Gelinen noktada uluslararası sistemin temel kurumları iflas etmiş gibi görünüyor. Ancak bu durum, yeni iş birliği kanallarının açılmasına engel değil. Tam tersine mevcut kurumların işlevini kaybetmesi, bunların yerlerine daha demokratik şekilde meydana getirilmiş yenilerinin kurulmasını zorunlu kılıyor.
Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş/ Siyaset Bilimci
İsrail'in Gazze'de yaptığı soykırım dördüncü ayını doldurmak üzere. Resmi rakamlara göre İsrail'in saldırıları nedeniyle çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 26 binden fazla insan hayatını kaybetti. Hayatta kalanlar için ise şartlar her geçen gün zorlaşıyor. İnsanlar, gıda ve su başta olmak üzere temel ihtiyaç maddelerini karşılamakta zorluk çekiyorlar. Şehrin neredeyse tüm enerji kaynakları kesildi. İlaç ve tıbbî malzeme tedariki büyük ölçüde imkânsız hâle geldi. Öyle ki artık ameliyatlar bile narkozsuz yapılıyor. İsrail, Gazze'de yaşayanlara insanî yardım ulaştırılmasına hiçbir şekilde izin vermiyor. İşin en vahim tarafı ise tüm bu hadiselerin tüm dünyanın gözünün önünde yaşanması. Batı ülkeleri, bu vahşeti seyretmekle kalmayıp İsrail'e aktif olarak destek de veriyorlar. Bugüne kadar sarf edilen tüm insan hakları, demokrasi ve özgürlük söylemlerinin Batı için demogojiden ibaret olduğu bu vesileyle gayet iyi şekilde anlaşılıyor.
Bir düzen arayışı
Dünya savaşlarının neden olduğu yıkım, insan haklarının ve demokrasinin korunmasına yönelik bir söylemin küresel ölçekte yayılmasını beraberinde getirdi. Ancak bu tür bir yaklaşımın yalnızca söylemde kalmaması ve somut birtakım mekanizmalar aracılığıyla güvence altına alınmasının gerekliliği konusunda bir mutabakat sağlandı. Ülkelerin kendi içlerinde kuracağı koruma mekanizmaları da yeterli görülmedi. Uluslararası ölçekte bir düzen arayışını doğdu. Birleşmiş Milletler başta olmak üzere pek çok uluslararası kuruluş böyle bir düzeni kurmak ve sürdürmek için meydana getirildi. Böylece insan hakları ve demokrasi ülke içi bir mesele olmaktan çıkıp evrensel bir görünüm kazandı. Devletlerin kendi içlerinde sınırsız bir egemenlik hakkına sahip olmayacakları, tüm yönetim pratiklerinde insan haklarını esas alan bir yaklaşım benimsemeleri üzerinde duruldu. Uluslararası kuruluşlara hem ülkelerin kendi içlerindeki hem de farklı devletler arasındaki sorunların çözümünde devreye girme yetkisi verildi. Bunun yanında, "uluslararası toplum" kavramı aracılığıyla küresel meselelerde tüm insanlığın ortak inisiyatif sergileyebilecekleri savunuldu. Aynı dönemde, insanlığın ortak sorunlarına karşı birlikte mücadele edilmesini sağlayacak uluslararası mekanizmalar da kuruldu. Sağlıktan gıdaya, enerjiden çalışma hayatına kadar uzanan pek çok konuda farklı devletler arasında işbirliği ve eşgüdüm sağlayacak bazı mekanizmalar oluşturuldu.
