21 Aralık 2024 Cumartesi / 20 CemaziyelAhir 1446

Her şey çok güzel olacak derken…

Dizginsiz bir çağda yaşamayı ayrıcalık addeden Amin Maalouf, yakın ve uzak zamanların siyasi ve kültürel tarihinin satır aralarında bir kazı çalışmasına girişiyor adeta. Silkinip toparlanmayı hâlâ mümkün görse de pusularla dolu yollarda takınılacak en berbat tavrın “her şey çok güzel olacak diye mırıldana mırıldana gözü kapalı ilerlemek” olduğunun farkında.

ASIM ÖZ5 Kasım 2019 Salı 07:00 - Güncelleme:
Her şey çok güzel olacak derken…

Son yıllarda düşünce yazılarıyla öne çıkan Amin Maalouf,  zamanın ruhuna eleştirel bir mercek tutan son kitabı Uygarlıkların Batışı’nda daha önceki Ölümcül Kimlikler ve Çivisi Çıkmış Dünya’daki gibi tüm günümüzde siyasi ve zihinsel atmosferin nasıl altüst olduğunu anlamaya çalışır. Sadık okurlar geçmişle geleceği şimdiyi ihmal etmeden çözümleme çabasındaki üç kitapta da tanıdık göndermeler bulacaktır. 

BETER ZAMANLARDA ROTA ARAYIŞI

Dünyanın mevcut durumunu evrenselcilikle örtüşmeyen kimlik taşkınlıkları siyaseti,  etnik, kültürel sınırlar veya din konusundaki kabileci anlayışlara tutsaklıkla itham eden Amin Maalouf’un, evrensel vurgulu düşüncelerini anlamak, onu tanımak ama aynı zamanda mevcut siyasi gerçekleri nasıl yorumladığını daha iyi kavramak için şu satırları birlikte okuyalım: “Günümüz insanlığının ayırt edici özelliği, çok geniş kümeler içinde bir araya gelme eğiliminin aksine, çoğunlukla şiddet ve hınçlılık içinde parçalanmaya, hizipleşmeye yöneliştir.”(s.149) Bunu çok çehreli sol üzerinden düşünüp örneklersek parçalanmanın yeni boyutları daha iyi kavranabilir. Zaten Maalouf’un bu bağlamda üzerinde durduğu hususlardan biri, komünist rejimlerin öne çıkardıkları evrensel fikirleri gözden düşürmelerinin ardından yaşanan tarihsel değişimlerdir. Soldaki dil değişikliği şu gösterge üzerinden daha kolay tanınıp yakalanabilir; tüm toplum için tümel bir proje önermek yerine, hınçlarını bir araya getirdikleri takdirde yeniden çoğunluk olma ümidini taşıyabilirmiş gibi davranmak.  Maalouf’a göre, kendini solda konumlandıranların kimlik ağırlıklı kavgalara savrulmasının hiçbir izahı yoktur. 

Yazarın, yakın geçmişi hatırlatırken kullandığı üslupta Fransız merkezli evrensellik, eşitlik, barbarlık, yurttaşlık, laiklik gibi temalara eşlik eden bir nostalji tınısı vardır. Nitekim önsöz ve son söz dışında dört bölümden oluşan kitabının aralarına serptiği alıntılarda Maalouf, yaşanan tehlikeli olayların uğultusunu, tükenen sabrı, başlayan can çekişmeyi, sadece dış yüzeyleri parlayan milletleri, geleceğin içinde çürüyen geçmişi ve en beterin ne olduğunun henüz bilinmediğini esefle ortaya koyar. Meramını anlatırken yaşananlar üzerine derin düşünmek gerektiğinin altını çizen Maalouf, kitabın adındaki “batış” kelimesinin ifade ettiği gibi dünyanın tehlikeli bir yola saptığını ve vahim bir türbülansa doğru yol alındığını kaydeder. 

Uygarlıkların Batışı’ndaki dört uzun denemede geçmiş, kültürel duyarlılıklara, ahlaki sorgulamalara ve şimdiki zamanın siyasi gereklerine göre ayıklanıp yeniden yorumlanır. Amin Maalouf, bu yüzyılda karşılaşılan tehlikeleri gözden geçirirken insanlığın pusulasını yitirdiğini hesaba katmak gerektiğini fark ettirir: “Artık kimsenin ahlaki bir otoriteye, kimsenin ahlaki bir inandırıcılığa sahip olmadığı bir dönemdeyiz, söz sahibi büyük ulusların, büyük kurumların, büyük dinlerin bile.  Dünyayı yeniden hayal etmemiz gereken mühim bir anda olduğumuzu düşünüyorum.” 

