Türkiye Yüzyılında Batı'nın Türkiye algısının anakronizmi

Prof. Dr. Metin Aksoy / Selçuk Üniversitesi Rektörü
10.12.2022

Türkiye için iki önemli hususta ısrar etmek tarihin hatalı tekerrürünü engelleyecektir. İlk olarak, İsveç ve Finlandiya'nın ortaya koydukları taahhütleri yerine getirip getirmedikleri takip edilmeli ve mevcut tutum buna göre değiştirilmelidir. İkinci olarak siyasi iktidarın, mevcut olmayan meşruiyetini dışarıda arayan ve bu uğurda uluslararası tavizler veren kimselerce gasp edilmesi ihtimali engellenmelidir.


Türkiye Yüzyılında Batı'nın Türkiye algısının anakronizmi

Prof. Dr. Metin Aksoy / Selçuk Üniversitesi Rektörü

Batı ittifakı kurumlarının (NATO ve AB) Doğu'ya doğru genişlemesini engellemek için Rusya'nın Ukrayna'yı işgal etmesi, İsveç ve Finlandiya'nın NATO'ya üye olması gündeminin bir başka deyişle NATO'nun kuzeye doğru genişleme meylinin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Bu noktada İsveç ve Finlandiya'yı siyasi olarak güdüleyen husus, Ukrayna'nın Rusya tarafından işgalinin kendilerine gösterdiği üzere NATO'ya üye olmadan NATO tarafından tam anlamıyla askeri olarak desteklenmeyeceklerini görmüş olmalarıdır. Buna mukabil NATO ise İsveç ve Finlandiya'yı ittifakın yeni üyeleri olarak kabul ederek; Baltık Denizi özelindeki dengeyi kendi lehine değiştirmeyi, Rusya'nın Kaliningrad şehrini ittifak tarafından tamamen çevrelemeyi ve NATO'nun etkinlik alanını Rusya'nın kuzey sınırlarına taşımayı hedeflemektedir. Sıralanan bu jeopolitik hedeflerin yanı sıra NATO, bahse konu iki ülkeyi yeni üyeler olarak kabul ederek Rusya dışındaki diğer tüm Arktik Konseyi ülkelerini bünyesine katmış olacaktır. Böylece NATO, Arktik bölgesini güvenlik politikalarının uygulama alanlarından bir tanesi haline getirebilecektir. Ancak 21. yüzyılın küresel siyaset panoraması göz önüne alındığında hem NATO'nun hem de İsveç ile Finlandiya'nın kurdukları bu denklemde oldukça belirleyici bir etkeni/faktörü gözden kaçırdıkları ortadadır: Türkiye. Nitekim Türkiye, İsveç ve Finlandiya'nın PKK/PYD'ye siyasi-mali-askeri destek sağlamaları, 2019'da gerçekleştirilen Barış Harekâtı Operasyonu sonrasında Türkiye'ye silah ambargosu uygulamaları ve Türkiye'nin yargılanmaları için iadesini talep ettiği kişiler konusunda adım atmamaları sebebiyle bu ülkelerin NATO'ya üyeliklerine olumsuz baktığını ifade etmiştir. NATO'da kararların oy birliği/konsensus ile alındığı hususu dikkate alınırsa Türkiye bu tutumuyla, Rusya-Ukrayna savaşı gibi küresel siyaseti derinden etkileyen bir gelişme döneminde ve kendi lehine sonuçlar almak adına ittifakın işleyişini kilitlemiş gözükmektedir. Bu durumda NATO'nun ve İsveç ile Finlandiya'nın Türkiye'nin küresel siyasetteki özgül ağırlığını nasıl göz ardı ettikleri ve Türkiye'nin bu tutumunun Türk dış politikası nezdinde ne anlama geldiği meselesi önem kazanmaktadır.

