24 Kasım 2024 Pazar / 23 CemaziyelEvvel 1446

Akdeniz'de yeni güç mücadelesi: Türkiye'nin rolü ülkenin kaderi için kritik

Doğu Akdeniz'deki dengeler içerisinde Lübnan'ın önemli bir ülke olduğuna dikkat çeken ORSAM uzmanı Dr. Mustafa Yetim, Türkiye'nin Lübnan'da üstlenebileceği role ilişkin çarpıcı bir analiz kaleme aldı. Suriye'de meşru muhalefet ve Libya'da meşru hükümetle işbirliği çerçevesinde bu ülkelerdeki gelişmeleri şekillendiren Türkiye'nin, desteklediği aktörlerin önce sahada sonra da müzakere süreçlerinde daha etkili olabilmesini sağladığını belirten Yetim, 'Doğu Akdeniz'deki enerji rezervleri ve bu rezervlerin dünya pazarlarına ulaştırılması açılarından sahip olduğu stratejik önemin yanı sıra Lübnan gibi farklı mezhepsel-dini grupları içerisinde barındıran bir ülkenin Türkiye'nin istikrar sağlayıcı rolüne ihtiyacı olduğu açıktır.' değerlendirmesinde bulundu.

AA13 Kasım 2020 Cuma 12:24 - Güncelleme:
Akdeniz'de yeni güç mücadelesi: Türkiye'nin rolü ülkenin kaderi için kritik

AA'da yer alan analiz şöyle:

Suriye iç savaşı ile Türkiye’nin Levant bölgesinde artan görünürlüğü, Libya’daki gelişmelerle takip eden yıllarda Kuzey Afrika bölgesine taşınmış oldu. Bölgesel istikrarı tehlikeye atan bu iki ve uzun soluklu iç çatışma sürecinde Türkiye’nin kalıcı askeri-siyasi güç olarak belirmesi, Doğu Akdeniz bölgesinin iki önemli kıyısını oluşturan Kuzey Afrika ve Levant bölgesinde Türkiye’nin desteğiyle belli bir düzeyde istikrarı ve çatışmasızlık ortamını beraberinde getirdi.

Diğer bir ifadeyle, Suriye’de meşru muhalefet ve Libya’da meşru hükümetle işbirliği çerçevesinde bu ülkelerdeki gelişmeleri şekillendiren Türkiye, desteklediği aktörlerin önce sahada sonra da müzakere süreçlerinde daha etkili olabilmesini sağladı. Bu durum Türkiye’nin bölgedeki kronik sorunlarla uğraşan Yemen ve Lübnan gibi ülkelerde de istikrar unsuru olabileceğine yönelik tartışmaları yoğunlaştırmış durumda. Bu kapsamda Türkiye’nin son dönemde Lübnan’a yönelik yoğunlaşan ilgisi hem bölgede hem de Lübnan’da çeşitli değerlendirmelere yol açtı.

- TÜRKİYE ALEYHİNE YÜRÜTÜLEN MEDYA KAMPANYASI

Türkiye’nin bahsi geçen bölgelerdeki istikrar temelli bölgesel aktivizmine ve dolayısıyla Lübnan’da artması muhtemel nüfuzuna üç ana yaklaşım olduğunu belirtebiliriz. Bunlardan ilki, Katar gibi ülkeler tarafından savunulan Türkiye’nin bölgedeki rolünün olumlu olduğuna ve desteklenmesi gerektiğine yönelik. Diğeri, rekabete dayalı olmasına ve Türkiye’nin artan bölgesel etkisinden rahatsız olmasına rağmen Ankara ile çatışmacı ilişkilerden ziyade işbirliği kanallarını geliştiren İran’ın tutumu. Üçüncüsü ise Türkiye’nin Doğu Akdeniz bölgesinde kalıcı hale dönüşen bölgesel aktör konumunu kendi çıkarlarına doğrudan tehdit olarak gören ülkeler ve bu ülkelerin-aktörlerin kontrolündeki medya organlarının oluşturmaya çalıştığı dezenformasyona dayalı algı. Bahsi geçen üç yaklaşımdan sonuncusunun Türkiye’nin son dönemde yoğunlaşan Lübnan yönelimine karşı geliştirdiği argümanları temel alan bu çalışma, bu argümanların temel hedeflerini, Türkiye’nin Lübnan politikasının boyutları ve dini-mezhepsel gruplarla olası ilişkileri üzerinden analiz ediyor.

