30 Nisan 2025 Çarşamba / 2 Sevval 1446

Ve kutsal geri döner

PROF. DR. ALİ KÖSE, KUTSALIN DÖNÜŞÜ’NDE SEKÜLERLEŞME TEORİSİNİN GEÇERLİLİĞİNİ KAYBETTİĞİNİ VE BUNUN İDEOLOJİK BİR TEZ OLDUĞUNU SAVUNAN SOSYAL BİLİMCİLERİN GÖRÜŞLERİNİ BİR ARAYA GETİRİYOR.

EYYÜP AKYÜZ9 Temmuz 2015 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Ve kutsal geri döner

Modernizm; bütün kadim öğretileri, gelenek ve görenekleri tahrip etmekle kalmamış, dinlerin de birçoğunu tahrif etmiştir. Din, özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda gelişen, akılcı düşünceyi ön planda tutup insanı tüm inançlarından soyutlayarak özgürleştirmeyi (!) ve yeni bilgiye yönelik kabulü geliştirmeyi amaçlayan düşünsel gelişimi kapsayan Aydınlanma Çağı ile birlikte geri planda bırakılmaya çalışılmıştır. Bu çaba, bazı teorilerle ete kemiğe büründürülmüştür. Bu teorilerden biri olan ‘sekülerleşme tezi’ Aydınlanma Çağı’nın en büyük çocuğu olarak nüfus kayıtlarına geçecektir. Modern dünyada dinin tıpkı bir çağ gibi kapanıp tarih sayfalarındaki yerini alacağını öne süren Batılı sosyal bilimcilerin bu tezi hangi verilere dayanarak ortaya attığı, incelenmesi gereken bir husustur kuşkusuz. Çünkü bilimsel verileri olmayan tezler bilimin değil, felsefenin konusudur. İşin garibi, rasyonalist ve pozitivist dünya görüşünü haiz sosyologların canı gönülden desteklediği sekülerleşme tezi; yenilikçi, ilerici ve mantıkçı olmayı savunurken büyük bir çelişkinin merkezinde duruyordu. Dinin son günlerini yaşamakta olduğunu ve yakın bir zaman diliminde üzerine toprak atılacağını söyleyen sekülerci sosyologlar, olanı değil olmasını istediklerini söylüyorlardı aslında. Bu durumda teorisyen değil taraf/tar olmaktaydılar. Sekülerleşme teorisyenleri böylece daha yola çıkmadan saflarını belli ediyor ve bilimin asla kabul edemeyeceği tarafgirler ordusuna adlarını yazdırıyorlardı. Dolayısıyla yöntem ve mantık hatalarının olması kaçınılmazdı. İkinci bir hata olarak da, rasyonalistlerin dünyayı dinden arındırma mücadelesi sırasında yaptıkları sekülerleşme analizlerinin bir genellemeye dönüşmesi olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü başlangıçta Hıristiyanlık dinine savaş açan sekülerci sosyologlar, yalnız Hıristiyanlık değil diğer dinlerin tanrılarının da öleceğini söylüyorlardı. Suç ve Ceza’nın başkahramanı Raskolnikov’la aynı doğrultuda düşünüyorlardı bir bakıma. Ne diyordu Raskalnikov: “Ben aslında bir insanı değil bir ideolojiyi, bir fikri öldürdüm.” Sekülerleşme teorisyenleri de bir dini değil ‘inanç’ı öldürüyorlardı.

DİN SAPASAĞLAM AYAKTA

Dini, bir kurum olarak gören kimi sosyal bilimciler yeni kurum ve kuramlarla dinin ölüm fermanının yazıldığını söylüyorlardı. August Comte sosyoloji biliminin ahlakî yargıların temeli olarak dinin yerini alacağına inanıyor, Frederich Engels sosyalist devrimin dini imha edeceğini söylüyor, Marks rasyonelleşme ile dinin sonunun geldiğini düşünüyor, Sigmund Freud nevrotik illüzyon olarak gördüğü dinin psikanalizle birlikte tarihe karışacağını iddia ediyordu. Kısacası 20. Yüzyıl, Tanrının ölüm yüzyılı olacaktı, olmalıydı.