Batı sessiz ya da destekçi
Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından uluslararası düzenin barışçıl bir şekilde işleyeceğine yönelik beklentiler güçlendi. Devletlerin artık kendi içlerinde de başka yerlerde de ölçüsüz, orantısız ve sebepsiz şiddet kullanamayacakları, aksine davrananların uluslararası toplumun kararıyla cezalandırılacağı yönünde hukukî iddialar dile getirildi. Bu şekilde, insan haklarının her şartta güvence altında tutulacağı ve korunmasız toplumların kamu otoritesi karşısında ezdirilmeyeceği düşüncesi işlendi. Akademik literatür "insanî müdahale"yi konu alan makalelerle doldu. Vatandaşlarına yönelik sistematik şekilde insan hakları ihlalleri gerçekleştiren devletlere, uluslararası toplumun onayıyla müdahale edilebileceği düşüncesi hukukun bir parçası hâline getirildi. Birleşmiş Milletlerden NATO'ya kadar pek çok uluslararası kuruluş, söz konusu müdahalelerin, böylece dünyanın daha yaşanabilir bir durum kazanmasının aracı şeklinde görüldü. Bu yaklaşım aracılığıyla aslında Batı'nın dünyanın geri kalan kısmına insan hakları ve demokrasi transfer edeceği düşüncesi toplumların bilinçaltına yerleştirildi. Daha açık şekilde ifade etmek gerekirse, Batı, hegemonyasını bir kez daha aynı kavramlar üzerinden yeniden üretti. Batılı ülkelerin en baştan itibaren medeniyet seviyesi ile ilişkilendirdiği bu kavramlar, toplumlar arasındaki hiyerarşinin bir kez daha hatırlatılması amacıyla kullanıldı. "Barbar ve medenî" dikotomisi içine yerleştirilmiş olan "biz ve öteki" ayrımının Batı toplumlarının kültürel kodlarında varlığını sürdürdüğü bir kez daha ortaya çıktı. Aynı şekilde, Batılıların gözünde güvenli ve özgür şekilde yaşamanın kendilerine özgü bir ayrıcalık şeklinde görüldüğünü tüm dünya bir kez daha anladı. Bosna'dan Ruanda'ya pek çok soykırım ve katliamda Batı dünyası büyük oranda sessiz kaldı. Kendi topraklarında en küçük bir eylemde ayağa kalkan Batı ülkeleri dünyanın geri kalanında yaşanan kıyımlar konusunda sessiz kaldılar. Dahası kendi güvenliklerini sağlama ve vatandaşlarını koruma gerekçesiyle başka ülkeleri işgal etmekten de Müslümanlar başta olmak üzere farklı insanlara zulmetmekten de kaçınmadılar. Batı'nın çıkarları söz konusu olduğunda ne uluslararası hukuk kaldı ne de evrensel adalet. Aynı zamanda bu kuruluşlar, insanlığın ortak sorunları karşısında çözüm üretebilmenin uzağında kaldılar. Mesela çok da uzun olmayan bir geçmişte, Covid-19 pandemisi sırasında Dünya Sağlık Örgütü neredeyse hiçbir işlev yüklenemedi.
İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırılar, uluslararası kurumların da iflasına işaret ediyor. Birleşmiş Milletler en baştan itibaren net bir tutum takınamıyor. Daha doğrusu, üyelerin çoğu İsrail'in saldırılarına karşı bir tutum benimsemesine rağmen Güvenlik Konseyinin saldırgan devlet karşısındaki tutumu bir türlü aşılamıyor. İsrail aleyhine tüm kararlar, Güvenlik Konseyinin daimî üyeleri ABD, İngiltere ve Fransa tarafından veto edilerek somut bir yaptırıma dönüşemeden anlamını yitiriyor. Bu durumun dünyanın büyük kısmında çaresizlik hissi ürettiği, ayrıca sorunların ortak bir mutabakat içinde çözülmesine yönelik beklentileri de ortadan kaldırdığı görülüyor. Nitekim İsrail'in saldırılarının başlamasından itibaren sorunun çözülmesi için harekete geçmesi gereken oluşumların hiçbirinden ses çıkmıyor. Elbette bu sorunun çözülmesi açısından uluslararası düzlemde çeşitli çabalar yürütülüyor. Birleşmiş Milletlerden sonuç alınamamasına rağmen başka alternatif kanallar aracılığıyla Filistin halkının uğradığı zulüm önlenmeye çalışılıyor.
