Pazar günlerini 'okuyucu görüş ve eleştirileri'ne ayırdığımız bu sütunda bir Hasbihal'e daha; okuyucuları, hayırlı çalışmalar dileğiyle selamlayarak başlıyoruz.
*İstanbul'dan Nermin Saka diyor ki, 'Bu son günlerde, 'TÜSİAD' ve sizin yerinde deyiminizle 'Zenginler Kulübü' diye anılan bir 'Sanayici ve İşadamları Derneği' kuruluşun açıklaması tartışılıyor ve hemen ardından da '5'li Çete'den söz ediliyor..
Ağabey, Hukuk Fakültesi'nde okuyorum, ve güya sosyal meseleleri, emsalimiz olan diğer fakültelerdeki arkadaşlarımızdan daha fazla bilmek durumundaymışız gibi kabul ediliyoruz, çevremizde.. Ancak, hele de 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'nden sonraki 40 küsur yıl boyunca arka arkaya gelen derin sosyal çatlaklıkları, grevleri, silahlı sokak gösterilerini, anarşi ve terör dolu yıllarını, Sıkı-Yönetim uygulamalarını, Başörtülü kardeşlerimizin üniversitelere alınmaması ve yüzbinlerce ailenin yapılan bu bakılardan dolayı çaresiz kaldıkları dönemleri, arka arkaya gelen hükûmet darbelerini, Demirel'in '6 defa gittik, 7'nci kez geldik..' dediği yılları takib edebilmek neredeyse imkânsız gibi geliyor.. Hele de bizim gibi 2003'den, Tayyib Erdoğan ve AK Parti'nin iktidara geldiğinden bu yana, biraz Gezi Hadiseleri'nden, biraz da 2016'daki -elhamdülillah ki başarısız- 15 Temmuz Askerî Darbe Teşebbüsü'nden başka, büyük çaplı bir sosyo-politik meseleyle karşılaşmadık. Gerçekten de 'çok şükür..' denilecek bir durum...
Çünkü, babam bana Genelkurmay Başkanı'nın, Kuvvet hal.. Komutanlarının kimler olduğunu soruyor ve bilmiyorum tabiî.. Babam ise, 'Biz bilirdik kendi gençlik günlerimizde, hepsini..' diyor.. Babam, ayrıca, 'Kızım, bizim zamanımızda, avukatlar, hâkimler, savcılar, m. vekilleri, doktorlar, hemşireler, polisler, ve diğer sosyal hizmetler alanında memur olarak başörtülü hanımların olabileceğini hayal bile edemezdik.. Erbakan ülkenin kalkınması için filan fabrikaları, yolları, tünelleri, Köprüleri, İstanbul Boğazı'nın altından, İstanbul'un iki yakasını bağlayacak tünellerden bahsettiği zaman medyada alay konuu olurdu.. Ve hele bazı başyazarlar vardı ki, 'Başörtülü bir yargıç hanımın, başı açık olan hanımlar hakkında âdilâne bir kararı verebilir mi?' gibi tuhaf soruları başmakalelerinde bile yazarlardı. Ve biz onların bizim hakkımızdaki yargılarının böyle peşin hükümlerle malûl olacağını söz konusu edemezdik..' diyor babam... Ben sizin yazılarınızda, geçmişe aid bazı hatıra veya tesbitleri gördükçe, babamla paylaşıyorum, o da, 'Evet, o zamanlar böyle kalemler çok az idi..' demekle yetiniyor, geçmişin hüzün dolu ufuklarına bakar gibi dalıp giderek..
--Evet, bu hanım kızkardeşimizin dile getirdiği konular, tıpkı onun babası gibi, bizim gençlik yıllarımızı da dolduruyordu.. Gerçekten de, şöyle dönüp geriye baktığımızda bir daha anlıyoruz ki, ne çok karmaşık ve acılı-sancılı bir dönemden geçmişiz..
Evet, TÜSİAD tartışmaları dolayısıyla bir de '5'li Çete' konuları geliverdi konuya.. Bunlar, TİSK, (İşveren sendikaları), TESK, (Esnaf ve sanatkârlar), DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları) konfederasyonları ve TOBB (Odalar ve Borsalar Birliği) ve TÜRKİŞ idiler.
