Güney Afrika'nın Filistin'de uygulanan soykırımı UAD'a taşıması sonrasında Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu'nda İsrail'in tutumunun eleştirildiği görülmüştür. En önemli açıklamalardan biri ise İrlandalı AP Üyesi Mick Wallace'a aittir. Wallace'ın, Almanya'nın İsrail politikasını hedef alarak "tarihinden hiçbir ders almadığını gösterdiğini" açıklaması düşündürücüdür. Avrupa'nın sürecin başından bu yana değişen söylemlerinin ise UAD ara kararı sonrasında eyleme dökülmesi önemlidir.
Doç. Dr. Merve Suna Özel Özcan/ Kırıkkale Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
7 Ekim 2023 tarihinde Hamas'ın, İsrail'e saldırısı akabinde başlayan İsrail'in Gazze saldırıları neredeyse üçüncü ayına girdi. Bu süreçte binlerce sivil hayatını kaybetti. Pek çok insan evsiz kaldı, zorla göç ettirildi. Uluslararası alanda, İsrail'in gerçekleştirdiği bu insanlık dışı eylemlere karşı ne doğrudan bir müeyyide uygulanabildi ne de Batı'nın İsrail'e desteği sonlandı. Bilindiği gibi İsrail'in, Gazze'de gerçekleştirdiği eylemler kapsamında pek çok Batılı ülke bu saldırıların "meşru savunma" kapsamında değerlendirilmesi noktasında desteğini açıklamıştı. Fakat meşru saldırı ya da savunmanın kapsamı ne idi? Bölgede bulunan binlerce çocuk, kadın ve sivil mi? soruları veya bu sorulara akılcı cevaplar vermek önemli.
Diğer taraftan, tarihsel arka plana bakıldığında bölgede yaşanan çatışmalar süreci çok eskiye uzanan bir kökene sahiptir. Bu açıdan 7 Ekim'de gerçekleşen "Aksa Tufanı operasyonuyla" başlayan süreç, 1948 sonrasında Filistin halkına karşı İsrail'in başlattığı teritoryal yayılım politikasının 21. yüzyıldaki görünen yüzlerinden sadece biridir. İsrail'in eylemlerine karşı Birleşmiş Milletler'in harekete geçmesi söz konusu olsa da ne yazık ki somut adımların atılmamış olması; II. Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan uluslararası düzenin sorgulanmasını da beraberine getirmiştir. Esasen 1948 tarihinde soykırım suçuna dair her şey açık olarak tanımlanmış ve bu suçun kapsamı belirtilmiştir. 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme 'ye göre soykırım gerek savaş gerekse de barış dönemi olsun belli özelliklere sahip bir grubun hedef alınması noktasında açıkça suç unsurlarını tanımlamaktadır. Bu kapsamda a) Gruba mensup olanların öldürülmesi; b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek; d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak; e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek (https://inhak.adalet.gov.tr/
Bosna örneği
Bu noktada UAD'nın verdiği ara karar ilk değildir. Soğuk Savaş sonrasında Sırbistan aleyhine 1993 yılında Bosna Hersek'in açtığı dava bir örnektir. Yugoslavya'nın parçalanışı sürecinde UAD Sırbistan'ın soykırım teşkil eden fiiller noktasında da o dönemde ihtiyati tedbir kararı vermiştir. Nitekim özellikle sivil can kayıpları düşünüldüğünde var olan neslin temsilcisi çocukların ölümü, bölgede zaten ilk aşamada sorgulanması gereken durumdur. Ayrıca soykırım suçları kapsamında yaşam şartlarının değiştirilmesi açısından bölge halkının ilaç, gıda ve yakıt ihtiyaçlarını karşılayamaması nedenleriyle açlık ile karşı karşıya olduğu görülmektedir. Dolayısı ile başta sorduğumuz soru yenilenmelidir "meşru müdafaa" kime karşıdır?
Karar açıklanırken bombardıman devam etti
II. Dünya Savaşı döneminde yaşanan insanlık suçları ve travmalarının bir daha yaşanmaması adına alınan önlemler ve sistem 7 Ekim akabinde tekrar sorgulanmaya başlamıştır. Birleşmiş Milletler bünyesinde İkinci Dünya Savaşı'nda yaşanan insanlık dışı eylemlerin yaşanmaması adına kurulan Uluslararası Adalet Divanı bu açıdan bugün aldığı tarihi ara karar ile uluslararası alanda İsrail'in eylemleri karşısında var olan karanlığa biraz da olsa ışık tutmuştur. Güney Afrika'nın, UAD nezdinde İsrail aleyhine açtığı soykırım suçuna ilişkin ihtiyati tedbir taleplerin alınmasına dair davada taraflar dinlenmiş ve 26 Ocak günü ara kararın açıklanması beklenmiştir. Sürece dair iki konuya dikkat çekmeliyiz. İlki İsrail'in tutumudur. Güney Afrika'nın sunduğu kanıtlar ve İsrail'in sunduğu kanıtlar ortada olsa da var olan en büyük sorun karar açıklanana kadar siyasi ve hukuki olarak İsrail'in zaten sürece dair tutumundaki sorunlardır. Davaya ilişkin ara karar açıklanırken dahi İsrail, Han Yunus'u bombalamaya devam etmiştir. Dolayısı ile sürecin vahameti ortadadır. İsrail, Batı desteği yanı sıra kendi var olan siyasi ve toplumsal meşrulaştırmaları ekseninde bölge halkını insan dışı yaklaşımlar ile görme eğiliminde olmuştur. O kadar ki bugün davada da yer verilen kanıtlar bağlamında İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant'ın, "İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz ve ona göre hareket edeceğiz" sözlerini yeniden hatırlamak yerinde olacaktır. İnsanların, insan dışı bir şekilde muameleye tabi tutulması ve bunun meşrulaştırma noktasında kullanılması II. Dünya Savaşı'nda büyük bir trajedi yaşamış bir halk açısından ne kadar doğrudur?
