Uzun süre Son İstasyon, Çete ve Racon gibi önemli dergilerde yayın yönetmenliği görevini üstlenen ve son zamanlarda şiirlerinden sıkça söz ettiren şair ve yazar Güven Adıgüzel ile son şiir kitabı Kadraj Hataları üzerine hoş bir sohbet gerçekleştirdik. Şiirin hiçbir şeye benzemeyen ürpertici bir tarafının olduğunu fark etmem hayatımı biraz zora soktu diyen Adıgüzel, kitabını ithaf ettiği geniş kitleye, şiirinin diline ve Neşet Ertaş’ın sembolik önemine dair dikkat çekici açıklamalarda bulundu.
Kadraj Hataları’nın ortaya çıkış serüveniyle başlayalım isterseniz…
Kadraj Hatalarıağırlıklı olarak 2011–2014 tarihleri arasında İtibar Dergisi’nde yayınlanmış şiirlerimden müteşekkil bir dosya. Yani serüveni başlatan mesele, doğal olarak bu yıllardaki yoğun duygu durumum ve bunların kâğıda yansıması. Şiir kitapları, yayınlanan şiirlerin yeterli bir sayıya ulaşması neticesinde en parlak fikir olan ‘şiirleri iki kapak arasına terfi ettirme’ seçeneğinin değerlendirilmesiyle meydana gelir zaten, usül bu. Biz de öyle yaptık.
Şiirle ilk irtibatınız nasıl oldu ve şimdi nasıl devam ediyor? Modern şiire nasıl bakıyorsunuz?
Şiirle ilk irtibatım sanırım lisede arabesk şiirler yazdığım döneme denk geliyor, bu şiirlerimi kitaplaştırma çılgınlığında bile bulunmuştum hatta. Sonra üniversite yıllarımda kanıma karışan şairlerle ve onların hayat kurtaran dizeleriyle tanıştım. Edebiyat dergileriyle temasım da bu çelikten bağı güçlendirdi. Şiirin hiçbir şeye benzemeyen ürpertici bir tarafının olduğunu fark etmem hayatımı biraz zor’a soktu aslında. Yine de bu iştigalden/işgalden hiç şikâyetçi olmadım. Şu sıralar iyi bir şiir okuru olma yolunda ilerliyorum, fena da değilim bu alanda, vakti gelen kelimeleri ise -yalnızca bir aracı olarak- kâğıtla buluşturup kayıtlardan düşüyorum. Kalbin zor’u da bu işte.
Modern şiir meselesine gelince, herkes ve her şey modern, su verdiğimiz çiçek, yaşadığımız hayat, selamlaştığımız kapıcı, yemek yediğimiz masa, içtiğimiz su. Yazdıklarımız da yaşantımıza dâhildir elbette. Konu uzun, dert büyük, ben ilk tokadı Mahmud Erol Kılıç Hoca’nın Sufi ve Şiir kitabından yemiştim mesela. Modernliğin, yani tufan’ın tam ortasından söylenen ‘şiir’in’ hakikati üzerine konuşmak çok kolay olmasa gerek. Öz ve biçim ya da form mevzusundan ibaret değil üstelik meselemiz. Ne diyeyim; Allah kelimelerimizi yani cephaneliğimizi hakikat ve iyilik üzerine yakmayı nasip etsin hepimize.
Şiirlerinizin bir ayağı bu dünyaya basarken başka başka dünyalarda da geziniyor. Şiirinizdeki dil hangi zeminde oturuyor?
Ben yazdıklarımı peşinen modern sayıklamalar olarak nitelendiriyorum, şair olduğumu iddia edecek durumda değilim, şiirle uğraşmak kavramı daha doğru geliyor bana ya da yekten; şiirle boğuşuyorum demek. Şiir-edebiyat mahfilleri ile fazla bir bağım yok. İstanbul’da yaşamıyorum zaten. Genel bir bakış olarak; ortamda gereksiz bir gerilimin olduğunu düşünüyorum, herkes kusursuz ve eleştirilemez, kimse kimseyi beğenmiyor, sağlıklı değil bu. Dinamik gibi görünse de oldukça statik bir alanda seyrediyoruz. Şairlerin mevzilerini terk etmeden hadlerini bilmesi lazım, hayat şiir’den ibaret değil. Dünya bir sürgün yeri yalnızca, bu sebeple burada yapılan dünyevi işlere gereksiz bir kutsallık atfetmeye falan da gerek yok. Her gün sadece katıksız ekmek yesen bile geçinemeyeceğin bir asgari ücret gerçeği var ortada, daha mı az kederli mesela bu?
