Harf inkılabı ve dilde sadeleşme akımı neticesinde kavramlara nüfuz edemeyen bir dil ortaya çıkar. Bu durumda toplumun varlık ve hayat ile olan irtibatının derinliği ciddi ölçüde azalır. Bunun sonucu sığlaşmadır. Dilde yaşanan sığlaşma tefekkür hayatımızın zayıflamasının da sebeplerindendir. Bu öztürkçeciliğin tabii neticesidir.
Celal Tahir / Yazar
Geçtiğimiz 21 Mayıs’ta düzenlenen 8. Uluslararası Türk Dili Kurultayı’nda yaptığı konuşmada Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan, kendi ana dilini en doğru ve güzel şekilde konuşamayan bir toplumun, başkalarına da katkı sağlayamayacağını vurguladı. Erdoğan’ın işaret ettiği dildeki bozulmanın dil devrimiyle irtibatı vardır. Esasen Türkçe, Orta Avrupa’dan Uzak Asya’ya kadar yaşayan toplumların ortak anlaşma dilidir. Türkçe’nin bugünkü İngilizce gibi bir pozisyonu doğallığında vardır. Cumhuriyetin başlangıcında öztürkçeci akımsa dili fakirleştirir. Esasen öztürkçecilikle yeni bir dil inşa edilmek istenmiştir. Türk dil devriminin ve öztürkçecilik akımının birbirine bağlı iki önemli sonucu vardır.
Birincisi öztürkçecilik akımı ve dilde sadeleşme Türkiye Türkçesinde derinlik kaybına yol açar. Harf inkılabı ve dilde sadeleşme akımı neticesinde, garabet ve kavramlara nüfuz edemeyen bir dil ortaya çıkar. Bu durumda toplumun varlık ve hayat ile olan irtibatının derinliği ciddi ölçüde azalır. Bunun sonucu sığlaşmadır. Dilde yaşanan sığlaşma tefekkür hayatımızın zayıflamasının da sebeplerindendir. Bu öztürkçeciliğin tabii neticesidir. Çünkü insan zihni, hayatı, varlığı, varlıkları ifade edecek ve varlığın derinliğine nüfuz edecek semboller, imgeler, kavramlar, terimler ve sözcüklerle düşünür. Bunları tahrip ve hatta bir imha etme hareketi, dilin düşünme melekelerini tahrip eder. Neticede konuşmalar ve yazılar hayatı, varlığı yeterince ifade edemez olur. Zamanla insanlar neyi nasıl ifade edeceğini bilememeye ve saçmalamaya başlar. Bu hemen hemen her alanda birçok kavramın yanlış kullanılması ve yanlış kavramlar uydurulması sonucunu doğurur.
Dilin hususiyetini tahrip
İkinci olarak Türkçe, Selçuklu ve Osmanlı devirlerindeki tarihi dönüşümün safhalarında neredeyse 72 millet, kavim, etnisite, din ve mezhep kümesinin dil ve lehçeleriyle ilişkiye girer. Dolayısıyla dönüşüme uğrar. Bu dilde sadeleştirme taraftarlarının zannettiği gibi bir dejenerasyon değildir. Türk tarihinin yeni bir evresinde kuşatıcı bir ortak antlaşma dilinin ortaya çıkmasıdır. Bu da Türk devletinin şemsiye devlet olması ve Türklerin diğer kavimler, etnisitelerle ortak bir sentez oluşturma hususiyetiyle irtibatlıdır. İşte ortak anlaşma dili olarak Türkçe’nin ortaya çıkış bağlamı budur. Ancak öztürkçecilik akımı ile Türkçe’ deki Arapça, Farsça kökenli sözcükler, kavramlar atıldığında, Türkçenin ortak anlaşma dili olma özelliği önemli ölçüde kaybolur. Oysa Türklerin Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Arap ve Fars dilinden sözcükleri dillerine katmaları hayatın olağan akışı içerisindedir. Özellikle Osmanlı zamanında Türkçe, Balkanlardan Kafkaslara, Arabistan’dan Kuzey Afrika’ya oradan Türkistan’a kadar bir coğrafyada ortak anlaşma dilidir. Türkçenin bu hususiyeti öztürkçeciliğin geliştirdiği bu sadeleştirme akımıyla, önemli ölçüde tahrip olur.
