Doğum Lekesi, öyküleri daha önce Dergâh ve Sarnıç Öykü dergilerinde yayınlanan Elif Hümeyra Aydın’ın ilk kitabı. Psikoloji ve Sinema-Televizyon eğitimi alan yazarın öykülerine her iki ihtisas alanının kokusu sinmiş. Aydın’ın tüm kahramanları en uçtaki duygular arasında savrulan kadınlar. Bilhassa anne karakterleri incelikle işlenmiş. Karaktere yaklaşmayı fazlasıyla seviyor Aydın, onların kör noktalarına ulaştığında çıkıyor öyküleri.
Duyguları yüksek mi ya da abartmış olur muyum şöyle dersem: Duyguları kaçak yapan kadın karakterler... Doğum Lekesi’ni bitirince bende kalan iz bu oldu. Ancak kadınca duyulup yazılabilecek özellikte ne dersiniz?
Evet, hemen her duyguyu uçlara götüren ve bu duygularla savrulan karakterler çoğunlukta. Bunların hepsi de kadın. İçinde yaşadıkları toplumla, aileyle gerilimli bir bağları var. Bazen bu gerilimli bağ yüzünden, bazen kendi içinde bulundukları psikolojik durumdan ötürü duyguların kaçak verdiği o patlama anlarının eşiğine geliyor ve eyleme geçiyorlar, bu yüzden biraz ‘beklenmedik’ olabiliyorlar. Bazense daha kötüsü, eyleme geçemiyorlar ve bu duygusal patlama içlerinde çöküntüye sebep oluyor. Bana öyle geliyor ki böyle zamanlarda kadın olmak ağırlaşıyor ve bu yüzden kadınlık halleri de daha keskinleşiyor. Kadınlara biraz buralardan bakmak; karakterlerden korkuları, arzuları, öfkesiyle keskin bir kadın kokusu gelsin istedim.
Anne figürü, öfkeyle kurgulanıp fırtınada yazılmış gibi. Kitapta hangi öyküde karşımıza çıksa ezberimizdeki anneden başka bir anne gerçeğine hiç itiraz edemeden geçiverdik. Anne insanın ne kadarıdır sizce?
Kitapta birbirinden çok farklı, hem ezberimizden uzak sevgisiz, ilgisiz, kendi istekleri için çocuğunu kullanan anneler hem de ezberimize uygun cefakar, hayatını çocuklarına adamış, ana karakter için iyiliğin ve güzelliğin ulaşılamaz temsilcisi gibi duran anneler var. Ama iki durumda da öykülerde bir problem olarak duruyorlar. Zaman içerisinde karakterin kendini ve dünyayla ilişkisini sorguladığı öyküler yazmayı sevdiğimi fark ettim. Burada da ilk varacağımız yer anne meselesi. Çünkü anne ilk deneyim. ‘Başkası’ ile kurulan ilk bağ. Diğer insanlarla kurduğumuz her çeşit bağ biraz buradan şekillenmeye başlıyor. Kitabın ilk öyküsünde karakter, dünyayı sütünü ondan esirgeyen bir anneye benzetiyor. Yani dünyayı algılayışımıza kadar sirayet edebiliyor. Ama burada mesele yalnızca anneyle bağın nasıl kurulduğu değil, nasıl koparıldığı da aynı zamanda. Kordon bağını kesmek, birey olmak her zaman o kadar kolay olmuyor. Öyküdeki karakter annesiyle kurduğu o güvensiz bağı koparamamış bir karakter mesela. Hep bununla uğraşıyor. Kendi içine dönüp yeni bir şeyler çıkaramamış, şehrin hengamesi de buna çanak tutmuş. Bir yanıyla gülünç de. Yetişkin gibi davranması gereken yaşta annesinin ablasına gösterdiği ilgiyi kıskanıyor. Karakter kendi bile farkında olmadan düşmanlaştırarak o bağı koparmaya çalışıyor. Yanlış anlamadıysam bahsettiğiniz öfke burada devreye giriyor. Annesinden başlayarak bütün mekana ve zamana yöneltilmiş bir öfke var. Tabii bu olabilecek en kötü ihtimal, birey olamamak yani. Özetlersem, anne ile kurduğumuz güven/güvensizlik bağının biçimi insanlarla nasıl ilişki kurduğumuzu, birey olurken ondan ayrılma biçimimizse insanlara, bütün bir dünyaya karşı duruşumuzu etkiliyor.
