Türkiye'de aydın, Batı'dan entellektüelin dinle, gelenekle, kilise ile savaşma boyutunu almış, onu camiyle, namazlıkla, takke ve tespihle, başörtüsüyle savaşmaya çevirmiş gerisini bırakmış. Kendini dindar kesimlerden üstün görmüş ve onlara kendince doğruyu belletmeye çalışmış. Mannheim'a göre de entelektüellerin tarihi kendini üstün görmenin tarihidir.
Doç. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi
"izm"ler der Cemil Meriç idrakimize giydirilen deli gömlekleridir. Türkiye'deki en önemli sorunlardan birisi aydın sorunudur. Alim ya da entelektüel değil, aydın sorunu. Aydın bu deli gömleklerinden en az birisini giymiştir. (Eğer o sınıfa dahil oluyorsam ben de bu sorunun bir parçasıyım demektir ve kaleme aldığım bu yazının temel paradoksu da budur. Yazdıklarım benim için de geçerli mi? Benim gömleğim hangisi? Horatius mu söylemişti? "Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikayen.")
Alimler ve entelektüeller
Alim, entelektüel ve aydın arasında büyük farklar bulunmaktadır. Genelde alim ve entelektüel kavramları ülkemizde sanki birbiriyle eş anlamlıymış gibi kullanılır. Halbuki alim ve entellektüelin Batı'da ortaya çıkış koşulları bizimkinden oldukça farklıdır. "Alim daha çok Ortaçağ'ın elitlerine atıfta bulunur. Sadece bizim Ortaçağımızda değil, aynı zamanda Hıristiyan ve Musevi Ortaçağındaki insanlar da, yani fikirlerle uğraşan insanlar da – bizimkiler Müslüman alimler, onlarınki Hıristiyan ve Musevi alimlerdir- çok büyük alimler yetiştirmişlerdir." (Arslan Hüsamettin, "Alimler ve Entellektüeller", Meselelerimizi Konuşmak, Zeytinburnu Belediyesi, İstanbul, 2020, s.153) Alim Ortaçağ'a aitken entelektüel modern çağa aittir.
Kafa işçiliği
Entelektüelin Dreyfus Davası ile birlikte ortaya çıktığı sık sık söylenmiştir. Fransa'da orduda başarılı bir Yahudi bir Subay olan Dreyfus çöpte bulunan bir mektup sonrasında el yazısı mektuptakine benzetilerek haksız yere ajanlıkla suçlanır ve bu süreçte Fransız edebiyatçı Emile Zola "Suçluyorum" adlı bir metni kaleme alarak Dreyfus'u orduya ve Kilise'ye karşı savunur. Hapse atılan Dreyfus'un sonradan suçsuz olduğu anlaşılacak ve on yıl sonra sökülen apoletleri kendisine yeniden takılacak, itibarı iade edilecektir. Fransa'daki bu olaydan sonra toplumu bilinçlendirme uğraşındaki insanlar entelektüel adını almaya başlar. İlk kafa işçisi, nam-ı diğer bilinen ilk entelektüel ise sofist. Yeni palazlanan bir toplumsal sınıfın habercisi. Platon'un Sokrates'in karşısına konumlandırdığı, Sokrates tarafından argümanları çürütülen kişi, entellektüel. Schumpeter öyle diyor. Ama Schumpeter'e göre öyle. Platon'a göre toplumun kafasını bulandıran bir şarlatan. Dellaloğlu'na göre, entelektüel aydın değildir. "Entelektüel aydın gibi toplumu aydınlatan, doğrunun, iyinin, güzelin bayraktarlığını yapan, herhangi bir siyasal programın ya da ideolojinin fikri alt yapısını inşa eden değildir." (Besim Dellalloğlu, Poetik ve Politik, Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi, Timaş, Yayınları, İstanbul, 2020, s.134)
Aydın entelektüelden farklı. Aydın, aydınlık kavramından gelmektedir. Karanlıkla savaşan, yani ilerici. Gericilere karşı olan. Gericilerse karanlık. Ortaçağ karanlığı ve geriyi, Yeniçağ aydınlık ve ileriyi temsil eder. Aydın Yeniçağ'ı, moderni, ileriyi savunan ve temsil eden demektir. Aydının öncülük ettiği, aydınlattığı! Halk ise geridedir. Yani bizde bu iş böyle.