'Hatayı tekrar etmeyeceğiz'

Bilindiği üzere NATO-Türkiye ilişkileri Türkiye'nin 18 Şubat 1952'de ittifaka üye olmasıyla başlamıştır. Bu tarihten Soğuk Savaş'ın sonuna kadar olan süreçteki ilişkilerde ise Soğuk Savaş siyaseti oldukça belirleyici bir faktör olmuştur. Bunun NATO'nun Türkiye'ye bakışı çerçevesindeki anlamı ise Soğuk Savaş siyasetinin gerildiği dönemlerde Türkiye'ye edilgen bir jeopolitik önem atfedilmesi, yumuşama dönemlerinde ise bu edilgen jeopolitik önemin bile göz ardı edilmesidir. Nitekim Soğuk Savaş döneminde Türkiye'nin NATO için anlamı "Sovyet bariyeri" (Soviet barrier)dir. Türkiye'ye NATO nezdinde edilgen bir önem verildiğini İsveç ile Finlandiya'nın NATO'ya üyelikleri konusuyla ilintili olarak ortaya koyan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın da "aynı hatayı ikinci kez yapmayacağız" diyerek atıf yaptığı gelişme ise Yunanistan'ın 20 Ekim 1980 tarihinde Türkiye'nin de onayıyla NATO'nun askeri kanadına geri dönüşüdür. Söz konusu onayın Türkiye tarafından nasıl bir siyasi ortamda ve hangi saiklerle verildiği ise tarihin Türkiye aleyhine tekerrür etmemesi adına ortaya konması gereken bir meseledir. Bilindiği üzere Yunanistan, NATO'nun Türkiye'nin Kıbrıs barış harekâtına yönelik "gerekli" tepkiyi vermediği ve hareketsiz kaldığı gerekçesiyle 14 Ağustos 1974'te ittifakın askeri kanadından ayrılmıştır. Ancak hem Ortadoğu hem de küresel siyaset açısından oldukça belirleyici bir tarihsel aralık olan 1979-1980'de ve ABD nezdinde Yunanistan'ın ittifakın askeri kanadına dönüşünü yani ittifakın güney kanadının durumunu önemli bir mesele haline getirmiştir. Zira bu dönemde ABD'nin bölgedeki en önemli müttefiki olan İran'da İslam Devrimi gerçekleşmiş ve S.S.C.B. Afganistan'ı işgal etmiştir. Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönme gündemi oluştuğunda ise Türkiye Yunanistan'daki NATO karargâhlarının sorumluluklarının Türkiye hava sahasına ve karasularına kadar uzanmasından yani bir anlamda NATO'da Ege'nin savunma sorumluluğunun Yunanistan'ın üzerinde görünmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirerek Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına geri dönmesine onay vermeyi ittifakın Ege özelindeki komuta kontrol alanlarının yeniden tanımlanması ve Türkiye'nin NATO planlarındaki sorumluluğunun Ege'nin ortalarına kadar uzanması şartlarına bağlamıştır. Türkiye'nin bu direnci 12 Eylül 1980 darbesi akabinde kırılmış ve darbeci Evren ABD'nin Türkiye'de tesis edilen askeri diktatörlüğü bir süre için eleştirmemesi karşılığında Dışişleri Bakanlığı'na ve Türkiye'nin NATO nezdindeki daimî temsilcilerine danışmadan Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönüşüne onay verilmesi talimatını vermiştir. Detayları ve dönemin tanıklıkları Sedat Ergin'in yazı dizisinde ortaya konduğu bu karar üzerine Türkiye, Yunanistan temsilcilerinin toplantı salonunda hazır bulunmaması yani oylama akabinde salona davet edilmesi hususu dışında herhangi bir diplomatik tavır koyamadan tarihi bir fırsatı kaçırmıştır. Bu tarihsel deneyimden çıkarsanabilecek ilk önemli husus Türkiye'deki siyasi iktidarın sahibi olanların niteliklerinin ve kaygılarının Türk dış politikasında doğrudan bir etki doğurduğudur. İkinci önemli husus ise küresel siyaset için önemli olan ve 1979-1980 aralığında yaşanan İran İslam Devrimine ve S.S.C.B.'nin Afganistan'ı işgaline (Mısır ile İsrail arasında imzalanan Camp David Anlaşmasının yanı sıra) Türkiye'deki 1980 darbesinin de eklemlenmesidir.