Yazdıklarım üzerine neler söylendiğini bilmiyorum. Kişisel olarak sloganlara mesafeli olduğumu söyleyebilirim ama. Buluşçu dizeleri, derdi olan şiirleri ve güçlü söyleyişleri seviyorum, ölümün olduğu yerde artistik olmaz, onu biliyorum. Dil uygun bulduğu zemine oturacaktır zaten. Ben şiir yazarken yaralarımla hesaplaşıyorum, çekmediği derdin rolünü yapanlara da, üçüncü sınıf artistik acılara da karnım tok.
Tüm kapıcı çocuklarına, İmam Ali’nin ağladığı kuyulara ve hiçbir kadraja giremeyenlere armağan ediyorsunuz kitabınızı… ‘Öteki’ olanların dünyasını neden bu kadar önemsiyorsunuz?
Kovboylara karşı Kızılderilileri tuttuk çünkü yıllarca, bu çocuksu eylemselliği sürdürmeliyiz. Kimlik ve kültür vakıaları üzerinden modern bir sosyolojik kavram olarak ‘ötekileştirme’ bahsini hemen geçiyorum. Şiirden devam edelim; öteki her zaman merkezi tehdit eder, bu iyi bir şey. Tehdit değil ama ‘rahatsız edici olma’ hali güzel. Ayrık otlarını steril bahçelere pek yakıştıramıyorlar, olsun. Hikâyenin merkezinde onlar var ve olmaya da devam edecekler. Kuşatılan her yer şiire gebedir. Elbette kapıcı çocukları da İmam Ali’nin ağladığı kuyulara dâhildir. Elimize kalemi aldığımızdan günden beri; bizim şarkılarımız arka sıralara.
Bir şiirinizde ülkeyi hiç Neşet Ertaş dinlemeyenlerden kurtarmaktan söz ediyorsunuz. Kim bu Neşet Ertaş dinlememiş olanlar ve ülkeyi neden kurtaralım onlardan?
Neşet Ertaş ruh köklerimizi imleyen ırmaklardan biri, güçlü ve serinletici bir imge, aynı Ahmet Uluçay gibi o da bu toprakların su sızdırmaz çatılarından. Başımızın üstünde yani yeri. Sazı da sözü de, safi irfanı temsil ediyor, sırtımızı rahatlıkla yaslayabiliriz buraya. Ülkenin en güçlü adamının yüzüne karşı ‘‘yoksulun cıgarasına karışma, ne etsin gariban, yok işte ne elde ne avuçta’’ demesinden alınacak nice ibretler vardır mesela. ‘Neşet Ertaş dinlememiş adamlar’ bahsine gelirsek, toprağına, türküsüne, annesine, ninnisine yabancı, kitaba lahmacun kadar kıymet vermeyen, Hafız’ı mahallenin imamı zanneden, kültür deyince aklına kaldırım taşları gelen adamlar bunlar, çoğu bürokrat, teknokrat, hipokrat, asmakat. Metaforla saadet olmaz ama, burası kimin memleketidir diye sorsalar bir gün bana, hiç teklemeden, burası Neşet Ertaş’ın memleketidir derim. Daha kurtaracak o kadar çok dünya var ki ve ne kadar az kahraman istihdam ediyoruz oysa. Küçük Prens’in bakan olmasıyla bitseydi keşke her şey.
Kitap ismi dikkat çekici, ‘kadraj’ imgesi sizin zihninizde nasıl konumlanıyor ve tam olarak neyi/neleri temsil ediyor?
Kadraj hayatın kendisi, kadraja giremeyenler şiirdir. Bu kadraja müdahale edecek, bu kuşatmayı yaracaksa eğer, edebiyat güzeldir. Kelimeler emanetimizdir, kelimelere inanıyorum.
Kadraj Hataları
Güven Adıgüzel
İzdiham Şiir