Kısa biyografinize bakınca psikoloji okuduğunuzu gördüm ve zihnimde daha netleşti manzara. Post travmatik stres ve kalbi kusturacak kadar yoğun yaşanan anksiyetik haller... Coğrafya da öfke kaldırınca... İlk kitap olduğu için rahatlıkla sorabilirim: İlk ne zaman ve neden yazmam gerekir diye düşündünüz?
Yazıya başlamamda tek başına anlatılabilecek ilginç bir hikaye, keskin bir viraj yok. Doğal seyrinde ilerledi diyebilirim. Dokuz-on yaşlarında bir günlüğüm, bir de hikaye defterim vardı. Bazı akşamlar ev halkını susturup okuduğumu hatırlıyorum. O zamandan yazar olmayı istiyordum. Lisede öykülerimin daha çok karakter öyküleri olduğunu fark edince psikoloji bölümünü yazıma katkı sağlayacağı düşüncesiyle seçtim. Zaman içerisinde başka bir hayat planı da kurmadım. Kitaplarla ilk bağımı düşündüğümdeyse okul öncesi dönemde annemle yaptığımız düzenli okuma saatlerini hatırlıyorum. Günün en sevdiğim zamanları da onlardı. Sonrasında bu ilgi, sevgi, her neyse o, artarak devam etti. Yolum ilk olarak kitapla, edebiyatla kesişti, belki başka bir sanat dalıyla karşılaşsaydım, ona bağlanacaktım, bilemiyorum.
Rüya da izleklerinizden biri... İç dünyadan dış dünyaya doğru ilerlediğini söyleyebilir miyiz öykünüzün?
Doğrusu öykü kurarken en zorlandığım yer rüya bölümleri. Karaktere, durumuna, öykünün bütününe uygunluğu ama asıl mesele inandırıcılığı. Bazen kendi veya çevremdekilerin rüyalarından yola çıkıyorum fakat uygun bir rüya bulmak rüya toplayıcısı bile olsanız zor. Tasarlamanız, üstünde oynamanız gerekiyor. Ve ben oynarken altını üstüne getiriyorum sanırım. Kitaptaki bir rüya böyledir mesela. Ben dinlediğimde komik bulduğum bir rüyayken orda bir çeşit kıyamet mekanına dönüyor. Tasarlanmış rüya bir veya iki anlama işaret ederken, gerçek bir rüyanın anlamı çok dağınıktır, biz onu toparlayıp tek bir anlama dönüştürmeye çalışırız. En çok buralarda zorlanıyorum yani gerçek bir rüyanın dağınıklılığını yakalamakta. Ama rüya anlatmaktan da kendimi alamıyorum. Karakterlerin kör noktalarına, kendilerinin bile bilincinde olmadıkları durumlara kadar girmek. Bu biraz karaktere yaklaşma isteğimden kaynaklanıyor. Hatta kitaptaki iki öykü yalnızca karakterin yaşadığı durumu anlamak ve bu çabamı gösterme isteğimden yazılmıştır. Bazense kendi duygumdan yola çıkarak yazarım. Bir akşam aniden kendinizi çevrenizdeki herkese yük, dünyanın sırtına kambur olarak hissedebilirsiniz. Bu sizin bir akşamlık duygunuzken, başka bir insanın hayatının en büyük ve gizli gerçeği olabilir. Ama bir kere hissetmişseniz artık onu anlıyorsunuzdur. Bu anlık ve yüksek duygularla yazamam ama o duygu, ileride yazacağım bir öykünün çekirdeği olarak hep aklımın bir köşesinde durur.