Birleşmiş Milletlerin (BM) verilerine göre 1950'de küresel doğurganlık oranı 4,7 iken 1990'da 3,31'e, 2024'te ise kadın başına 2,25'e gerilemiştir. 2040'ların sonunda küresel doğurganlık oranının 2,1'e düşeceği tahmin ediliyor.
Toplumun nüfus büyüklüğünü korumak için gereken doğurganlık oranı olan nüfus ikame oranı kadın başına 2,1 çocuktur. Küresel ölçekte tüm ülkelerin ve bölgelerin yarısından fazlasında nüfusun ikamesi için gerekli olan kadın başına doğurganlık oranı 2,1'in altına düşmüştür. Ekonomik olarak daha gelişmiş ülkeler, daha az gelişmiş veya düşük gelirli ülkelere kıyasla daha düşük doğurganlık oranlarına sahip olma eğilimindedir. Aralarında Çin, İtalya, Güney Kore ve İspanya'nın da bulunduğu tüm ülke ve bölgelerin yaklaşık beşte biri kadın başına 1,4'ten az doğumla, "ultra düşük" doğurganlıkla karşı karşıyadır. Bu durum sadece ekonomik olarak gelişmiş ülkelerde değil, gelişmekte olan ülkelerde de doğurganlığın azaldığını gösteriyor.
Bu sorunun basit bir cevabı olmadığı muhakkak. Nüfusla ilgili analizlerde genellikle üç ana faktör öne çıkarılıyor. Bunlar, çocukluk çağında daha az ölüm, doğum kontrol yöntemlerine daha fazla erişim ve eğitim alan kadınların sayılarının artmasıyla aile kurmadan önce kariyer yapmak istemeleri olarak sıralanabilir.
Doğurganlığın azalmasının nedenlerini siyasi, iktisadi ve toplumsal değişimlerde aramak gereklidir. Sosyolojik ve tarihsel perspektiften bakıldığında İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan siyasi krizler, küresel ve bölgesel gerilimler ve çatışma ortamının sürekliliği giderek kentli, eğitimli ve çalışma hayatına dahil olan toplumsal grupların çocuk sahibi olmaya karşı farklı bir tutum geliştirdiğini göstermektedir. Söz gelimi 2005'ten bu yana küresel ölçekte kurumsal güvende düşüşler yaşanmaktadır. Teşvik edilen bir kentleşme politikasıyla kentsel nüfusun artması ve yoğunlaşmasına bağlı olarak başta konuta olmak üzere sağlık ve eğitim gibi kaynaklara erişimdeki güçlükler iktisadi sorunları ve yetersizlikleri beraberinde getirmektedir. Bu güçlükler ve yetersizlikler çalışan yoksulluğu, güvencesiz işler ve esnek çalışma koşulları olarak sıralanabilir.
Gelişmiş ekonomilere sahip ülkelerde 1950, küresel ölçekte ise 1980 sonrasında gündelik hayatta olduğu kadar sanat, kültür ve mekan gibi birçok alanda hakim olan tüketici kültür ve tüketim ilişkileri toplumsal değişmelerin yaşanmasına neden olmuştur. Tüketici kültür ve tüketim ilişkileri bağlamında evlenmek, aile kurmak, çocuk sahibi olmak ve yetiştirmek gibi kavramlara yüklenen anlamlar değişmektedir. 2000'lerle birlikte iletişim teknolojilerindeki hızlı gelişmeler ve yeni medyayla birlikte söz konusu anlamlar daha dramatik bir biçimde dönüşmektedir.
Küresel ölçekteki değişmelere paralel olarak Türkiye'de de doğurganlık azalmaktadır. Toplam doğurganlık hızının 2023'te 1,51 çocuk olduğu Türkiye, 27 Avrupa Birliği (AB) üyesi ülke ortalamasının (1,54) altında kalmıştır. Türkiye'de toplam doğurganlık hızı 2001'de 2,38 çocuk iken, bu hız 2023'te 1,51 çocuk olarak gerçekleşmiştir. Bu da doğurganlığın nüfusun ikame düzeyi olan 2,1'in altında kaldığını göstermektedir. Doğurganlık hızı yaş gruplarına göre incelendiğinde, 2001'de en yüksek yaşa özel doğurganlık hızı binde 144 ile 20-24 yaş grubunda iken, 2023'te bu hız binde 101 ile 25-29 yaş grubundadır. Bu durum, doğumların kadınlar daha geç yaşlarında gerçekleştiğini göstermektedir. Doğum yapan annelerin yaş ortalaması 2001'de 26,7 iken 2023'te 29,2 olmuştur. 2023'te ilk çocuğun doğumunda annenin yaş ortalaması ise 27'dir.
