Türkiye'nin mevcut uluslararası sistemi eleştirel okumaya tabi tutarken devletler arası ilişkilerin kurucu normlarına uygun davranması ve Erdoğan'ın "dünya beşten büyüktür" mottosunun Rusya'nın Ukrayna'yı işgaliyle bir kez daha karşılık bulması Türkiye'nin yükselen bir normatif güç olduğunu ortaya koymaktadır.
Prof. Dr. Metin Aksoy / Konya Selçuk Üniversitesi Rektörü
Uluslararası krizler; uluslararası sistemin, sisteme dair normların, sistemin başat-büyük gücü olarak değerlendirilen devletlerin ve krizin tarafı ile etkileneni olan devletlerin dış politikalarının değerlendirilmesi için işlevsel bir çerçeve sunmaktadır. Çünkü devletlerin ve uluslararası sistemi karakterize ederek ona ruhunu veren normların yaşanan uluslararası krizleri aşabilme kapasiteleri söylem-eylem ile teori-pratik arasındaki uyumun test edilmesine imkân sağlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında 21. yüzyılın siyasi tarihine damga vuran 9/11 saldırıları, Afganistan'ın işgali (2001), Irak'ın işgali (2003), 2008 dünya finansal krizi, Arap Baharı (2010), Suriye iç savaşı (2011), Covid-19 pandemisi gibi gelişmeler birer uluslararası ve küresel kriz olmakla birlikte bizatihi uluslararası sistemin ve sistemin temel bileşenlerinin verdiği sınavlardır.
Bununla birlikte uluslararası krizler; devletlerin jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik pozisyonlarının gözden geçirildiği ve hatta yeniden kurgulandığı süreçleri de beraberinde getirmektedir. Çünkü uluslararası bir krizin yaşandığı dönemde krizin patlak verdiği coğrafya ve kriz karşısında karar alıcıların krizi karşılama ile onun üstesinden gelme kabiliyetleri söz konusu yeniden kurgulamayı mümkün kılmaktadır. Örneklendirmek gerekirse; Irak'ın işgali, Arap Baharı ve Suriye iç savaşı gibi Türkiye'nin yakın çevresinde patlak veren krizler Türkiye'nin jeopolitik pozisyonunu yeniden gündeme getirmiş ve bu krizler karşısında karar alıcıların izledikleri politika da Türk dış politikasının jeopolitiğinin yeniden değerlendirilmesinin temelini oluşturmuştur. Zira söz konusu gelişmelerle jeopolitiğin iki ana bileşeni olan coğrafya ve politika alanları stabil konumdan tektonik bir hale geçiş yapmıştır.
Güç ve gücün türü
Özetle, uluslararası krizler söylem-eylem, teori-pratik uyumunun gözlemlenmesi için bir çerçeve sundukları kadar devletlerin jeopolitik konumlarının ve dış politika jeopolitiklerinin yeniden değerlendirilmesi noktasında da işlevseldir. Dolayısıyla küresel siyaset gündeminin manşetinde yer alan Rusya'nın Ukrayna'yı işgali; Türkiye'nin jeopolitiğini, Türk dış politikasının jeopolitiğini ve söylem-eylem ile teori-pratik uyumunu değerlendirmek için araçsallaştırılabilir. Bununla birlikte söz konusu güncel krizi merkeze alarak Türkiye'nin gücünü ve gücünün türünü değerlendirmek de mümkündür. Analizin sonucunu henüz başından vurgulamak ve sonuca giden patikanın şimdiden güzergahını çizmek gerekirse Rusya'nın Ukrayna'yı işgali ile birlikte yaşanan uluslararası gelişmeler Türkiye'nin yükselen normatif bir güç (emerging normative power) olduğunu ortaya koymaktadır.