Bunlardan TİSK'in başkanı olan Refik Baydur'un yazdığı 'Bizim Çete' isimli kitapta, bu gibi güç odaklarının, darbeci güçleri ve medyayı da destekleyerek seçim yoluyla gelen iktidarları nasıl zorladıkları çok düşündürücü şekilde etraflıca anlatılmıştır. O zamanlar henüz TÜSİAD yoktu.. Ama, bir Zenginler Kulübü, hep vardı, resmî olmayan şekilde.. Resmen kurulduklarında da, direkt olarak müdahale ediyorlardı, ülke idaresine, askerlerin gölgesinde.. Onların hele de 1970'li yılların ortasından itibaren, bütün hükûmetleri özellikle ekonomik açıdan baskı altına alıyorlardı.. 1997'de ise, başta medya ve F.G. Hareketi ve diğer sosyo-ekonomik unsurların elbirliğiyle desteklenen darbeci askerlerin muhtırası ve MGK'nın tavsiye denilen kararlarıyla Erbakan'ı, başbakanlığının henüz 8'inci ayında nasıl baskıya aldıkları ve 1. yılı dolmak üzereyken, nasıl uzaklaştırdıkları ve bütün bunların arkasında, o '5'li Çete'nin ve TÜSİAD'ın örtülü işbirliği bilinmektedir.
TÜSİAD'ın son olarak kalkıştıkları yeni bir iktidar oyunu oynama hevesine, Başkan Erdoğan'ın verdiği müthiş cevap, onları uyandırmış olmalıdır.. Ama, onların da, hemen, Borsa oyunlarına, düşüşlere, ekonomik güvensizlik oluşturmaya çalıştıkları ve kendi alanlarında 'yeşil ışık' yaktıkları yolundaki iddialar üzerinde durulmalıdır..
*İstanbul'dan Yavuz Havzalı da diyor ki: 'Geçenlerdeki bir yazınızda TÜSİAD'ı haklı olarak eleştiriyordunuz da, onlara karşı kurulmuş olan 'MÜSİAD' diye anılan ve 'Müstakil', ya da 'Müslüman' 'Sanayi ve İşadamları Derneği' olarak anılan bir kuruluş vardı.. Yazınızda onların ne yaptıklarını ve nerede olduklarını da sormanızı beklerdim.
--Sahi, MÜSİAD'a soralım: Bir zamanlar çok etkili olan MÜSİAD, şimdi ne işle meşgul olmaktadır? Yoksa, buharlaştı mı veya rehavete mi kapıldı? Şahsen isterdim ki, TÜSİAD'ın açıklamasına ve iddialarına, Başkan Erdoğan'dan önce MÜSİAD karşılık versindi..
*Bu sütunun en dikkatli okuyucularından olan Cemal Bey, geçen haftaki 'Hasbihal'de, Almanya'dan bir okuyucunun sorusuna değinirken, yazımda bir kelimenin düşmesini göremeyişimden dolayı, kurduğum cümleden bir şey anlamadığını belirtiyordu. Yazıya baktım ve ben de bir şey anlaşılmadığını farkettim. Çünkü, dünya çapında tahakküm planlarını gerçekleştirmek isteyenler kendi aralarındaki geçmiş kırgınlıklarını -kendileri açısından akıllıca bir davranışla- unutturmak isterken; biz Müslümanlar ise, hâlâ, emperyalist- şeytanî güçlerin istediği şekilde, içimizdeki, bin yılı aşkın kırgınlıkları terk edemiyoruz.' diye yazmak isterken, altını çizdiğim o iki kelime, nasıl olmuşsa, bilgisayarın teknik oyununa gelmiş ve buharlaşmış..
Hani meşhurdur, 2. Meşrutiyet yıllarında, İttihad-Terakki'cilerin öncüsü sayılan ve ateistliğiyle maruf Abdullah Cevdet'in, kendi dergisinde yayınladığı bir şiirinde, 'Ben bu vatanın öküzüyüm!' diye bir mısraının da yer aldığını gören ve onunla kalem mücadelesinde öncü sayılan Süleyman Nazif merhûm, 'Üstad, ne olduğunu kendi derginde, nihayet itiraf ettin..' deyip bu mısraı göstermiş.. A. Cevdet bakmış ki, S. Nazif'in gördüğü mısra, sahiden de aynen öyle.. O da, hemen, 'Efendim, 'sin (s)' harfi düşmüş, öksüz olmuş, öküz.. Musahhih (düzeltici) hatası..' diye karşılık verince, S.Nazif, 'Hayır efendim, ona 'musahhih hatası değil, 'musahhih sevabı' denilir..' diye bir taş daha atmış.. Şimdi biz de, bir i'tizâr beyanı olarak bu yanlışı belirtirken, cümlemizden düşen o iki kelime, anlaşılmaz olmanın ötesinde, yanlışlara yol açmamasıyla teselli buluyorum.