2023'teki verilere göre Türkiye'nin çocuk nüfus oranının yüzde 26 ile dünya çocuk nüfus ortalamasından ( yüzde 29,8) düşük ve AB üyesi ülkelerden (ortalama yüzde 17,8) daha yüksektir. Türkiye genç nüfus oranı yüzde 15,1 ile dünya genç nüfus ortalamasından (yüzde 15,5) düşük ve 27 AB üyesi ülkeden (ortalama yüzde 10,7) daha yüksektir. Türkiye'nin genç nüfusu, benzer demografik değişim yaşayan diğer ülkelerle karşılaştırıldığında hala önemli bir paya sahip. Ancak Türkiye doğurganlık oranındaki azalma, evlilik yaşının ilerlemesi, ilk çocuk sahibi olma yaşının artması gibi parametreler dikkate alındığında orta vadede bu avantajını yitirecektir. BM tahminlerine göre nüfusları 2025 ile 2054 arasında en yüksek büyüklüğe ulaştıktan sonra hızla azalması muhtemel ülkeler arasında İran, Singapur, Arjantin, Şili, Kolombiya gibi ülkelerin arasında Türkiye de yer almaktadır.
Doğurganlık oranlarının ve ölüm oranlarının azalmasıyla nüfus da yaşlanmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) 2023 verilerine göre Türkiye'de 65 yaş üstü nüfusun oranı yüzde 10,2'dir. Bu durum, Türkiye nüfusunun yaşlanması anlamına gelmektedir. Projeksiyonlara göre Türkiye 2080'de nüfuslarının dörtte biri yaşlılardan oluşan Almanya ve Japonya kadar yaşlı bir nüfusa sahip olacak. Türkiye'nin nüfusunun daha hızlı yaşlanması halihazırda önemli oranda yaşlı nüfusa sahip Fransa, Almanya, İngiltere, Japonya gibi ülkelerden farklı olarak politikalar açısından hazırlıksız yakalanmasına neden olabilir. Söz konusu ülkelerin hem ileri düzeyde ekonomilere sahip olduğu hem de süreci daha uzun zamana yaydıkları dikkate alınırsa Türkiye sağlık, sosyal, iktisadi alanlarda uygulanması gereken politikalarda daha fazla hazırlığa ihtiyaç duyabilir.
Ayrıca, nüfusun yaşlanması sadece yaşlılara yönelik politika ve uygulamaları içermiyor. Nüfusun yaşlanması istihdam piyasasında ve çalışma ilişkilerinde değişime neden olduğu için belirli sektörlerde işgücü ihtiyacını beraberinde getirebilir. Bu durum göçmenlere ihtiyaç duyulmasına neden olmaktadır. Bugün nüfusu yaşlanan ülkeler farklı sektörlerdeki beyaz ya da mavi yaka işler için göçmen politikaları geliştirmektedir.
Nüfusun yaşlanması aynı zamanda aile ilişkilerinde farklılıklara neden olabilir. Çocuk ve torun sayısındaki azalmayla birlikte hem destek mekanizmaları dönüşmektedir hem de yaşlanan insanlar giderek yalnızlaşma riskiyle karşı karşıya kalmaktadır. Dolayısıyla, demografik yapıdaki değişimler toplumsal, iktisadi, kültürel ve siyasi dönüşümü de beraberinde getirmektedir. Bu durumun neden olduğu değişmelere sadece yaşlananlar açısından değil farklı toplumsal grupların ihtiyaçları ve beklentileri perspektifinden bakmak gereklidir. Bu değişimlerle birlikte çocuk sahibi olan genç evli çiftler daha az büyük ebeveyn desteği alabilmekte, büyük ebeveynler ise daha fazla yalnızlık kalabilmektedir.