Son dönemde bu kapsamdaki en önemli hadiselerden biri, İsrail'in Uluslararası Adalet Divanında yargılanacak olması. Güney Afrika, 29 Aralık 2023 tarihinde 1948 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'ni ihlal ettiği gerekçesiyle Uluslararası Adalet Divanında dava açtı. Divan, 26 Ocak 2024 günü açıkladığı ihtiyati tedbir kararında Gazze halkının içinde bulunduğu olumsuz şartları bir an önce kaldırılması için İsrail'in gerekli tedbirleri almasına hükmetti. Kararın olumsuz yönü bir ateşkes çağrısında bulunulmaması. Ama en azından Filistinlilerin acil ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik hüküm nedeniyle karar genel olarak olumlu karşılandı. Asıl sorun ise Divan'ın aleyhine alacağı herhangi bir kararın İsrail üzerinde ne ölçüde etkili olacağı. İsrail, zaten uluslararası normlara çok da uymamasıyla tanınıyor. Hem ABD başta olmak üzere Batı ülkelerinden aldığı destek hem de lobi gücü İsrail'in şımarıkça bir cesaret içinde hareket etmesine neden oluyor. İsrail'in Filistin topraklarında giriştiği zalimce hareketler değil etkili bir yaptırımı, basit bir kınamayı bile beraberinde getirmiyor. Batılı devletler, her türlü hukuksuz ve adaletsiz uygulamaya gözlerini yummayı tercih ediyorlar. Böylece İsrail, eylemlerini her seferinde daha da insanlık dışı bir yere doğru taşıyor. Üstelik muhataplarına kendilerini ciddiye almadığı, yolundan dönmeyeceği mesajını vermekten de çekinmiyor. Bu bakımdan, Divan'ın vereceği herhangi bir karara İsrail tarafından uyulması, dahası büyük devletler tarafından hüküm doğrultusunda davranmaya zorlanması gerçekçi bir durum değil. İsrail, aslında gerek Filistinlileri gerekse dünyanın geri kalanını kendi eylemlerine karşı bir şey yapılamayacağı düşüncesinden hareketle bir çaresizlik hissine itmeye çalışıyor. Böylece geleceğe yönelik tüm umutların tüketilmesine çaba harcanıyor.
Yeni iş birliği kanalları açılmalı
Gelinen noktada uluslararası sistemin temel kurumları iflas etmiş gibi görünüyor. Ancak bu durum, yeni iş birliği kanallarının açılmasına engel değil. Tam tersine mevcut kurumların işlevini kaybetmesi, bunların yerlerine daha demokratik şekilde meydana getirilmiş yenilerinin kurulmasını zorunlu kılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan çok uzun süredir, Birleşmiş Milletler başta olmak uluslararası kurumların geniş çaplı bir reformdan geçmesi düşüncesini her platformda dile getiriyor. Özellikle son dönemde küresel ölçekte adaletsizliklerin iyiden iyice belirgin hâle gelmesiyle bu çağrı daha fazla karşılık bulmaya başladı. Uluslararası kuruluşların büyük devletlerin hegemonyasından kurtulması aslında dünya çapındaki çok sayıda sorunun çözülmesi için gerekli. Farklı ülkelerde bu yönde başlayan hareketler aslında daha adil, daha eşit ve daha demokratik bir uluslararası sistemin tüm insanlık için bir hayal olmadığını açıkça gösteriyor. Önemli olan her ne şart altında olursa olsun, bu hedeflerden asla vazgeçmemek. Yukarıda değindiğimiz gibi İsrail gibi devletler, dünyanın geri kalanına içinde bulunulan durumun kaçınılmaz olduğu, dolayısıyla değişiklik için irade göstermenin anlam ifade etmediği düşüncesini ısrarla işliyorlar. Bu durum, hegemonyanın sürekli kılınmasının aracı olduğu gibi aynı zamanda psikolojik savaşın bir unsuru. Dolayısıyla küresel kurumları adil ve eşit şekilde yeniden düzenlemek yönündeki çabalardan hiçbir şekilde vazgeçmemek gerekiyor. İsrail'in saldırıları, çok sayıda ülkede insanları harekete geçirdi. Yalnızca Müslümanlar değil, dünyadaki vicdanlı insanların çoğu İsrail'in zulmü bir an önce durdurması konusunda mutabakata vardı. Dünyayı değiştirecek olan da zaten insanların ortak vicdanı. Bu yoldaki çabalardan vazgeçilmemesi, Batılı siyasetçilerin kendi toplumlarına daha çok kulak vermeleri konusunda üzerlerinde bir baskı oluşturacak. O halde şimdi, eskisinden daha fazla ve daha gür sesle adil ve eşit bir toplum idealinin peşinde koşmak ve bu uğurda mücadele etmek önem taşıyor.
@heberis