Bugünden geriye baktığımda kamyoncu lokantalarından belki de en fazla aklımda kalan şey, hep yarım kalan arabesk filmlerdi. Nerede ise bütün durak yerlerimizde Ferdi Tayfur'un, Orhan Gencebay'ın, Müslüm Baba'nın, İbrahim Tatlıses'in filmleri oynatılırdı. Yemek ya da çay molamız hiçbir filmi sonuna dek izleyecek kadar sürmediğinden her mola benim için ayrı bir ıstıraptı.
Kudret Bülbül/ Yazar
"Uzun Yol Şoförlüğü diye bir projemiz var Hocam, Kızılay'ın. Onlarla uzun yolculuklar yapacağız, gözlemlerde bulunacağız. Gerekirse afetlere, acil insani yardımlara şoförler üzerinden müdahale edeceğiz. Bu yolculuklara bizler de katılacağız" demişti Ahmet Emre Bilgili Hocam.
Bu sözleri duyar duymaz, bendeki yansıması, biraz nostalji, biraz umut, biraz heyecan ve biraz da melankoli olmuştu. Çünkü benim de ilkokul yıllarında babamın kamyonu ile ülke içinde, ama ürünleri ülke dışına taşan uzun kamyon yolculuklarım vardı.
Ahmet Emre Hocanın sözleri beni taa o yıllara, ilkokul yıllarıma ve o yollara götürdü. Çocukluk çağımda babamın beni bazen kendisinin, bazen abimin bazen de ortağı olduğu, şimdi rahmetli olan amcamın yanında gönderme muradının ne olduğunu bilmiyorum. Ama, internet çağının rüyasının bile bilinmediği, evimizde televizyonun olmadığı, siyah beyaz televizyonlar çağında, o yolculuklar benim için köyümü aşan, dünyaya/hayata açılan tek penceremdi. Köyümün dışında bir hayat olduğunu adeta bu yolculuklar sayesinde öğrenmiştim.
Bu yolculuklarda babamların elbette ticari kaygıları vardı; taşıdığımız ürünlerin satılıp satılamayacağına dair. Bu ürünler bazen ve çoğunlukla Konya'nın Bozkır ve Seydişehir ilçeleri civarından toplanıp satılmak için Mersin'e götürülen ve orada genellikle gayri Müslim tüccarlar üzerinden yurtdışına pazarlanan nohutlar idi. Bazen de bir Kurban Bayramı öncesi İzmir'e kurban için götürülen Kurbanlık küçük baş hayvanlardı. O yol güzergahları, tek kanallı televizyon zamanlarında, benim hayata açılan web sayfalarım, internet ağlarım gibiydi.
Bu yolculuklardan iki şeyi hiç unutmuyorum:
İlki, kamyoncuların çok iyi bildikleri, mutlaka orada durulması ve yemek yenilmesi gereken, adeta bir tür yarı kutsal ziyaret ve belki de daha çok ziyafet yerine dönüşen kamyoncu lokantaları. Bu lokantaların lezzeti sadece sundukları yemekten gelmezdi. Alışverişin sadece bir ticari ürün üzerinden işleme dönüşmediği, işlemin bitmesi ile her türlü ilişkinin de bitmediği geleneksel zamanlardı henüz. Alış veriş, satıcı-müşteri ilişkisinin adeta tali bir unsur olarak görüldüğü, aynı yerde yemek yemenin bir sadakate, yememenin bir vefasızlığa dönüştüğü zamanlar.. Modern zamanlarda bu tür ilişkilerin gerektirdiği karşılanma, uğurlanma ve hediyeleşme ritüelleri tamamen ortadan kalktı. Belki de yine o bol kepçeli, bol ikramlı, güler yüzlü kamyoncu lokantalarında devam ediyordur da ben o çevrelerden uzaklaşmışımdır, bilemiyorum..