Demografik değişimlerin daha önce sözü edilen siyasi, iktisadi ve toplumsal nedenlerine bakıldığında Türkiye'nin bu kaderden kaçmasının zor olduğu ancak farklı politikalar geliştirilmesi durumunda yaşanabilecek olumsuzlukların etkisinin azaltılabileceği söylenebilir. Zira Türkiye'de halihazırda çocuk ve genç nüfus oranı önemli bir paya sahiptir ve bu durum 2040'lı yıllara kadar devam edecektir. Türkiye'de halihazırda evliliğe ve çocuk sahibi olmaya yönelik desteklerin verilmesi önemlidir, başta "Aile Yılı" olmak üzere bu tarz politikaların geliştirilmesi farkındalığın sağlanmasına katkı vermektedir.
Bununla birlikte, mesele geniş bir çerçevede ele alınmazsa etkisi sınırlı politika ve uygulamalara devam edilebilir. Aile dostu konuta ve konut çevresine erişilemediği, yeşil alanların ve kamusal mekanların olmadığı kentlerde çocuk sahibi olma ve yetiştirme imkanları sınırlıdır. Nüfusun büyükşehirlere ve metropollere yoğunlaşmasını teşvik edici politikalar sürerken doğurganlığın artmayacağı söylenebilir.
Ayrıca, çalışma sürelerinin azaltılmadığı ve iş yaşam dengesinin kurulamadığı bir istihdam piyasasında hangi iktisadi olanaklar doğurganlığın artmasını teşvik edebilir? Eğitimin ve istihdamın teşvik edildiği ancak aynı ölçüde bakım destek ve olanaklarının oluşturulmadığı bir kentte ebeveynlerin daha fazla çocuk sahibi olmaya yönelik plan yapması zorlaşmaktadır. Kadının istihdamı teşvik edilirken ücret, izin ve kariyer fırsatları konusunda adil bir çerçeve sağlanmaması durumunda doğurganlığın artmasında yol almak mümkün olabilir mi? Bütün bu sıralananları uzatmak mümkün. Eğitim, çalışma ilişkileri, konut, sağlık, kent, kalkınma öncelikleri gibi alanlardaki ilişkisellik ve bütünsellik kurulmadan geliştirilebilecek politikaların ve uygulamaların kısmi etkileri olacaktır. Dolayısıyla, yapısal düzeyde ilişkiselliği ve bütünselliği kurulmuş politikalara ihtiyaç vardır.
Tüm bunlarla birlikte en fazla önemsenmesi gereken konulardan biri de tüketici kültürün her alanda teşvik edildiği ve yeni medya ortamlarında yeniden üretildiği bir gündelik hayatta evlenmeye, aileye, çocuk sahibi olmaya dair anlamların sürekli değişmesidir. Bu noktada, bireyin hayatındaki temel öncelikler değişmektedir. Toplumsal statü, haz odaklı tüketim gibi unsurlar ailenin ve çocuğun yerini alabilmektedir. Türkiye hızlı bir modernleşme sürecinden geçiyor. Bu sebeple, anlamların değişmesi sadece zihinsel bir dönüşüme işaret etmiyor. Burada pratiklerin değişmesi de söz konudur. Anneliğin, babalığın, çocukluğun, gençliğin, yaşlılığın hızla değiştiği Türkiye'de inanç değerlerinden ve yaşama kültüründen beslenen anlamları ve pratikleri konuşmaya daha fazla ihtiyaç var. Bu sadece nüfusun niceliksel olarak korunmasını değil kuşaklararasında etkileşimin ve dayanışmanın güçlü bir biçimde kurulduğu niteliksel bir gelişmeyi de sağlayabilir.
Bu yazıda kullanılan veriler için aşağıdaki kaynaklardan yararlanılmıştır:
TÜİK. (2023). Elderly Statistics, 2023. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Istatistiklerle-Yaslilar-2023-53710
TÜİK. (2024). World Population Day, 2024. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=World-Population-Day-2024-53680&dil=2
United Nations (2024). World Population Prospects 2024: Summary of Results. UN DESA/POP/2024/TR/NO. 9. New York: United Nations.
World Population Review. (2024). Total Fertility Rate 2024. https://worldpopulationreview.com/country-rankings/total-fertility-rate
* Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editoryal politikasını yansıtmayabilir.