Soğuk Savaş mirası

Dolayısıyla NATO ve İsveç ile Finlandiya kurdukları denklemden Türkiye'yi dışlama hatasına düşerken ve Türkiye'nin olası tavrını çekincesiz-şartsız "evet" olarak değerlendirme olarak nitelendirilebilecek "üstten bakışlarını" ortaya koyarken Soğuk Savaş siyasetinden kendilerine miras kalan Türkiye algısıyla hareket etmişlerdir. Batı ittifakı nezdinde çelişkili ve hatta ironik olan ise bahse konu denklemin taraflarının Türkiye'ye yönelik Soğuk Savaş siyasetinin çerçevesinden bakmaya devam etmeleri buna karşılık Rusya'yı geçmişinden bağımsız bir aktör olarak değerlendirmeleridir. Nitekim Soğuk Savaş'ın ardından ABD "önce Rusya" (First Russia) politikasıyla Rusya'nın küresel siyasete entegrasyonuna önem vermiş ve Batı ittifakı kurumları ile Rusya arasındaki ilişkiler buna paralel olarak gelişmeye başlamıştır. Böylece 1997 yılında "NATO + 1" formatı olarak da bilinen NATO-Rusya Kurucu Senedi imzalanarak NATO üyelerinin aldığı kararların Rusya ile görüşülmesi dönemi başlamıştır. Öte yandan AB üyeleri nezdinde Rusya'dan enerji ithalatı gerçekleştirilmesiyle ortaya çıkacak karşılıklı bağımlılığın Rusya-Batı arasında çatışmayı/rekabeti önleyeceği yanılsaması hâkim olmuştur.

Özetle Batı ittifakının Türkiye'ye yönelik anakronik, Rusya'ya yönelik ise ahistorik yaklaşımının yanlışlığı artık ortadadır. Öyle ki Batı'nın Rusya'ya yönelik ahistorik bakışının ve bunun üzerine temellenen "Chamberlain siyasetinin" bir sonucu olarak Rusya küresel siyasetteki özgül ağırlığını peyderpey arttırmış ve bu süreç Rusya'nın Ukrayna'yı işgaliyle sonuçlanmıştır. Türkiye'ye yönelik Soğuk Savaş'tan miras kalmış ancak Türkiye'nin 21. yüzyıldaki küresel gücünü göz ardı eden anakronik bakışın bir an önce tersine çevrilmesi ise Batı ittifakının önündeki zorlayıcı seçenektir. Zira Türkiye içinde bulunduğu yüzyılı "Türkiye yüzyılı" ilan edecek kadar özgüvenli bir küresel aktör haline gelmiştir. Dolayısıyla şimdi yapılması gereken ise NATO ve İsveç ile Finlandiya'nın Türkiye'yi dışlayarak kurdukları denklemin Türkiye tarafından re-formüle edilmesidir. Bu çerçevede Batı ittifakının üzerinde durması gereken ilk husus Türkiye'nin haklı hassasiyetlerini dikkate almaktır. İlk olarak Türkiye PKK/PYD ve FETÖ ile olan terörle mücadelesinde AB ve NATO'nun kendisini yalnız bırakmasından hatta yer yer bu mücadeleye köstek olmasından şikayetçidir.

CAATSA yaptırımları

Öyle ki PKK bazı Avrupa ülkelerinde örgütlenerek mali ve siyasi destek bulmuş benzer şekilde FETÖ elebaşının ABD'deki ikametine göz yumulmuştur. Bununla birlikte Avrupalı devletler tarafından Suriye'nin kuzeyinde PKK/PYD oluşumuna destek verilmiş ve Türkiye'nin sınır güvenliğini sağlamak amacıyla yaptığı sınır ötesi harekâtlar eleştirilmiştir. İkinci olarak Suriye İç Savaşı'nın başlamasında itibaren Türkiye tarafından dile getirilen "güvenli bölge" tezi AB ve NATO tarafından desteklenmemiştir. Bununla birlikte Türkiye'nin talebiyle NATO, Suriye sınırına altı adet Patriot bataryası göndermiş, ancak daha sonra söz konusu hava savunma sistemleri geri çekilmiştir. Aynı zamanda Türkiye'nin hava savunma sistemi satın alması demokrasi ve insan hakları gibi çeşitli nedenlerle Batılı ülkeler tarafından engellenirken, Türkiye'nin Rusya'dan S-400 savunma sistemleri satın alması AB ve NATO tarafından eleştirilmiştir. S-400 satın alınmasına karşılık ABD, Türkiye'ye ittifak ruhuna bağdaşmayacak şekilde CAATSA yaptırımları uygulamaya başlamıştır. Üçüncü olarak Suriye kaynaklı düzensiz göçmenlere karşı AB ve NATO Türkiye'ye destek vermede de sınıfta kalmıştır. Nitekim Türkiye ve AB arasında mutabakata varılan Geri Kabul Anlaşması'nda AB Türkiye'ye göçmenler için 6 milyar Euro kaynak vaadinde bulunmuştur. Ancak bahsi geçen rakamın Türkiye'nin göçmenler için harcadığı tutarın oldukça altında olması, Frontex ve NATO'nun Ege misyonunun göçmenlere karşı AB'nin sınırları koruması Türkiye'de eleştiri konusu olmuştur. Türkiye'nin Batı ittifakı nezdindeki dördüncü haklı şikâyeti Yunanistan ve GKRY'nin AB'yi Türkiye'ye karşı düşmanca tutum için araçsallaştırmasıdır. Nitekim Ege'deki kıta sahanlığı ve hava sahası sorunları, Doğu Akdeniz enerji krizi ve Libya İç Savaşı gibi meselelerde NATO ve AB'nin Yunanistan ve GKRY politikalarına destek vermesi, GKRY'nin Türkiye tarafından tanınmasına yönelik baskıcı çabalar ve GKRY'nin NATO mekanizmalarına entegre edilmeye çalışılması Türkiye'nin AB ve NATO ile ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir.