Bu lokantaların ruhumda bıraktığı nostalji nedeniyle olsa gerek, Kırıkkale'de akademisyenliğe başladığımda öğle yemekleri için en fazla uğradığım yer yine kamyoncu lokantaları idi.
İkincisi ise, bugünden geriye baktığımda o lokantalardan belki de en fazla aklımda kalan şey, hep yarım kalan arabesk filmlerdi. Nerede ise bütün durak yerlerimizde Ferdi Tayfur'un, Orhan Gencebay'ın, Müslüm Baba'nın, İbrahim Tatlıses'in filmleri oynatılırdı.
Yemek ya da çay molamız hiçbir filmi sonuna dek izleyecek kadar sürmediğinden her mola benim için ayrı bir ıstıraptı. Çünkü her oturduğumuz yerde benim için filmin adeta en acıklı, en merak uyandıran, en hüzünlü ve bağrı yanık şarkıların, türkülerin beni bam telimden yakaladığı en etkili yerinde kalkılırdı mola verdiğimiz yerlerden. Belki de bu yüzdendi kamyon şoförlüğü, uzun tır yolculuğu ile melankoliyi kısmen özdeşleştirmem.
Kamyoncu lokantalarında acaba neden hep bu arabesk filmler gösterilirdi?
80 öncesinin aşırı politikleşmiş sağ-sol kamplaşmasının/çatışmasının dışında kalmak için mi?
80 sonrasındaki darbe ikliminin zaten siyasi mesaj içerikli filmlere izin vermemesinden mi?
Yoksa, o yılların resmî ideolojisi nedeniyle, TRT radyo ve televizyonlarında asla görülemeyecek olan arabesk şarkıların ve filmlerin tüm Türkiye'yi kasıp kavurduğu bir dönemin ruhunu yansıttığı için mi?
Ya da Soğuk Savaş dünyasında, devletler ile toplumları arasında adeta soğuk vatandaş ilişkisinin geçerli olduğu bir zamanda, arabesk müzik ve filmlerin kamyoncuların ruhunu daha iyi yansıtmasından mı?
Tabii ki bilemiyorum.
Bu cümleler, o günlerdeki bakışım değil, bugünden geriye yönelik olarak kurduğum cümleler.
O günkü çocukluk aklımla beni en fazla merak içinde bırakan, yola koyulmak durumunda olduğumuz için hepsi de yarım kalmış o filmlerin devamı idi. Bir sonraki durakta hep o filmlerin devamını beklerdim ama hep farklı filmlerle, yine yarım kalacak yeni filmlerle devam ederdi yolculuğumuz. Böylelikle yarım kalmış filmler ya da yarım kalmış hüzünler arşivim gittikçe genişlerdi.
O yıllarda en fazla okuduğum ve çoğu kez gözyaşları ile bitirdiğim Kemalettin Tuğcu'nun hikayeleri ile bu yarım kalmış filmler arasında adeta yakın bir ruh ilişkisi vardı. Her ikisinin de çocuk yüreğimde bıraktığı iklim hemen hemen aynı idi.
Molalarda arabesk filmler yarım kalsa da ben yol boyunca o filmleri bazen zihnimde bazen yüreğimde sürdürürdüm.
Belki de yol boyunca, zihnim, içimden sürdürdüğüm bu filmlerle meşgul olduğundan, o yıllarda birlikte yolculuk yaptığım büyüklerimin sohbetlerini pek hatırlamıyorum.
Ahmet Emre Hocam, "uzun yol şoförlüğü yolcululuğu" davetinizi kabul ediyorum.
Bu vesile ile belki hem, gösteriliyorsa hala eğer, yarım kalmış filmlerimi, eksik kalmış sohbetlerimi tamamlayabilirim.
Hem de yaklaşık 40 yıl sonra, kamyonculara, şoförlere, kamyoncu lokantalarına, yola ve güzergaha dair neler değiştiğini gözlemleyebilirim.