TARİH, HAFIZA VE SİYASET

Bazı edebiyatçılar güncel büyük meselelerle uğraşsalar dahi olayları doğru değerlendirmek için geçmişin şimdiki zamana eşlik ettiği belli bir arka plana ihtiyaç duyarlar. Amin Maalouf, Uygarlıkların Batışı’nda geçmişi, geleneksel olarak tarih diye adlandırılan disiplininkinden daha geniş ilmekli bir ağın içine alarak, bu geçmişe büyük ölçüde öznellik ve yaşanmışlık dozu katar. Maalouf, güçlü siyasi sarsıntıların, gürültüyle patlak verdiğinde ve yıkıcı ya da devrimci olabildiklerinde nelere yol açtığını 1967 Arap İsrail Savaşı ile “büyük değişim yılı” adını verdiği 1979’daki petrol krizini, İran İslâm Devrimini, Afganistan işgalini ve İngiltere’deki muhafazakâr devrimi dikkate alarak açıklar.  

Amin Maalouf’un siyasi anlaşmazlıklar ve ekonomik krizler yüzünden kalbura dönmüş Ortadoğu başta olmak üzere gözlerimizin önünde başkalaşan dünyanın olası bir batıştan kurtulabilmesinin yoluna dair düşünceleri hümanist ve sekülerdir. Aslında belli siyasi ve ideolojik projelerin değirmenine su taşıyan bu aldatmaca, dinin insan var oluşundaki bütüncül önemini ıskalıyor. Müslüman Kardeşler başta olmak üzere İslâmcı hareketler konusunda mutedil bir dille konuşmaya çalışsa da tecrübeleriyle siyasi bakışını birleştiren kaba genellemeler yapması ise kaygı vericidir. Mesela Mısır’da 1920’lerin sonunda İhvan ile Mısır arasındaki “bilek güreşinden” 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler saldırısına atlayıverir.  Ayrıca Müslüman ülkelerde pek çok müstağribin yinelediği  “modernist ve laik yönelimli elitin yok edilerek, çürümüş askerlerle giderek aşırılaşan dinci militanların karşı karşıya bırakılmaları” şeklinde özetlenebilecek pasajlar söz konusu. Bununla beraber gözümüzde olumlu veya olumsuz olduğuna bakmaksızın bir toplumun yalnızca siyasi yapılarıyla yargılanmaması gerektiğini göstermeye çalışır.

TEORİ TUTKU BİRLEŞİMİ

Günümüz dünyasına ayna tutma işlevi de gören kitap, Fransa ve Lübnan’a karşı duyduğu minneti çeşitli mahfillerde ifade eden yazarın çoğul Doğu Akdeniz ütopyasından izler taşır. Kökenlerini, dillerini, inançlarını,  kuşkularını ve her şeyden çok uyum, ilerleme ve bir arada yaşama düşlerini…  Ne var ki, olması gerektiğinden fazla anlam yüklenen bu düşler nice zamandır suya düşmüş görünüyor. Övünç duyduğu kültür evrenleri arasında aşılmaz duvarlar yükselmektedir. Ona göre, bir his, bir haletiruhiye ve bir duygular mecrası olarak “Doğu Akdeniz’in batışı ile diğer uygarlıkların batışı arasında bir neden-sonuç ilişkisi” vardır.

Dizginsiz bir çağda yaşamayı ayrıcalık addeden Amin Maalouf, yakın ve uzak zamanların siyasi ve kültürel tarihinin satır aralarında bir kazı çalışmasına girişiyor adeta. Silkinip toparlanmayı hâlâ mümkün görse de pusularla dolu yollarda takınılacak en berbat tavrın “her şey çok güzel olacak diye mırıldana mırıldana gözü kapalı ilerlemek”(s.197) olduğunun farkındadır. Başka bir deyişle kitabın amacı,  karşı karşıya kalınan kahredici tehlikeleri hırçınlaşmadan haber vermek ve yaşananlardan ders çıkarmayı bilmektir. Denebilir ki güncel ve siyasi sorunlarla uğraşan Uygarlıkların Batışı, teorilerle tecrübelerin, fikirlerle hislerin, tutkularla ütopyaların bir bileşimidir.