Bu çerçevede Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), İsrail, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve bu bölgedeki eski sömürgeci güç Fransa, Türkiye’nin artan etkisini sınırlandırmak amacıyla siyasi ve askeri düzeyde adımlar atarken medyayı da bu amaçla kullanıyorlar. Özellikle kolonyal etkisini yeniden tahkim etme amacıyla bölgeye yönelen Fransa’nın, Arap Ayaklanmaları sürecinin getirdiği demokratikleşme süreçlerini tersine çevirmeyi temel hedef benimseyen Mısır, BAE ve İsrail'in yanı sıra Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) Doğu Akdeniz’deki haklarını hukuk dışı yöntemlerle yok saymayı amaçlayan Yunanistan ve GKRY gibi ülkelerle çok boyutlu ilişkiler geliştirdiği görülüyor. Dolayısıyla bahsi geçen ülkeler, Türkiye’nin istikrar unsuru olarak yer aldığı diğer ülkelerdeki faaliyetlerine yönelik kullandıkları söylemi Lübnan’daki girişimlerine yönelik de geliştirdiler. Bu bağlamda adeta ortak dil geliştiren bu ülkelerin medya organları, Türkiye’nin Lübnan’da “Sünnilerin koruyucusu olmayı amaçladığını”, “Müslüman Kardeşleri desteklediğini”, “İslamcı bir tutumu olduğunu”, “Kuzey Lübnan’da kendine bağlı gruplar oluşturmaya çalıştığını” ve dahası “Lübnan’a silah soktuğunu” ileri sürdüler. Bu çerçevede Ermenistan’ın dahi dillendirdiği bu temelsiz iddialar neticesinde bu aktörler, eski kolonyal güç ve Lübnan’daki kronik sorunların başlıca dış sorumlularından Fransa’yı Türkiye’yi genel olarak Doğu Akdeniz ve özel olarak Lübnan’da “dengeleyici” güç olarak desteklediler.

- YEREL AKTÖRLERLE İLİŞKİLER

Özellikle 2006’da İsrail-Hizbullah arasındaki çatışmalar sonrasında Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altındaki barış gücüne katkı sağlamasının ardından Lübnan ilgisi genişlemeye başlayan Ankara, 2010’da Hizbullah kontrolündeki bölge olarak bilinen Sayda’da Türk Travma ve Rehabilitasyon Merkezi’nin ve 2014’te Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) ofisinin bu ülkede açılmasını teşvik etti. Dahası Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB) gibi kurumların da Lübnan’da faaliyetlerinin yoğunlaşmasıyla Türkiye’nin Lübnan yaklaşımı belirginleşmeye başladı. Bu yaklaşım 4 Ağustos 2020’deki Beyrut Limanı patlaması sonrasında daha da açıklık kazandı ve patlamanın hemen ardından ülkeyi ziyaret eden Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Türkiye’nin Lübnan’daki hiçbir grup arasında ayrımcılık yapmadığını ve her grupla iletişim halinde olarak ülkenin ekonomik, siyasi ve diğer alanlarda yeniden yapılanması için “kazan-kazan” politikası izlediğini vurguladılar. Fransa’nın Lübnan’a yönelik yaklaşımını eleştiren Türkiye, Lübnan’da kolonyal amaçlar ya da kaynak sömürüsü için değil istikrar sağlama amacıyla bulunduğunu özellikle belirtme gereği duydu. Dolayısıyla her ne kadar özellikle Kuzey Lübnan ve Trablusşam’da Sünni ve Türk nüfusun bulunması nedeniyle Türkiye’ye yüksek oranda sempati duyulmasına rağmen Ankara, yapılan ziyaretlerdeki çok taraflı temaslardan da anlaşıldığı üzere, tüm taraflarla iletişim geliştirme amacını benimsedi.

Bu çerçevede İran tarafından desteklenen Hizbullah ile Suriye iç savaşında yaşanan siyasi-askeri çatışmalara ve Hizbullah’ın PKK-PYD terör örgütüne yönelik olumlu tavrına rağmen Hizbullah’ın Suriye’de İran-Türkiye işbirliğine itiraz etmediği görülüyor. Dahası Hamas ile güçlü ilişkileri bulunan ve Suudi Arabistan-BAE gibi ülkelerle ciddi sorunlar yaşayan Hizbullah’ın, bu konularda Türkiye ile benzer yaklaşıma sahip olduğu söylenebilir. Bu yüzden Hizbullah’ın da Suudi Arabistan-BAE gibi ülkelerin Lübnan’daki etkisini kırma ve İsrail’e karşı yeni bir denge unsuru olarak Türkiye’nin Lübnan’daki rolüne itiraz etmeyeceği ifade edilebilir. Türkiye’nin yaptırdığı bahsi geçen hastanenin Hizbullah’ın kontrolündeki bölgede yer alması Hizbullah’ın Türkiye’ye yönelik ciddi bir radikal tutum içinde olmadığının işareti olabilir. Diğer taraftan Hizbullah’ın yanı sıra Lübnan Şiilerinin diğer önemli figürlerinden ve Hizbullah’ın ilk Genel Sekreteri Şeyh Subhi Tufeyli’nin Türkiye’nin Suriye-Libya’daki girişimlerine yönelik olumlu açıklamalar yapması, Türkiye’nin “mezhepsel” olmayan yaklaşımını doğrulayan ve önemli Şii aktörlerin de Türkiye’nin Lübnan’da artması muhtemel nüfuzunu mesele etmediğinin temel göstergelerden. Osmanlı döneminden kalma güçlü tarihi-kültürel bağların ışığında, Kuzey Lübnan’daki Akkar bölgesinde 50-80 bin arası Kavaşra Türkmenleri, 20-30 bin civarında mensubu bulunan Mardinli (Merdelli) topluluklar ve Sünni grupların da aracılığıyla Türkiye ve Lübnan arasındaki çok boyutlu ilişkilerin gelişmesinin zemini mevcuttur.

