Gazâ-nâme-i Çehrin, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın 1678 yılında gerçekleştirdiği ve Çehrin kalesinin fethiyle sonuçlanan seferin hikayesidir. Çehrin zaferi, Osmanlı devletinin sınırlarını gidebileceği en kuzey noktasına ulaştırması açısından toplumda büyük ilgiyle karşılandı. Dönem şairleri bu seferle ilgili şiirler yazdılar, tarihler düşürdüler.
Mustafa İsen / Yazar
Belgrad Üniversitesinde öğretim elemanı olarak bulunduğum yıllar. Ülkeyi biraz tanıdıktan, hele bir de araba edindikten sonra yakın çevredeki özellikle bize ait kültürel mekanlara fırsat buldukça geziler yapmaya başladık. Bu hem bize ailece birlikte vakit geçirme imkanı sunuyor hem de çok iyi bir bölge uzmanı olan idari ataşemiz Osman Kılıç Bey eşliğinde yeni keşif imkanları sağlıyordu. Bir hafta sonu için Semendire'ye (şimdi Sırbistan sınırları içinde Smederova) gitmeye karar verdik.
Tabii önce niçin Semendire, onu anlatmalıyım. Sırbistan'ın Ortaçağ'daki son başşehri olan Semendire, 1459'dan itibaren önemli bir Osmanlı sancak merkezi olmuş ve kısa zamanda gelişme göstererek bir Türk şehri haline gelmişti. Ana yol güzergahında ve Tuna üzerinde bulunması sebebiyle Semendire'nin ekonomisi Osmanlı devrinde hızlı gelişti, burası üretim, ticaret ve gümrük merkezi oldu. Şehrin gelişiminin ana sebeplerinden biri de burada bulunan ince donanma merkezidir. Osmanlı Devleti'nde deniz donanmasından ayrı olarak kurulmuş, hafif gemilerden oluşan nehir ve göl gibi sığ sularda ulaşım, nakliye, keşif ve lojistik destek amaçlı kullanılan, gerektiğinde de muharip unsur olarak hizmete sunulan filolardan oluşan donanma sistemine bu ad verilmektedir. Tuna'nın daha çok güney kıyılarındaki şehirlerde ortalama seksen kilometrede bir kurulan İnce Donanma ikmal merkezleri müstahkem kalelerle korunmaktaydı. Dört yüz yıldan fazla elimizde kalan Semendire'ye gidiş amacımız asıl bu konumunu görmekti. Küçük bir aksaklık sonrası ulaştığımız şehir, neredeyse yeni yapılmış görüntüsü veren surlarıyla karşıladı bizi. Gün boyu burada kaldık, piknik yaptık, etrafı inceledik ve akşam seksen kilometre uzağımızdaki Belgrad'a geri döndük.
Size niyetim Semendire'yi anlatmak değil. Yine Belgrat'ta bulunduğum yıllarda aile dostumuz, hocamız Prof. Duşanka Boyaniç, bana bir yeniçeri günlüğünden söz etti ve yaşımdan dolayı ben artık ilgilenemem, lütfen bunu bul ve yayınla dedi. Yazma Slovakya Cumhuriyetinin başkenti Bratislava Milli Kütüphanesindeydi. Bu kütüphanede ünlü Boşnak araştırıcı ve şair Safvet Beg Başagiç (1870-1934) tarafından bağışlanmış önemli bir yazma koleksiyonu bulunmakta olup bu eser de onlar arasındaydı. Türkiye'ye dönünce kataloğu da yayınlanmış bu kütüphaneye şahsen başvurdum. Bir cevap alamadım. Daha sonra Milli Kütüphane aracılığı ile resmi bir yazı yazdık, yine netice elde edemedik.
'Siz Vrapçişteli misiniz?'