Rusya'nın Ukrayna'yı işgaline giden yolun sebepleri ve krizin gelişimi noktasında farklı senaryolar tartışılsa da bu işgal en nihayetinde 21. yüzyıl uluslararası sisteminin karşı karşıya kaldığı bir sınav niteliğindedir. Zira bu işgal ile birlikte günümüz uluslararası sistemini karakterize eden bileşenler, yapısal unsurlar ve bu unsurların işlerliği yeniden tartışmaya açılmıştır. Günümüz uluslararası sistemi II. Dünya Savaşı sonrasında savaşın galibi devletler tarafından tesis edilen "BM sistemi" olarak adlandırılmaktadır. Bu sistemi karakterize eden yapısal bileşenler ise; devletlerin egemenliğine dayanması, devletlerin egemen eşitliği, müdahale etmeme ve kuvvet kullanmanın meşru müdafaa ile BM Güvenlik Konseyi'nin uluslararası barış ve güvenliği tesis etmek için aksiyon alması gibi istisnai şartlara bağlanmasıdır.
Bu yapısal bileşenler açısından bakıldığında Rusya'nın Ukrayna'yı işgali ile mevcut uluslararası sistem başarılı bir sınav verememiş ve egemen bir devlet açık bir işgale maruz kalmıştır. Rusya'nın BM Güvenlik Konseyi'ndeki veto gücü hasebiyle BM'nin hareketsiz kalması mevcut uluslararası sistemin kendi normlarını korumak konusundaki başarısızlığını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Yine Soğuk Savaş sonrası dönemde ve özellikle de Yugoslavya'nın dağılması sürecinden sonra uluslararası sistemin jandarması olarak itibar gören NATO, savaşı Ukrayna topraklarıyla sınırlı tutmak gibi pasif bir tutum sergilemiş ve medeniyet-barış projesi olarak değerlendirilen AB ise işgale karşı yeknesak bir tavır alamamıştır. AB'yi Rusya karşısında konsolide edemeyen ve hala daha Trans-Atlantik ilişkilerini onaramayan ABD'nin sistemin hegemon gücü olduğuna yönelik söylemlerinin içi ise bir kez daha boşalmıştır. Özetle, daha önce yaşanan Suriye iç savaşı gibi birçok krizde de görüldüğü üzere 21. yüzyılın uluslararası sisteminin normatif bir kriz içinde olduğu Rusya'nın Ukrayna'yı işgaliyle bir kez daha tescillenmiştir.
Normatif güç
"Normatif Güç" kavramı Soğuk Savaş sonrası dönemde AB'nin küresel siyasetteki özgül ağırlığını betimlemek için Ian Manners tarafından çerçevesi çizilen bir kavramsallaştırmadır. Buna göre uluslararası bir aktörün normatif güç olarak nitelendirilmesi uluslararası ilişkilerde norma uygun olanı şekillendirme ve değiştirme kabiliyetinden ileri gelmektedir. Bununla birlikte Manners, normatif güç kavramını netliğe kavuşturmak için ilkeler, eylemler, etkiler ve sonuçlar üzerinden bir değerlendirmenin işlevsel olacağını ileri sürmüştür. Manners'a göre ilkeler, mevcut uluslararası sistemin normatif ilkelerinin söz konusu aktör tarafından teşvik edilmesini; eylemler, söz konusu aktörün normatif ilkeleri desteklemek için attığı adımlarda ikna edici olmasını; etkiler, atılan bu adımların etkisinde sosyalleşmeyi; sonuçlar ise bütüncül, doğrulanabilir ve sürdürülebilir olmayı ifade etmektedir.
Manners'ın kavramsallaştırması ve buna dair değerlendirme kriterleri açısından bakıldığında Türkiye'nin yükselen bir normatif güç olduğuna yönelik kanı Rusya'nın Ukrayna'yı işgali ile yaşanan uluslararası süreçle yerleşikleşmeye başlamıştır. Halihazırda kolaylaştırıcılık, arabuluculuk, müzakere ve iş birliği gibi kavramlar ve pratikler üzerinden yakın coğrafyasıyla ilişkilerini konsolide eden Türkiye, jeopolitik konumunun maddi ve beşerî boyutlarıyla birlikte kendisine siyasi ve normatif temelde meşruiyet alanı yaratmayı son 20 yıldır istikrarlı bir şekilde sürdürmektedir. Rusya'nın Ukrayna'yı işgali ile birlikte ise Türkiye konvansiyonel güç unsurlarının yanında fikirleri, değerleri şekillendiren ve değiştirebilen normatif bir güç olarak yükselişini sağlamlaştırmıştır. Bir başka deyişle Türkiye işgale yönelik tutumuyla hem uluslararası sistemin normlarını hem de bu normların koruyuculuğunu üstlenen aktörlerin tutumlarını eleştirel bir okumaya tabi tutmuştur.
