İlk defa ciddi bir siyasi kriz olmaksızın yükseköğretim yasa taslağının gündeme gelmesi oldukça önemlidir. Taslağın yasalaşma potansiyelini artıran en önemli husus da budur. Bununla birlikte, üniversiteler hala yükseköğretim meselesini sloganlarla tartışmakta, yeniliğe direnç göstermektedir.
Dr. BEKİR S. GÜR/Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi
Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) bir süredir yeni bir yükseköğretim yasa taslağı hazırlığına yoğunlaştığı bilinmektedir. YÖK, hazırladığı yasa taslağının ayrıntılı bir özetini de ilgili paydaşlarla ve kamuoyuyla paylaşmıştır. Taslak üzerinden değişiklikler de devam etmektedir. YÖK tarafından taslağın hazırlanmasının sonrasında taslak hükümete iletilecektir. Bu yasa taslağının içeriğinin bir değerlendirmesini yapmadan önce 30 yıldan fazla bir süredir yürürlükte olan ve özünde köklü bir değişikliğe uğramayan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nu değiştirmeye dönük şimdiye kadar yürütülen çabaların neden sonuçsuz kaldığını değerlendirmek gereklidir. Böyle bir değerlendirme, hem geçmişte yaşanan hataların tekrarlanmaması için bazı dersler çıkarmaya hem de mevcut çabanın sonuç verme potansiyelini değerlendirmeye yarayacaktır.
Üniversitelerin yeni bir yükseköğretim sistemine ilişkin ciddi bir hazırlıkları var mıdır? Yükseköğretim sistemine ilişkin bugüne kadar katıldığım neredeyse bütün toplantıların başında adet olduğu üzere önce YÖK eleştirilir, ardından konu ne olursa olsun “YÖK bu konuda bir şeyler yapmalı” diye biter konuşmalar. Örneğin bölüm ve enstitü kurma kararı üniversiteye bırakılsın denir, sonra “Bingöl’de nanoteknoloji enstitüsü olur mu canım? YÖK bu konuya el atmalı” ile bitirilir. Yazarların yaklaşımı da çoğu zaman farklı değildir. Özgürlük ve özerklikten bahseden yazısının sonunda özetle “YÖK Başkanı müfredata el atmalı” (!) demek, bahsettiğim türden bir kafa karışıklığının ve hazırlıksızlığın bir ürünüdür. Hele “YÖK kaldırılmalı” deyip, yerine ne konulacağına dair herhangi bir öneri getirmemek, liberal bir özgüven patlamasından ve entelektüel sefaletten başka bir şey değildir. Özetle, araştırmacıların ve yazarların YÖK ve yükseköğretim sistemi hususunda sızlanmayı sevdikleri ama alternatif geliştirme ve bu konuda bir uzlaşı oluşturma hususunda oldukça tembel oldukları görülmektedir.
Hükümetlerin de yükseköğretim yasasına ilişkin ciddi hazırlıkları olduğunu söylemek zordur. Şimdiye değin, daha ziyade günün şartları dolayısıyla tepki yasaları hazırlanmıştır. Öyle sanıyorum ki, 2004 yılında hazırlanan yükseköğretim yasa taslağı ile bugün hazırlanan yasa taslağının birbirine benzerliği, her iki taslağın 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile benzerliğinden daha fazla değildir. Aşağıda değinileceği üzere, 30 yıl boyunca hazırlanan taslaklarda daha çok YÖK üye sayısı ve kompozisyonu ile rektörlük seçimi gibi iktidar paylaşımı olarak görülen konular ön plana çıkmıştır. Böyle olunca da aslında ne nasıl bir yükseköğretim sistemi kurmamız gerektiği tartışılmış ne de yükseköğretimin asli sorunları ön plana çıkmıştır.
