisör olmaktı, bunu da en iyi Haldun Ağabey’in yanında öğrenebileceğimden emindim. Ama Almanya daha geniş imkânlar vâdediyordu.
-Kıbrıs Barış Harekatı’nı ‘Almanya’nın Sesi televizyonu temsilcisi’ olarak izlemek, Türkiye’ye ve bu harekata yaklaşımınızı nasıl etkiledi?
Kıbrıs Harekâtı’nı bir Alman kitle haberleşme aracının editörü olarak izlemek hayâtımın yine önemli tecrübelerinden biri olmuştur. O vesîleyle Türk medyasının Türk halkını nasıl aldattığını öğrenme fırsatını da elde ettim. Meselâ Türk uçaklarının bir Türk savaş gemisini batırdığı haberi yıllarca Türk halkından gizlendi. Şu anda bile öfkeleniyorum.
-Ömrümün İlk 65 Yılı kitabınızda ‘Maocusuyla da ülkücüsüyle de Moskova yanlısı komünisti ile de çok temasım oldu. Ama doğrusu hiç birini gözüm tutmadı’ diyorsunuz. Neden hiçbirini gözünüz tutmadı?
Gözüm tutmadı çünkü onların hakiki olmalarından şüphelendim. Çok konuştum, Türkiye’dekilerden bahsediyorum. Bir çokları için bu bir moda gibiydi. İçimde uyanan izlenim buydu. Komünizm gömleği, ülkücülük gömleği iyi oldu gibi, bu akşam davette bu gömleği giyineyim gibiydi. İkincisi gerekli bilgi derinliğini bulamadım.
-Kendinizi ‘İnançlı demokrat’ olarak tanımlıyorsunuz. İnanç ve demokrasi bir araya geldiğinde nasıl bir sentez ortaya çıkar?
İnançlı demokrat olduğumu söylerken burada inanç kelimesini îman anlamına değil kanaat anlamına kullanıyorum.
-Sizin için diliniz ve kullandığınız noktalama işaretleri için ‘Yağmur Atsız Yazım Kuralları’ başlığı altında bloglar bile açılmış durumda. Kendinize özgü bu üslubu nasıl doğdu?
Beni okumak zahmetine katlananların tâbiriyle bir ‘Yağmur Atsız Üslûbu ve İmlâsı’ geliştirmemin sebebi tamâmen pratiktir. Yâni orijinalite olsun filan gibi bir derdim yok. Fakat bizim imlâmız ve çok şükür atlatmaya başladığımız ‘Öztürkçe Nevrozu’ yüzünden üslûbumuz ne yazık ki dilimizin canına okundu. Genel geçer bir imlâmız ve ortak bir kelime haznemiz kalmadı. Dünyâda yaşayan klasik edebî diller arasında yazım kuralları böylesine çapaçul, telaffuzu böylesine bozulmuş ve (zenginleşmek bir yana!) kelime kaybına uğrayan başka lisan yok! Ben onun için, Don Kişot’un yel değirmenlerine saldırması misâli, tek başıma ‘Olması gerekdiği gibi’ yazmaya gayret ediyorum. Kimsenin iplediği yok ama ne yapayım, entellektüel ‘Nâmus belâsı’, sonuna kadar direneceğim. Ben öldükten sonra ise hiç değilse zabıtlara geçecek...
İSTANBUL MOZAİK DEĞİL EBRUYDU
-”50’lerde İstanbul rengarenkti. Ama nedense bir ebru olmanın bilincini kaybedip kendini bir mozayik sanma cehaletine yuvarlanmıştı” diyorsunuz. İstanbul size ne anlam ifade ediyor?
Ebrû ile mozaik arasındaki farklardan biri, ebrûnun değiştirilemez oluşudur. Mozaik ise, kendisini oluşturan ufak taşlar oynatılarak her zaman için değiştirilebilir. İşte İstanbul bu bilinci kaybederek mozaikleşti! Öyle olunca da bin parçaya bölündü. Şuurunu kaybetti! Bugün İstanbul, benim gibi az sayıda birkaç meczûbun yüzüsuyu hürmetine hâlâ mevcut.İstanbul’dan uzak kalmanın ne demek olduğunu ise bilmiyorum.Ben hiç uzak kalmadım. Çünkü İstanbul benim içimde...
Türk basınına öfkeliyim
-Siz Türkiye’nin önemli kalemlerinden biri olmanıza rağmen biyografiler her defasında ‘Nihal Atsız’ın oğlu’ ifadesiyle başlıyor. Atsız’ın oğlu olmak hayatınızı nasıl etkiledi, kolaylaştırdı ya da zorlaştırdı? Atsız’ın beğenmediğiniz ve beğendiğiniz yönleri neydi? Bu hafta Babalar Günü, onu özlediğiniz oluyor mu?