Bu çerçevede -daha önce de vurgulandığı üzere- 21. yüzyıl uluslararası sisteminin (BM sisteminin) küresel düzlemdeki sorun, çatışma ve savaşlara müzakere ve uzlaşmaya dayalı çözümler getirememesi ve açık bir meşruiyet krizi ile karşı karşıya kalması hasebiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ileri sürerek mottolaştırdığı "Dünya Beş'ten Büyüktür" yaklaşımı Türkiye'nin yükselen bir normatif güç olduğunun açık bir tezahürüdür. "Daha Adil Bir Dünya Mümkün: Birleşmiş Milletler için Bir Reform Önerisi'' başlıklı çalışmasıyla Erdoğan mevcut uluslararası sisteme ve sistemin abidesi olan BM'ye yönelik eleştirilerini çözüm önerileri ile birlikte ortaya koymuş ve mottosunun çerçevesini çizmiştir. Bununla birlikte Erdoğan'ın uluslararası sistem nezdindeki eleştiri ve önerileri bizatihi sistemden kaynaklı sorunlarla boğuşan devletlerin ve halkların bahse konu mottoyu içselleştirmesini kolaylaştırmıştır.
Uluslararası adalet ve eşitlik arayışının mevcut uluslararası düzen temelinde sonuçsuz kaldığını, Kuzey-Güney eşitsizliğinin daha da derinleştiğini, uluslararası sistemi karakterize eden normların bizzat bu normları inşa edenler tarafından ihlal edildiğini vurgulayan Erdoğan bizatihi BM'nin yeni küresel-siyasi dengeyi yansıtmadığını belirtmiştir. Yine Erdoğan savaş, terör, göç, iklim krizleri, küresel adaletsizlik, başarısız devletler ve son olarak Rusya'nın Ukrayna'yı işgali gibi derin küresel krizlerin ancak her devletin adil temsilinin sağlandığı ve uluslararası sistemdeki güncel güç dengelerinin gözetildiği adil ve sürdürülebilir bir BM mekanizmasıyla aşılabileceğini vurgulamıştır. Bununla birlikte Erdoğan, uluslararası sistemin Suriye krizi temelinde ortaya çıkan mülteci meselesi ve Filistin'e yönelik İsrail mezalimi gibi konularda takındığı tavırla mottosunun ve yaklaşımının inandırıcılığını pekiştirmiştir.
Nasıl bir sınav?
Rusya'nın Ukrayna'yı işgale başlamasıyla birlikte uluslararası sistem ve sistemin başat/büyük güçleri gibi Türkiye de bir sınavla karşı karşıya kalmıştır. Bu noktada Türkiye'nin bu sınavdan başarıyla geçtiğini ve yükselen normatif güç olma özelliğini tescil ettiğini söylemek mümkündür. Bu başarının somutlandığı noktaları örnekleyerek sıralamak gerekirse;
(i) Türkiye'nin pacta sunt servanda (ahde vefa) ilkesinden taviz vermemesi
Türkiye'nin uluslararası anlaşmalardan doğan hak ve yükümlülüklerini uygulamak noktasında tavizsiz davrandığını gösteren en temel parametre Montrö Anlaşması ile ilgilidir. Öyle ki Türkiye'nin egemenliğinde bulunan boğazlardan geçişi düzenleyen Montrö Anlaşması özellikle savaş durumunda uluslararası gündemin temel meselelerinden biri haline gelmektedir. Sözleşmeye dair Türkiye'nin tavrını önemli kılan ise boğazlardan geçişin krizin bir parçası olduğu durumlarda krizin taraflarının sözleşmeyi arkasından dolanarak aşmaya yönelik girişimleridir. Nitekim 2008 tarihli Rusya-Gürcistan savaşında ABD Karadeniz'e geçerek Gürcistan'a yardım etmeyi amaçlamış ve buna karşılık Rusya Montrö Anlaşmasının Karadeniz'e kıyısı olmayan devletlerle ilgili olan hükümlerini uygulanmasını talep etmiştir.