Diğer taraftan Şii ve Sünni grupların dışında, Maruni Hristiyan grupların, Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın Lübnan’ın kuruluşunun 100. yılı dolayısıyla yaptığı Osmanlı karşıtı açıklamalarda da görüldüğü üzere, Türkiye’ye yönelik belirli bir olumsuz tutum takındığı görülüyor. Maruni grupların geleneksel olarak Fransa tarafından desteklendiğini düşündüğümüzde söz konusu tavrın öngörülebilir olduğu söylenebilir. Diğer taraftan Maruni grupların da blok halinde aynı tavrı benimsemediği de belirtilmeli. Yani bu gruplardan bazıları İsrail ile olumlu ilişkilere sahipken diğer bazı gruplar Mişel Avn’ın oluşturduğu Özgür Yurtsever Hareket (ÖYH) gibi Hizbullah’la bir dönemdir ittifak halinde. Diğer bir deyişle Lübnan’daki mezhep gruplarında görüldüğü üzere Marunilerde de çoğulcu ve farklı yaklaşımlar söz konusu ve bu durum Türkiye’nin bazı Maruni gruplarla ilişkisini geliştirmesine kapı aralayabilir.

Türkiye’yle ilgili çok radikal şekilde olumsuz görüşe sahip olan gruplardan biri de Lübnan iç-dış siyasetinde yeterince etkisi olmamasına rağmen Ermeni vatandaşlardır. Türkiye ve bu gruplar arasındaki ilişkilerin düzelmesinin Ermenistan’la siyasi ilişkilere ve Ermeni diasporasının faaliyetlerine bağlı olduğu söylenebilir.

- FRANSA'NIN "TARAFSIZ" OLDUĞU İDDİASI BİLİNÇLİ BİR ÇARPITMA

Lübnan’daki diğer önemli mezhep grubu Dürziler ve özellikle bu topluluğa öncülük yapan İlerici Sosyalist Partisi (PSP) açısından değerlendirdiğimizde Türkiye’nin, Beşşar Esed rejimi karşıtı tutumuna sahip olan ve Saad Hariri öncülüğündeki Gelecek Partisi’yle ittifak halinde bulunan PSP ile de belirli bir çerçevede ilişki geliştirmesi mümkün görünüyor. Bu yüzden Doğu Akdeniz’deki enerji rezervleri ve bu rezervlerin dünya pazarlarına ulaştırılması açılarından sahip olduğu stratejik önemin yanı sıra Lübnan gibi farklı mezhepsel-dini grupları içerisinde barındıran bir ülkenin Türkiye’nin istikrar sağlayıcı rolüne ihtiyacı olduğu açıktır. Farklı mezhep gruplarının arasındaki siyasi çatışmaların sistemsel bölünmelerle kronik hal aldığı Lübnan’da Türkiye destekli muhtemel bir istikrar ortamının Orta Doğu’daki diğer çatışma alanlarına da olumlu katkı sağlayabileceği söylenebilir.

Diğer taraftan kolonyal geçmişine ve ülkedeki kronik sorunların temel dış sorumlularından olmasına rağmen Fransa ve desteklediği bahsi geçen aktörlerin, Türkiye’nin istikrar sağlama merkezli Lübnan yönelimini, “Yeni-Osmanlıcı” ya da “Sünni merkezli” şeklinde nitelendirmesi tamamıyla ironik bir durum. Daha açık ifade etmek gerekirse, uzun zamandır çoğunlukla Marunilere endeksli bir Lübnan yönelimi benimseyen Fransa’nın bahsi geçen aktörler tarafından “tarafsız” ve “tüm gruplarlarla iletişim halinde” olarak sunulması ve kapsayıcı bir Lübnan yönelimine sahip olan Ankara’nın ise, “Sünni temelli” ve “işgalci” şeklinde addedilmesi mevcut ve tarihsel gerçekliklerin bilinçli çarpıtılmasına işaret ediyor. Halihazırda Lübnan kültürel ve tarihi sahasında güçlü bir zemini ve karşılığı bulunan Türkiye’nin, kendilerinden destek gördüğü Lübnan’daki Sünni ve Türkmen aktörlerin dışındaki diğer gruplarla da çeşitli alanlarda ortak noktaları ve buna bağlı olarak Lübnanlı yerel aktörler arasında uzlaştırıcı rol oynama kapasitesi bulunuyor. Dolayısıyla mezhep odaklı davranmadığını belirten, kapsayıcı ve insani yardım odaklı hareket eden ve Lübnan’ın her alanda yeniden inşa edilmesine katkı sağlayan aktör olarak Türkiye’nin, bahsi geçen kara propaganda merkezli söylemlere rağmen Lübnan istikrarına katkı sağlama potansiyeli yeterince yüksektir.