Bugün, ölümünden 38 yıl sonra babama vaktiyle sormayı ihmâl ettiğim bir dizi sualin bulunmasını gerçekten şâyânı teessüf buluyorum. Bu fırsatı artık ebediyyen kaçırdığım için de kendime kızıyorum. Ama hangileri olduğunu burada sıralamak da istemiyorum.
-Babanızın 4 Mayıs 1941 tarihide size ‘Yağmur Oğlum’ diye seslenerek başladığı ve Türkiye’nin ezeli ve ebedi düşmanlarını sıralayarak ‘Çarpışmaya iyi hazırlanmanızı’ istediği vasiyetnamesinin üzerinden 72 yıl geçti. Babanızın vasiyetini yerine getirdiniz mi?
Babamın tasavvur ettiği mânâda ‘İyi bir Türkçü’ hiç olamadım.
-Nihal Atsız sizce bir ırkçı mıydı?
Irkçıydı. ‘Türk soyundan gelenlerle kendini bir Türk kadar Türk hissedenler Türktür’ diyor. Kendini Türk hissedenler diyerek, kapıyı kapatmıyor... ‘Ben Türküm diyorsa Türk’ diyor. Soya sopa çok baktığı için, bunu söylediğine göre ırkçıydı. Irkçılıkla ilgili pek çok sorum olacaktı ama geçmiş artık.
-Babanız tarih ve Türklük konularında sizi yönlendirmeye çalışır mıydı?
Babam medeni bir insandı. Çok uzun konuşurduk ve sohbetine doyum olmazdı. Ters düştüğümüz olurdu ama kavga etmezdik. ‘Biz ırkçıyız’ şeklinde yazıları vardı ve ‘Niçin ırkçıyız?’ diyerek ters düşüyorduk.
-Babanız, evinize gelen konukların kafasını ölçermiş. Kafatasını ölçtüğü isimler arasında kimler vardı?
Babam öyle bir şeye inanmazdı, dalga geçmek için yaptığı bir şeydi.
-Evinize gelen misafirler arasında MİT İstanbul Bölge Başkanı Şevki Paşa’dan daha sonra 27 Mayıs sürecinin ‘Kudretli Albay’ı olacak teğmen Alparslan Türkeş’e kadar çok sayıda önemli ismin yer aldığı görülüyor. Bir yandan da Yaşar Kemal gibi bir isimle görüşüyor. Evde ne konuşulurdu? Babanızın devletin istihbarat servisleriyle olası bağlantılarını hiç düşündünüz mü?
Aslında medeni ilişkiler. Kanlı bıçaklı olacak halimiz yok ama babamın geniş bir çevresi vardı. Babam İnce Memed’i okuduğu zaman çok sevmiş, hatta beraber okuduk. Babamın devletle olan ilişkisi bir iş ilişkisi. O sırada devletten başka bir şey de yoktu, o aydınlar nerede çalışacak? Devletle ilişkileri daha sıkı aydınların, memur oluyorsun. Babam o sıralarda tabutluğa bile girmişti...
-Babanızın size ‘Tabutluk’ günlerini, orada kimlere nasıl işkence yapıldığını anlattığı olur muydu? Bu işkencelerle, ne öğrenilmek istenmiş?
Bazen bir şey söyletmek için bazen zevk için işkence yapılmış. Ancak sığabileceği kadar bir yere sokulup, kafasının 20 santim üzerine de 1500 mumluk ampul yakılmış. İnsanın 10 saniye sonra ne hale geleceğini tahmin edersiniz... 23 kişilermiş ve aralarında üniversite öğrencileri, öğretmenleri varmış. Bir de Türkeş varmış ama henüz genç bir teğmen. ‘Hükümet darbesi nasıl yapılacaktı?’ diye söyletmeye çalışıyorlar. Darbe onlarla mı yapılır, darbe yapacak adam silahlı kuvvete ihtiyaç duyar. İçlerinde bir tane teğmen var. O sırada otoriter, bir polis devleti var. Kim kime darbe yapacak?
-Babanız bir gün okuldaki en güvendiğiniz arkadaşınıza ‘Sana bir sır vereceğim, Hitler bizim evde saklanıyor’ de diyor, sizde söylüyorsunuz ve 3 gün sonra sivil polisler evinize geliyor. Babanız, Türkiye’deki istihbarat ağının yaygınlığını mı test etmişti?
Test etmekten çok, dalga geçmekti amacı.