Tam bu işlerle uğraştığım doksanlı yılların ortalarında glasnost gerçekleşti ve sosyalist dünya darmadağın oldu. Makedonya'nın Gostivar ilçesine bağlı Vrapçişte köyü bize ait kimliği yanında mensuplarının neredeyse tamamının pastanecilik yaptığı ilginç bir yerleşim merkezidir. Öyle ki Yugoslavya zamanında bu ülkedeki herhangi bir şehirde herhangi bir pastaneye uğrasanız selam verip "Siz Vrapçişteli misiniz?" diye sorsanız, büyük ihtimalle evet cevabı alırdınız. Türkiye'de de bu köyden gelip yerleşmiş çok kişi vardır ki bunlardan biri de Gazi Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Mehmet İbrahimgil'dir. Ankara'ya gelenler genelde Mehmed'i ziyaret ederler. Bir gün fakültenin bahçesinde kendisine, bir misafiriyle yürürken, rastladım. Konuğunun durumunu tahmin ederek "Hoş geldiniz, siz nerede pastanecilik yapıyorsunuz?" diye sordum. Misafir şaşkınlıkla nereden biliyor der gibi Mehmed'e baktı. Mehmet, kısaca durumu izah edince misafir "Bratislava" diye cevap verdi. Bunun üzerine ben, "Tamam o zaman sizinle işimiz var" dedim ve durumu anlattım.
'Bir kilo pastaya mal oldu'
İşi ciddiyetle takip eden misafir bir hafta sonra telefon etti, "Yazmayı buldurdum ama ondan bir tane daha varmış, onu da istiyor musunuz?" dedi. Körün istediği bir göz bize ikincisi de sunulmuştu. "Tabii" dedik. Yaklaşık bir ay sonra iki nüshanın da fotokopileri elimize ulaştı. Teşekkür için kendisini aradığımda, "Hocam önemli değil, bana bir kilo pastaya mal oldu" diye şakayla karışık mukabele etti. Biz bir arkadaşımla süratle üçüncü kopya olan Paris nüshasını da temin edip Gazaname-i Çehrin adlı bu çalışmayı yayına hazırladık ve kitap Atatürk Kültür Merkezi Yayınları arasından çıktı (Ankara, 2003). Ama hikâye burada bitmedi; Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğim sırasında Slovakya Cumhurbaşkanı ülkemize resmi bir ziyaret yaptı. Gelirken de Türkiye'ye jest olsun diye Milli Kütüphanelerinde bulunan Türkçe Yazmaları tanıtan bir broşür hazırlamışlar ve kapağına en değerli yazmaları olarak Gazâ-nâme-i Çehrin'i koymuşlar. Onlar bunu gururla Cumhurbaşkanımıza takdim ettiler, Beyefendi de karşılık olarak bizim kitabımızı konuk Cumhurbaşkanına sundu. Beklemedikleri bu tavır karşısında hem şaşırdılar hem de mutlu oldular.
Sonra bir Avrupa parlamenterler toplantısı için gittiğim Slovakya'da kütüphaneye uğrayıp farklı partilerden Türk delegasyonu ile eseri ziyaret ettik. İlgili kütüphane görevlisi Türkiye'den gelmiş altı yedi kişilik bir parlamento gurubunun yani böyle bir eserin sahibi olan milletin temsilcilerini, büyük bir onurla karşıladı. Böylece onun uzak coğrafyalarda bizi temsil etmesinden ve farklı partilere mensup milletvekillerini bir araya getirmesinden mutluluk duyduk.
Üç nüshadan ikisi
Başagiç'in bu eserle ilgilenmesi ve dünyadaki üç nüshasından ikisinin aynı kitaplıkta bulunması tesadüf değildi. Çünkü eserin müellifi Vuslatî Ali Bey ünlü bir Boşnak asker ve şairdi. Eser, Duşanka Hanım'ın söylediği gibi yeniçeri günlüğü değildi ama değeri de öylesine bir eserden daha aşağı değildi. Ali Bey bugün Ukrayna'nın Polonya sınırına yakın bir şehir olan Çehrin'in (Chyhyryn) fethiyle ilgili değerli bir gazâ-nâme kaleme almıştı.
Buraya kadar bu uzun girişi bu kitabın yazarı Ali Bey'i anlatmak için yazıyorum. Aslında tarihimiz bu gibi binlerce çok değerli isimsiz kahramanla dolu. Ali Bey, Osmanlı siyasi ve idari yapısı ile kültürüne çok sayıda eleman kazandırmış olan ve bugün Sırbistan sınırları içinde yer alan Uzije'de (Osmanlılar zamanındaki adıyla Öziçe) doğdu. Kaynakların verdiği bilgilere göre uzun süredir askerlikle meşgul önemli bir sülaleden gelmekteydi. Çünkü bölgede bu gibi görevler, genellikle önemli ailelerin elinde olup babadan oğula geçen bir konum arz ediyordu. Bu yüzden Ali Bey de Tuna kıyısında stratejik bakımdan son derece önemli bir kale olan Semendire alaybeyliğine atandı. Öyle anlaşılıyor ki ailenin konumuna denk bir eğitimle yetiştirildi. Yöneticilik ve askerlik yanında usta bir şairdi. Vuslatî mahlasıyla şiirler kaleme aldı.