Günümüzde ise Rusya Ukrayna'ya yönelik işgalini "özel harekât" olarak tanımlayarak Montrö Anlaşmasının savaş durumu ile ilgili olan ve savaşa tarafların -bazı istisnalar dışında- savaş gemilerine boğazların kapatılmasını salık veren ilkesini aşmaya çalışmaktadır. Bu durumda ise bu sefer Batı dünyası Montrö hükümlerinin harfiyen uygulanması konusunda Türkiye'ye taleplerini iletmişlerdir. Ancak Türkiye, geçmişte Rusya-Gürcistan savaşında yapmış olduğu gibi krizin taraflarından ve taraflarla olan ikili ilişkilerinden bağımsız olarak Montrö'nün hükümlerini tavizsiz bir şekilde uygulamaktadır. Bu çerçevede Türkiye, Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik işgalini savaş olarak değerlendirmiş ve Montrö'nün ilgili hükümlerini uygulamaya başlamıştır.
Türkiye'nin bağlı olduğu uluslararası anlaşmaların hükümlerini Montrö özelinde olduğu gibi ahde vefa ilkesi uyarınca tavizsiz uygulaması onun uluslararası sistemin temel ilkelerine bağlı ve güvenilir bir uluslararası normatif aktör olduğunu ortaya koymaktadır. Zira Türkiye, krizlerden ve krizlerin taraflarından bağımsız olarak ahde vefa ilkesini önceleyerek uluslararası sistemin diğer aktörlerine de anlaşmalara riayet etmenin devletler arası ilişkilerin vazgeçilmez bir bileşeni olduğunu açık bir şekilde belirtmiş olmaktadır.
(ii) Türkiye'nin mevcut uluslararası sistemin yerleşik normlarına uygun hareket etmesi
Daha önce de vurgulandığı üzere günümüz uluslararası sistemini karakterize eden temel normlar devletlerin egemenliği, egemen eşitliği, müdahale etmeme ve kuvvet kullanmanın istisnai şartlara bağlanmasıdır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye, ortaya çıkan toprak temelli her uluslararası krizde; krizden ve krizin taraflarından bağımsız olarak bahse konu normlara bağlılığını deklare etmektedir. Nitekim, 24 Şubat 2022 tarihli Dışişleri Bakanlığı açıklamasında Türkiye, Rusya tarafından Ukrayna'ya yönelik olarak başlatılan askeri operasyonu kabul edilemez bularak reddettiğini belirtmiş ve bu saldırının Minsk mutabakatlarını ortadan kaldırmanın da ötesinde uluslararası hukukun ağır bir ihlali olduğunu ortaya koymuştur. Yapılan açıklamada ülkelerin toprak bütünlükleri ve egemenliklerine saygı duyulması gerektiğine inanan Türkiye'nin sınırların silah yoluyla değiştirilmesine karşı olduğunun da altı çizilmiştir. Görüldüğü üzere Türkiye, yükselen normatif bir güç olarak uluslararası sisteminin normlarının bizatihi bu normların koruyucusu olarak addedilen devletler tarafından ihlal edilmesi durumunda söz konusu normlara bağlılığını sürdürmüştür.