Özgül ağırlık

Batı ittifakının üzerinde durması gereken ikinci husus ise Türkiye'nin 21. yüzyılın küresel siyasetindeki özgül ağırlığıdır. Nitekim Türkiye küresel siyasette kilit bir ülke olduğunu Rusya-Ukrayna krizindeki Tahıl Anlaşması başarısında örneklendiği üzere göstermiştir. Benzer şekilde Türkiye Suriye'deki başarılı askeri harekatları, Libya'daki yapıcı askeri gücü, Azerbaycan-Ermenistan ve Rusya-Ukrayna savaşlarında ağırlıklarını gösteren İHA-SİHA'ları ile yalnızca Karadeniz veya NATO'nun güney kanadı için değil küresel güvenliğin tesisi konusunda da belirleyici bir güç olduğunu ortaya koymuştur. Türkiye'nin küresel siyasetteki bu özgül ağırlığının ve NATO ile İsveç-Finlandiya'nın kurdukları Türkiyesiz denklemin butlanlığının Batı ittifakı nezdinde anlaşılmaya başlandığı ise yaşanan gelişmelerle doğrulanmaktadır. Nitekim NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg'in girişimiyle Türkiye-İsveç-Finlandiya arasında imzalanan üçlü mutabakatın içeriği Türkiye'nin şartlarının kabul edildiğinin ve Türkiye'nin denklemin dışında kalan değil denklemi dikte eden ve hatta denetleyen bir konumda olduğunu tescillemiştir.

Öyle ki iki ülke PKK/PYD ve FETÖ'ye destek sağlamayacaklarını, ittifak ruhuna bağlı olarak Türkiye'nin terörle mücadelesi hususunda iş birliklerini arttıracaklarını, Türkiye tarafından gelen sınır dışı ve iade taleplerini ivedilikle işleme koyacaklarını kabul etmişlerdir. Öte yandan Türkiye'ye yönelik askeri ambargo uygulamayacağının da teyit edildiği bu belgenin bir diğer önemi FETÖ'nün ilk defa bir uluslararası belgede terör örgütü olarak kabul edilmesidir. Bu çerçevede Türkiye için iki önemli hususta ısrar etmek tarihin hatalı tekerrürünü engelleyecektir. İlk olarak Türkiye bahse konu ülkelerin ortaya koydukları taahhütleri yerine getirip getirmediklerini yakından takip etmeli ve mevcut tutumunu buna göre değiştirmelidir. İkinci olarak Türkiye'de siyasi iktidarın, darbeci Evren gibi mevcut olmayan meşruiyetini dışarıda arayan ve bu uğurda uluslararası tavizler veren kimselerce gasp edilmesi ihtimali her zaman engellenmelidir. Benzer zihniyete sahip olarak siyasi iktidar umudunu Batılı devletlerin tutumuna bağlayan siyasi eğilimlerin iktidara gelme ihtimali ise, "Türkiye yüzyılı" küresel perspektifiyle hareket ederek Türkiye'nin belirleyici ve normatif gücünü ön planda tutan siyasi davanın halk tarafından seçilmesiyle boşa çıkacaktır. İşte, 2023 seçimlerini Türkiye nezdinde önemli kılan husus budur.

[email protected]