Bizde yüksek tahsil gören halktan kopar, öğrenim gördüysek halkı beğenmemeye başlarız. Türkiye'de okulun okula giden kişi üzerindeki en önemli işlevi evdekileri beğenmemesini sağlamasıdır. Evdekileri daha iyi anlamayı sağlaması değil, hiç anlamamayı sağlamasıdır. Okula gidene anne baba, geri kalmış, cahil hatta düşman gibi gözükür. Evdekiler de okuyanı anlamaz. Çünkü bizdeki eğitim sistemi kendi kültürüne, geleneğine, ailesine yabancılaşan bireyler yaratır. Anaokulundan itibaren çocuğunu okula veren bir aile çocuğu liseden çıktığında onu tanıyamaz. Üniversiteye yolladığında ise ne yaptığından ve kim olduğundan habersizdir. Aydın da bu tipik eğitim sürecinin ürünüdür. Aydın şuna inanır: Okul halka halk olduğunun bilgisini vermekle yükümlüdür. Aydın da bu halkı aydınlatmakla yükümlü. Bu durumda aydın halktan üstün bir konumdadır. Aydın halk ikilemi temel meselelerimizden birisidir. Türkiye'de aydın, Batı'dan entellektüelin dinle, gelenekle, kilise ile savaşma boyutunu almış, onu camiyle, namazlıkla, takke ve tespihle, başörtüsüyle savaşmaya çevirmiş gerisini bırakmış. Kendini dindar kesimlerden üstün görmüş ve onlara kendince doğruyu belletmeye çalışmış. Mannheim'a göre de entellektüellerin tarihi kendini üstün görmenin tarihidir.
Aydınlatma misyonu
Peki ya akademisyen? O entelektüel değil mi diyeceksiniz? Dellaloğlu'nun dediği gibi akademisyen anca kariyer yapar bu ülkede. Devletten maaşlı ama devlete karşı özgür davranmak isteyen, aybaşını bekleyip ek ders hesabı yapan devlet memuru. Bilginin derinliklerinde gezinen devlet memuru mu desek. Devletten maaş alması şart olmayan entelektüelde ise hakikat duygusu vardır ve bu hakikatin peşinde koşar. Bu yüzden Batı'da entelektüel Herman Hesse'in Bozkırkurdu gibi yalnızdır, bağımsızdır. Hiçbir kulübe, cemaate, statüye üye ya da ait değildir. Hakikati halkı aydınlatmak, bilinçlendirmek için değil, hakikat olduğu için savunur.
Hakikati hakikat olduğu için savunmak değil, halkı aydınlatmak Türkiye'deki aydının ise temel misyonudur. Troçki, kendi dönemindeki Rus aydınlarını tarif ederken "Entelijensiya Avrupa kültürünün içine uzatılmış bir antendir" derken sanki bizim aydını kastediyor. (Troçki'den akt.Murat Belge, Step ve Bozkır, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016, s.36) Ülkemiz aydını kendi halkına karşı oryantalisttir, onu beğenmez ve kültürün adeta içine Batı'dan uzatılmış bir antendir. Ne yazık ki bu anten iyi de çekmiyor.
Akıl mı inanç mı kavgası
Türkiye'de aydının bu şekilde misyon üstlenmesinin nedenlerinden birisi vakti zamanında cumhuriyeti kurucu liderlerin militer entelektüeller olmasıdır. Militerlik okuyan herkesin içine işlemiştir. Aydınlar halkı adam etmek ister, öğretmenler öğrencileri, ilahiyatçılar, din adamları, geleneğiyle yaşayan dindar halkı adam etmek ister. Yaşar Nuri Öztürk'ü benim kuşağım çok iyi hatırlar. Televizyonlarda sık sık yayınlanan tartışma programlarındaki kavgadan –akıl mı inanç mı kavgası - bıkmış usanmıştık. Sanki bunlar –akıl ve inanç- birbirlerinin muadiliymiş gibi!
Elitlerin, ilk toplumlarda düzeni anlama ihtiyacından doğduğunu söylüyor Hüsamettin Arslan. O zamanlar günümüzdeki gibi okullar yokmuş ve insanlar kaostan korkmuşlar. Korktukları için de onu anlamlandırma ihtiyacı duyuyorlar. Bu düzen ihtiyacını, kaosu anlama ihtiyacını kahinler, rahipler, şamanlar ve büyücüler gidermiş. O toplumların entellektüelleri onlar. İnsanların dünyayı bir düzen içinde anlamalarına katkıda bulunmuşlar. İşte entellektüellerin toplumda ilk var olma nedeni bu. Düzen ihtiyacı. Toplum piramidinin hep üst kısımlarında yer almışlar. Onlar eski dönemin entellektüelleri. Merkezdeler ve düzeni savunuyorlar. Ancak modern entelektüel marjinde olandır. Toplumun kıyısında yaşayarak toplumu eleştirir. (Arslan, a.g.e, s.157-158)
Batı'da modern entelektüel demek muhalif demek. İkisi zamanla eş anlamlı hale gelmiş. Seküler entelektüel her şeye muhalif olabilir. Devlete, dine, ideolojilere, toplumdaki genel doğrulara muhalefet, şimdi bir de cinsiyetlere karşı muhalefet çıktı (oynasın diye kız bebeğe araba, oğlan çocuğuna Barbi bebek verelim diyenler, olmadı pembe giysin..).