(iii) Türkiye'nin her zaman öncelikle diplomasi ile müzakere üzerinde ısrarcı olması ve diyalog kanallarını açık tutması
Son günlerde ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı'nın Türkiye ziyareti ve ABD Başkanı Biden ile yapılan görüşme, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz'ün, İsrail Cumhurbaşkanı Herzog'un ve Yunanistan Başbakanı Miçotakis'in Türkiye ziyaretleri Türkiye'nin uluslararası sistemin aktörleri tarafından yükselen bir normatif güç olarak hesaba katılması gerekliliğinin tezahürüdür. Bu gelişmeler aynı zamanda Türkiye'nin Rusya-Ukrayna krizinde arabulucu olabilecek potansiyelinin de göstergesidir. Nitekim böylesi bir potansiyel krizin en başından beri gündeme gelmiş ve NATO Genel Sekreteri Stoltenberg'in Türkiye'ye gelmesi ile AB liderlerinin Cumhurbaşkanı Erdoğan ile sık sık görüşmeleri bu olasılığın uluslararası sistemin aktörleri nezdinde de karşılık bulacağını ortaya koymuştur. Müzakere ve uzlaşmaya dayalı olarak kendisine politik alan açamayan BM ve AB gibi kurumların planlı ve kapsayıcı çözüm ve diplomatik mekanizmalar sunamadığı gerçeği göz önüne alındığında Türkiye'nin yükselen bir normatif güç olarak bu rolü üstlendiği ortadadır.
(iv) Türkiye'nin yükselen güç olma özelliğini jeopolitik konumuyla ve diğer güç unsurlarıyla tahkim etmesi
Normatif güç kavramsallaştırmasını ortaya atan Manner'in de belirttiği gibi normatif güç olma özelliği diğer güç bileşenleri ile desteklendiği taktirde karşılık bulabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye gerek jeopolitik konumlanmasını gerekse de sert güç unsurlarını normatif gücünün etkinliğini arttırmak adına kullanmaktadır. Nitekim, Rusya'nın Ukrayna'yı işgali ile başlayan süreçte Türkiye'nin jeopolitik önemi özellikle AB ülkelerinin alternatif enerji nakil hatlarına duydukları ihtiyaç özelinde ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte Türkiye'nin sahip olduğu boğazlar, Montrö özelinde de görüldüğü üzere Türkiye'nin jeopolitik önemini katlamıştır. Bununla birlikte Rusya'nın Ukrayna'yı işgali AB'nin jeopolitik, dış politika ve özerk savunma iddiaları ile "NATO'nun beyin ölümünün" gerçekleşmediğinin ispatı için bir test alanı yaratmıştır. Dolayısıyla Avrupa'da yeni güvenlik mimarisinin oluşturulması gerektiği sürekli gündeme getirilmektedir.
Fransa ve Almanya liderliğinde AB'nin yeniden bir dinamizm kazandırmaya çalıştığı Avrupa'nın bir savunma ve güvenlik birlikteliği oluşturmasına yönelik projede Türkiye'nin dışlanması eskiye nazaran artık daha zordur. Yine, Türkiye'nin büyük ve güçlü ordusu ile NATO harekât ve misyonlarına sağladığı katkılarının yanı sıra gerek Karadeniz ve Akdeniz ülkesi olması ve gerekse de Doğu Avrupa, Asya, Kafkasya gibi bölgelere yakın coğrafyalarda olan konumu onu ittifak içinde önemli bir konuma getirmektedir. Uluslararası medyada daha önce Azerbaycan-Ermenistan savaşında olduğu gibi Türk yapımı İHA ve SİHA'ların savaşın gidişatını değiştirecek nitelikte olduğuna yönelik analizler de Türkiye'nin yükselen bir normatif güç olma durumunu sert güç unsurlarıyla desteklediğinin tescil edilmesi anlamına gelmektedir.
Tüm bu noktalardan hareketle Türkiye'nin mevcut uluslararası sistemi eleştirel okumaya tabi tutarken devletler arası ilişkilerin kurucu normlarına uygun davranması ve Erdoğan'ın "dünya beşten büyüktür" mottosunun Rusya'nın Ukrayna'yı işgaliyle bir kez daha karşılık bulması Türkiye'nin yükselen bir normatif güç olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bundan sonraki uluslararası süreçlerde Türkiye'nin bu misyon ve vizyona uygun şekilde küresel yönetişimin sağlıklı bir şekilde ilerlemesi noktasında daha fazla sorumluluk alacağını ve bununla doğru orantılı olarak ülkemizin kendi hinterlandının da dışına taşan bir şekilde politik manevra kabiliyetine sahip olacağını göstermektedir.