YÖK’ten önce ‘üniversite sorunu’
Türkiye’de yükseköğretim sorunu genellikle YÖK’e ilişkin bir mesele olarak görülmüş ve YÖK reform edilirse (veya kaldırılırsa), sorunların çözüleceği düşünülmüştür. Oysa Türkiye’de YÖK’ten önce de derin bir “üniversite sorunu” vardı, bugün de var. 1933 İstanbul Üniversitesi tasfiyesi, 1946 yılında Ankara Üniversitesi’nden solcu akademisyenlerin uzaklaştırılması ve 1960 darbesi sonrası 147’liklerin tasfiyesi gibi birçok örnek, bir kurum olarak üniversitenin hiçbir akademik ölçüt gözetmeden sırf ideolojik ve şahsi gerekçelerle kendi meslektaşlarını tasfiye ettiklerini göstermiştir. Bu örnekler, modern üniversite denen kurumun en temel ilkelerinin (akademik özgürlük gibi), üniversitelerde kökleşmediğini göstermektedir. Bu akademik köksüzlük, daha sonra YÖK sistemiyle birleşince, 12 Eylül ve 28 Şubat döneminde benzer akademik tasfiyeler yaşanmasına neden olmuştur.
Soru şudur: Nasıl oluyor da olağanüstü bir dönemde bir YÖK Başkanı, bütün üniversitelerdeki akademik özgürlükleri kısıtlayabiliyor? Ben bu sorunun cevabının sadece YÖK Başkanı’nın kişiliğiyle ilgili olduğunu ve hatta kurumsal olarak YÖK ile ilişkili olduğunu düşünmüyorum. Şayet üniversiteler rektörden rektöre ve YÖK başkanından YÖK başkanına alabildiğine farklılaşabiliyorsa, sorun her yönüyle üniversitelerdedir. Demek ki akademisyenlerimiz, en temel akademik ilkeleri dahi özümsememişlerdir. YÖK’ü hedef alan eleştiriler ne derece doğru olursa olsun, yükseköğretim sistemindeki sorunları anlama adına bir başına eksiktir. Üniversite sorunu konusunda da esaslı bir tartışmanın yürütülmemesi, yine akademisyenlerin konformizmini iyi bir şekilde yansıtmaktadır.
1981 yılında çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu, çıkarıldığı günden itibaren tartışmaların odağında olmuştur. Kanunun kimi maddeleri o kadar çok kez değiştirilmiştir ki, kimileri kanunun mevcut halini “yamalı bohça” olarak nitelemiştir. Bütün bu değişikliklere rağmen, kanun kimseyi memnun etmemiştir. Öyle ki kanunun en ayırt edici ürünü olan ve onunla özdeşleşen Yükseköğretim Kurulu’nun bizzat Başkanları bile kanunu eleştirmekten geri durmamışlardır. Her ne kadar kanunun değiştirilmesi ihtiyacı hususunda büyük bir toplumsal uzlaşı olsa da, kanunu köklü bir şekilde değiştirmeye yönelik bütün çabalar şimdiye değin sonuçsuz kalmıştır.
En son 2004 yılında AK Parti tarafından hazırlanan ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nu köklü bir şekilde değiştirmeye aday taslağın, bazı maddeleri Meclis’te yasalaştığı halde dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilmiştir. Hükümetin bu konuda attığı adımlar, laikliğe ve rejime bir tehdit olarak görülmüştür. Muhalefet, ordu ve daha sonra Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar Hükümeti baskı altına almıştır. Gerilimi tırmandırmak istemeyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, tasarıyı geri çektiklerini açıklamıştır.
Şimdiye değin ortaya çıkan taslakların yasalaşmaması ya da yürürlüğe konamamasının en temel nedeni, YÖK’e ve yükseköğretime ilişkin konuların, temelde bir iktidar paylaşımının parçası olarak değerlendirilmesidir. Tarihsel tecrübeler, bu şekilde bir değerlendirmenin hiç de temelsiz olmadığı ortaya koymuştur. Gerek rektörler gerek YÖK, çok ciddi yetkilere sahiptirler ve bu yetkileri kimi durumlarda çok acımasızca kullanmışlardır.
YÖK’e ilişkin zaman zaman gün yüzüne çıkan krizi daha iyi anlamak için, YÖK’ün özünde Cumhurbaşkanına karşı sorumlu olduğunu unutmamak lazımdır. Cumhurbaşkanın yürütmenin sorumsuz kanadı olmasının da etkisiyle, YÖK’ün kimi zamanlar bütün toplumsal taleplere sırt çevirmiş ve daha kötüsü toplumsal çatışmayı artıran bir rol oynamıştır. En somut örneğini üniversite yerleştirme puanlarının hesaplanmasında farklı katsayı uygulamasında gördüğümüz üzere, yapılan kimi araştırmalara göre Türkiye’de toplumun çoğunun karşı olduğu bir uygulama, bütün bu toplumsal muhalefete ve siyasi desteğe rağmen sürdürülebilmiştir. YÖK’ün en tartışmalı olduğu durumlarda bile YÖK, Cumhurbaşkanlarından açık bir destek almıştır. Örneğin hakkında çok sayıda Meclis soruşturması açıldığı ve ciddi anlamda toplumun çok çeşitli kesimlerinin tepki gösterdiği bir isim olan Kemal Gürüz, hakkındaki tartışmaların derinleştiği bir dönemde dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından yeniden atanmıştır.