Ancak bizdeki muhalif entelektüel değil, yukarıda sözünü ettiğimiz aydındır ve o bir ideolojiye baştan zaten üyedir. O da Batılı entelektüel gibi dine, geleneğe, genel doğrulara, devlete, orduya muhaliftir. Ancak köküne kadar da sekülerist ve pozitivisttir. Tam bir ideologtur. Bu ikisinin, kendi ideolojilerinin eleştirisini yapmaya kesinlikle yanaşmaz. Yanaşmadığı için de jakobendir. Toplumsal mühendistir, halkı beğenmez, halkın adam olmasını ister. Dostoyevski'nin Puşkin üzerine konuşmasında döneminin aydınlarına söylediği gibi: "Halk anca geçmişini lanetlerse bizden biri olabilir." Sadece Türk elitleri için değil, Kürt elitleri için de aynı şey söz konusudur. Geleneksel, dindar Kürt onlar için feodaldir. Kürt olma bilincinden yoksundur. Dindardır ve dindar olduğu için sefildir. Ulus bilinci bir an önce kendilerine aşılanmalıdır. Onlara aşılayamazsan çocuklarını dağa kaçırıp onlara aşıla fikrini destekler bu elitler. Türkiye'de aydın her zaman misyoner gibi olmuştur (Arslan, a.g.e., s.166)
Pozitivizm adeta bir din
Henri De Lubac diye Fransız bir alim var. Aslında din adamı, yani teolog aynı zamanda bir entelektüel. Anlayacağınız bizdeki teolog muadillerinden oldukça farklı ve değişik kitaplar yazıyor. Ateist Hümanizmin Draması diye bir kitabı var. Fransızca'dan Türkçe'ye kim çevirmeye cesaret eder bilemiyorum ben doktora yaparken İngilizcesinden okumuştum. Kabaca hatırladığım kadarıyla kitabında çok temel bir tespit yapıyordu. Biz Auguste Comte'dan pozitivizmin Yeniçağ'ın, modern çağın dini olduğunu öğrenmiştik. Lubac'ın tespiti ise şuydu: "Pozitivizm adeta bir dindir ama Pozitivistler halkı sopayla adam etmeye kalkışırlarken, Hıristiyanlık, yani asıl din insanların kalplerine girer". Militer entelektüel halkı sopayla adam etmeyi savunur çünkü pozitivisttir. Türkiye'de aydınların ekseriyeti pozitivizmden derinden etkilenmiştir. Solcusu, sağcısı, Kemalisti, İslamcısı, feministi, akademisyeni vs. hepsi pozitivizmden derinden etkilenmiştir. Tek dertleri halkı adam etmektir.
Derin Müslümanlık
Peki ya halk? Arslan'ın deyişiyle Türkiye'de görünen Müslümanlığın arkasında bir de derin Müslümanlık var ve bu aydın denen tiplere derin Müslümanlar hala tahammül ediyor. Aydın müsvettelerinin sermayeleri, kanalları, gazetecileri, yurt dışında destekçileri var, müzisyenleri, tiyatrocuları, komedyenleri, sinemacıları, yönetmenleri var, gazeteleri, dergileri, çok sayıda karikatür dergileri var ve yetmiyor TV'lerde bütün gün bu halkı nasıl adam ederiz, bu halk hala niye bizim partimize değil de gerici bir partiye oy veriyor diye car car bağırıyorlar. Kendi vergileriyle okula gönderip eğittikleri bu aydın müsveddelerine ise Müslümanlar, sadece bir oyu olan dindarlar hala kandil günlerinde camilerinde dua ederek sabrediyorlar. Çünkü derin Müslümanlığın esası sabretmektir.
(Bu yazımı derinden sabreden birine, doktora tezim Eric Voegelin İnsanlık Draması: Din Politika İlişkileri'ni ve yazdığım her şeyi hakkıyla okuyan tek kişi olan ve yüz yüze hiç tanışamadığım ve geçtiğimiz gün kaybettiğimiz merhum Abbas Tevfik Pirimoğlu'na ithaf etmesem olmazdı. En azından bunu borçluydum. Ruhun şad olsun.)