Öte yandan ikinci bir husus da Güney Afrika'nın dava sürecini başlatması ve takip ettiği kararlı duruştur. Bilindiği gibi Güney Afrika Apartheid rejimini uzun yıllar yaşamış ve ırkçılık ile karşı karşıya kalmış bir ülkedir. Batı'nın takip ettiği sömürgeci yaklaşımın bir sonucu olan bu uygulamalar tarihsel kırılmaların zihinlerde yeniden yansımalarını karşımıza çıkarmaktadır. Bu bağlamda Güney Afrika'nın attığı bu adım tarihin tozlu sayfalarında kalmayacak kadar önemli bir geçmişin 21. yüzyıldaki yansımasıdır. Nitekim UAD kararı sonrasında Adalet Bakanı Lamola, kararın, "uluslararası hukuk, Gazze halkı, çocukları ve kadınları açısından bir zafer" açıklamasında bulunarak insandışılaştırılan sürece de atıfta bulunmuştur denebilir.
Küresel bir etik duruş benimsenmeli
Evet, karar çıktı ancak İsrail'in şu ana kadar uluslararası hukuka ne kadar riayet ettiği de ortadadır. Bundan yirmi yıl öncesini baktığımızda, 2004 yılında UAD, Filistin topraklarında İsrail tarafından inşa edilen duvara dair kararı hatırlanmalıdır. Bu dönemde İsrail, güvenlik nedeni ile yaptığı bu duvarı hukuksuz olarak Filistin topraklarına inşa etmiştir ve sonuç ne yazık ki ortadadır. Dolayısı ile 1948'ten bu yana devam eden bu sorun konusunda tek taraflı değil, iki devletli ve hakkaniyetli bir çözüm ile küresel bir etik ve hukuki duruş benimsenmelidir.
Nitekim Güney Afrika dava sürecini başlatmakla birlikte insanlık adına önemli bir adım atmıştır. Bölgede Filistin halkına karşı işlenen suçların görülmesi ve uluslararası yaptırımların hayata geçmesi bağlamında bu bir ilk adım olmuştur. Çünkü daha önce de belirttiğim gibi BM başta olmak üzere pek çok uluslararası örgüt sürecin başından beri herhangi bir adım atamamıştır. Bu durum insani yardımların bölgeye ulaşması ve sivil ölümlerinin sonlanması gibi durumların insani ateşkes kavramsallaştırılması ile sınırlı zaman ve kotalara bağlı bir yeni konjonktür yaratmıştır. Ateşkes olmayan ancak insani aralar ile bölgede zorla göç eden ve hayatta kalmaya çalışan sivillerin yaşadığı dram pek çok ülkede kamuoyunu harekete geçirmiştir. Nitekim özellikle kamuoyunda başlayan Filistin halkına destek Avrupa ülkelerinin söylemlerinde değişim yaratmıştır. Elbette Güney Afrika ile birlikte süreç farklı bir hukuki evrim yaşamış ve Avrupa Parlamentosu (AP) Genel Kurulu'nda Gazze konusu ile ilgili İsrail'in tutumlarının eleştirildiği görülmüştür. En önemli açıklamalardan biri ise İrlandalı AP Üyesi Mick Wallace'a aittir. Wallace'ın, Almanya'nın İsrail politikasını hedef alarak "tarihinden hiçbir ders almadığını gösterdiğini" açıklaması düşündürücüdür. Avrupa'nın sürecin başından bu yana değişen söylemlerinin ise UAD ara kararı sonrasında eyleme dökülmesi önemlidir. Bu açıdan alınan bu ara karar her ne kadar "ateşkes" içermese de ihtiyatı tedbirlerin uygulanması zaten doğal olarak bir ateşkesin ortaya çıkacağını gösterecektir. Burada devletlerin sorumlulukları devreye girmektedir. Güney Afrika'nın attığı bu adım ile devletlerin uluslararası alanda İsrail politikalarını gözden geçirmeleri elzem hale gelmiştir. Tarihin farklı aktör ve mekânlar ekseninde tekerrür eden bir gerçekliği olmadığı görülmelidir. İnsani değerler ve haklar noktasında ayrım yapılamayacağı anlaşılmalıdır. Açlık ile karşı karşıya kalan, zorla yerlerinden edilen çocuklar ve siviller bu sürecin en acı yanını yaşamaktadır. Son noktada bu kararın siyasi yönünün hukuki ve uluslararası baskı yaratımı artık uluslararası sistemde devletlerin atması gereken ortak bir adım olarak görülmelidir.