Normal şartlar altında YÖK!
Hükümet programlarından kalkınma planlarına ve çok sayıda sivil raporda YÖK’ün bir planlama ve koordinasyon kuruluna dönüştürülmesi gündeme geldiği halde, bugüne kadar söylenen şey yapılamamıştır. Bunun en görünür nedeni, Cumhurbaşkanlarının bu konuda isteksiz davranmalarıdır. Yukarıda işaret edildiği üzere, 28 Şubat döneminin en tartışmalı figürlerinden olan Gürüz’ün yeniden YÖK Başkanlığına atanması Cumhurbaşkanı Demirel’in YÖK vizyonu hakkında yeterince fikir vermektedir. Yine işaret edildiği üzere, 2004’te AK Parti’nin hazırladığı yükseköğretim yasası Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilmiştir. Daha sonra başörtüsü serbestliğine ilişkin düzenleme de, Cumhurbaşkanının yasayı Anayasa Mahkemesi’ne götürmesi sonucu iptal edilmiştir. Cumhurbaşkanı Turgut Özal döneminde rektörlük seçim usulünü değiştiren köklü bir değişiklik yapılmış olması da, yükseköğretime ilişkin düzenlemelerin ancak Cumhurbaşkanının sıcak bakmasıyla ve hükümetle diyalog sonucu yapıldığını göstermektedir.
Günümüz konjonktürüne bakıldığında, başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül olmak üzere hükümet, YÖK ve üniversiteler yükseköğretimin reform edilmesi konusunda hem fikirdirler. Ayrıca, tüm bu kurumlar arasında geçmiş ile kıyaslandığında oldukça olumlu bir diyalog ortamı da vardır. Dahası, yükseköğretim reformu sürecinde en önemli aktör olan Cumhurbaşkanı Gül gerekirse kendi yetkilerinin kısıtlanmasını en açık şekilde dillendirmiştir. Buna ilaveten, Cumhurbaşkanı Gül, üniversitelere, çağdaş bir yükseköğretim sistemi kurulması konusunda araştırma yapma çağrısı yapmış ve çeşitli konuşmalarında YÖK’ün yetki, rol ve misyonunun değişmesi gerektiğini ifade etmiştir. Hükümetin de yükseköğretim yasası değişikliğini programına aldığı ve YÖK tarafından yürütülen çalışmalara sıcak baktığı bilinmektedir. Tüm bu diyalog ortamı yükseköğretim sisteminin reformu için oldukça olumlu bir zemin sunmaktadır. Daha açık ifade etmek gerekirse, şimdiye kadar yükseköğretim yasasına ilişkin düzenlemeler ya da taslaklar, darbe dönemlerinde (12 Eylül, 28 Şubat) ve kriz dönemlerinde (2004); düzenlemelerden yasalaşanlar ise olağanüstü dönemlerde ve vesayetçi bir anlayışla hazırlanmıştır (1981). Cumhurbaşkanları ile hükümetler arasındaki kriz dönemlerinde ise yükseköğretim yasa taslakları yetersiz kalmıştır. İlk defa şimdi ciddi bir siyasi kriz olmaksızın yükseköğretim yasa taslağının gündeme gelmesi, oldukça önemlidir. Yapılacak değişiklikler mahfuz olmakla birlikte, bu taslağın ya da bir türevinin yasalaşma potansiyelini artıran en önemli husus da budur. Bununla birlikte, bu siyasi atmosferin üniversitelerin bilimsel çabalarıyla beslendiğini söylemek zordur. Dahası, en eski üniversitelerimizde bile köklü bir akademik kültür oluşmadığı gibi üniversiteler hala yükseköğretim meselesini sloganlarla tartışmakta; zaman zaman yasakçı olmakta ve yeniliğe direnç sergilemektedirler.