Ali Bey'in ölümü de bir anlamda yaşadığı hayata denk düştü ve bulunduğu yörede yapılan bir savaşta 1688 yılında şehit olarak hayatını noktaladı.
Onun elimizdeki en önemli eseri sözünü ettiğim Gazâ-nâme-i Çehrin. Türk edebiyatında "gazâ-nâme" ya da "gazavât-nâmeler" bir şehrin alınışı üzerine onun fethini ve savaş sonrası gazilerin coşkusunu anlatan eserlere verilen isimdir. Bu eserler daha çok manzum olarak ve mesnevi nazım şekliyle kaleme alınırlar. Gazâ-nâmelerin Türk edebiyatında ilk örneklerine 15. yüzyılda rastlanmaktadır. Osmanlı devletinin kuruluşunu izleyen yıllarda özellikle Rumeli'deki akınları anlatan eserler, türün daha sonraki devredeki devamı oldu. 16. yüzyılda sayıları oldukça artan örnekler, 19. yüzyılda bir anlamda gaza geleneğinin ortadan kalkmasıyla gündemden çekildi.
Gazâ-nâme-i Çehrin, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın 1678 yılında gerçekleştirdiği ve Çehrin kalesinin fethiyle sonuçlanan seferin hikayesidir. Çehrin zaferi, Osmanlı devletinin sınırlarını gidebileceği en kuzey noktasına ulaştırması açısından toplumda büyük ilgiyle karşılandı. Dönem şairleri bu seferle ilgili şiirler yazdılar, tarihler düşürdüler. Osmanlı şehirlerinde büyük kutlamalar yapıldı.
Toplam 3102 beyit tutan eser, bir giriş ve bütün detaylarıyla savaşın oluşumunu anlatan asıl bölümüyle tamamlanmıştır. Eser, dil özellikleri bakımında 17. yüzyılda zirvesini yaşamakta olan estetik üslubun örneklerinden biri sayılabilir. 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı devletinin kazandığı uluslararası boyutla da orantılı olarak daha süslü ve daha gösterişli anlatım tarzı bu eserin de karakteristik özelliğidir. Bununla birlikte Gazâ-nâme-i Çehrin, bir asker şairin ürünü olduğu için özellikle olayların anlatımında daha sade bir anlatıma bürünür. Gazâ-nâme-i Çehrin, konusuyla alakalı olarak da savaş terminolojisine ait zengin bir kelime kadrosu içerir. Fakat bu eserin diğer tüm gazanamelerden çok önemli bir farkı vardır: Öbür gazâ-nâmeler genellikle bu işle görevlendirilen ve görevi savaş sırasında çatışmaları izleyip bunları kağıda döken müellifler tarafından kaleme alınırken, bu eser savaşa önemli bir komutan olarak katılan Vuslatî mahlaslı Ali Bey tarafından bizzat kaleme alınmıştır. Böylece işi yapanla olayı anlatan aynı kişi olması açısından eser, edebiyatımızdaki ender örneklerdendir.
Ali Bey, ya da şiirdeki adıyla Vuslatî, sayıları binlerle ifade edilecek gerçek kahramanlardan biri, bir meçhul asker. Mezarının nerede olduğunu bile bilmiyoruz. Ama şu bir gerçek ki Balkanlarda ve Orta Avrupa'da onların yiğitçe mücadeleleri sayesinde tutunduk. Tutunduk da ne oldu demeyin, dün bazen geleceğimizi bize gösteren çok önemli bir projektördür...
Bugün size Tuna'nın Orta Avrupa'daki en önemli merkezi Belgrad'da başlayan, onun seksen kilometre doğusunda ama yine Tuna kıyısında Semendire'de şekillenen, sonra da epey batıda Bratislava'da sonuçlanan bir hikaye anlattım. Bizde daha Tuna hikayesi çok. Eee ne diyordu Yahya Kemal; Türk nehir deyince Tuna'yı hatırlar...
mustafaisen@yahoo.com