Sekülerleşme tezine karşı çıkan sosyologların da antitezleri olacaktı elbette. Kimilerine göre 20. Yüzyılın son parkurunda kutsal olan din geri dönüyordu, bazılarına göre ise dönmesine gerek yoktu. Çünkü kutsal hiç gitmemişti. İnsanların mabetlere gitmiyor olması, sekülerleşmenin ölçütü olamazdı. Kurumsal din ile bireysel din arasındaki farkı betimlemek gerekiyordu ilkin. Sonra da ülke ülke, kıta kıta insanların dinle olan ilişkisini enine boyuna incelemek gerekiyordu.

Tam bu noktada Rodney Stark’ın ‘Toprağın Bol Olsun Sekülerleşme’ makalesine değinmeden olmaz. Stark, pek çok kaynağı referans göstererek, geçmişte insanların daha dindar olduğu inancının tamamen asılsız olduğunu izaha çalışıyor. Hatta dindar insanlara yapılan “Dünyayı Ortaçağ karanlığına götürmek mi istiyorsunuz!” şeklindeki eleştirinin saçmalığına dikkat çeken Stark, Ortaçağ insanının dine hayli uzak durduğunu söylüyor. Dünyanın modernleşmeden evvel de insanlar için cazip bir oyun ve oyalanma mekânı niteliğinde olduğunu tahmin edebilmek çok da güç değil. Kur’an-ı Kerim’de geçen “Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın!” ikazı, insanın dünyaya ne derece meyilli olduğunun kanıtıdır aslında. Modernizmle birlikte dünyanın daha çekici hâle geldiği ortada ancak dünya değişse de insanın fıtratının değişmediği de bir o kadar aşikâr.

SEKÜLERLEŞME TEZİNİN ÇÜRÜKLÜĞÜ

Modernizm dindarlığa zarar verecek olsaydı en büyük zararı ABD görürdü diyen bazı sosyologlar, ABD’deki dindarlık oranının çoğu ülkeye kıyasla oldukça yüksek olduğuna dikkat çekiyorlar. Yine teknoloji devi Japonya’nın dine bakışı ve endüstrileşmenin başladığı İngiltere’nin diğer Avrupa ülkelerinden daha inançlı olması da sekülerleşme tezini çürüten verilerdir bazılarına göre.

İskandinav ve Kuzey Avrupa ülkelerinin dine mesafeli duruşunu sekülerizm kanıtı olarak gösterenlerin yanıldığını düşünen Rodney Stark, oralardaki dinsizliğin kiliselerin Hıristiyanlaştırmadaki başarısızlığından kaynaklandığını öne sürüyor. Çünkü Hıristiyanlık tebliğ metoduyla değil, kralları vaftiz edip ulusal aziz ilan ederek yayılmayı seçen bir devlet kilisesiydi.

Sekülerleşme teorisinin savunucularından Bryan Wilson’un teşbihine yer vermeden olmaz. Wilson’a göre modernleşmeyle birlikte kilise, toplum nezdinde ihtiyaç duyulduğunda gidilen bir postane gibidir. Bu da bir sekülerleşme delilidir. Sekülerleşme tezini tenkit edenlere göre ise postaneye gitmemek haberleşme ihtiyacının yok olduğunu göstermez, aksine bireysel haberleşme şekillerinin icat edildiğine işaret eder.

Son olarak Daniel Bell’in makalesindeki cümlelerine kulak verelim: “Öyle görünüyor ki modernizmin yorgunluğu, komünizmin soğukluğu, özgürlüğün bıkkınlığı ve tekelci politik söylemlerin anlamsızlığı bize artık bir dönemin (sekülerleşme) sona doğrun ilerlediğini gösteriyor.”

Kutsalın Dönüşü

Prof. Ali Köse

Timaş Yayınları