Dildeki bu fukaralaşma, düşüncede fakirleşmeyi doğurur. İnsanlar zihin dünyaları ve hayatla ne kadar irtibatı olduğu meçhul sözcükleri kullanarak iletişime geçmeye çalışmaktadır. Kavramlar zihindeki caddeler, sokaklar gibidir. Kavramlar, sözcükler, argümanlar fakirleştikçe insan zihninin labirentlerindeki caddeler sokaklar kıvrımlar kaybolur. Böylelikle sistematik düşünce ve zenginlik de büyük ölçüde zayıflar. Bu, ülkemizde kolektif ve bireysel olarak yaşanan zihin fukaralığının başlıca sebeplerindendir. Hal olgu ve süreçleri işaret ve ifade edecek kavramlar yeterince ortada yoktur. Bu şekilde hal olgu ve süreçlere nüfuz edilememektedir. Kavram zenginliğiniz yoksa düşünce zenginliğiniz de olmaz; çünkü zihin kavramlarla düşünür. Dil fakirleştiği zaman düşünmemiz de fakirleşir. Tefekkür hayatımız ufuk açıcı, analizlerimiz derinlikli, teşhislerimiz isabetli, neticede istikametimiz sahih olmaktan çıkar. Böylelikle zihin idrak ettiği fikirleri dile getirmekten ve/veya fikir idrak etmekten aciz hale gelir.
Mesela Türk kahvesi ifadesi kendi başına çok gariptir. Eskiden kahve isteyenler “Bana orta yahut sade veya az şekerli kahve yap” derlerdi. Neskafe geldi sonra, ona Amerikan kahvesi demek varken, kendi kahvemize niçin ‘Türk kahvesi’ dedik? Bu memleketinde turist gibi yaşamak demektir. Bu genel ve fiilî oryantalizmdir. Bu durum bizim Avrupa merkezli, çarpıtılmış zihin dünyamızın aleni ve bariz alametlerindendir. Bir de buna ahmakça bir Batı hayranlığı ve kendi topraklarına oryantalist gibi yabancı bir şekilde bakış eklenir. İdrakimiz böyle şekillendiği için biz o deyimleri kullanmaktayız. Konuşan kişiler İskandinav mı? Yunan mı? Fransız mı? İngiliz mi? Amerikalı mı? Belli değildir. Kendi memleketimizde bizim kahve isterken Türk kahvesi dememiz yabancılaşmadan öte bir anomalidir. Burası Ortadoğu’ysa, sanki buradaki kahveye Türk kahvesi demek gerekmektedir. Oysa Ortadoğu’ya İslam coğrafyası demek gerekir.
Tefekkürde fakirleşme
Sabahın nuru olur, körü olmaz. İnsanlar işe gitmek için kalktıklarında rahatsız olsalar da sabahın körü deyimi oldukça rahatsız edici, yanlış ve itici bir deyimdir. Sabahın nuru deyimini kullanılırken, sabahın körü deyiminin insanların ağzına yapışması düşündürücüdür. Bizim kültürümüzde ‘hastane’ isimlendirmesi yoktur. Darüşşifa, şifahane kullanılır. Sağlık Ocağı da uygun bir adlandırmadır. Kültürümüzde olmadığı gibi, Batı’da da olmayan bir isimlendirmenin nereden ve nasıl geldiğinin ayrıca irdelenmesi gerekmektedir. ‘Atıyorum’ lafı bir gariptir ve argodur. Bunu karşılayan birçok sözcük olmasına rağmen bizim konuşmalarımızın tek sözcüğe indirgenmesi çok düşündürücüdür. Hâlbuki atıyorum yerine farz-ı muhal, varsayalım denilebilir. Yine özellikle son yıllarda medyada diyetisyenler, bilim adamları, doktorlar, diğer kişiler, ısrarla yiyecek ve içeceklerin tüketilmesinden bahsetmektedir. Esasen yemek yenilir, su ve çay vs. içilir. Hal böyleyken ısrarla tüketmek sözcüğü niye kullanılmaktadır? Tüketim sözcüğünün yerli-yersiz yoğun kullanımı, tüketim toplumu ideolojisinin pekiştirilmesinin vasıtalarından biridir. Bununla eş zamanlı olarak dillere de yerleştirilmektedir. Dillere yerleşince zihinlere yerleşmektedir. O zaman insanlarda bir şeylerin tükendiğine ve tüketildiğine, tükeneceğine dair bir kanaat ve itikat pekişmektedir. Ayrıca tartışma, sözcük kökü olarak da acayip bir sözdür. Karşılıklı birbirini tartmaktan gelir. Tartışma müzakerenin münazaranın, münakaşanın, mübahasenin yerine kullanılmaktadır. Münakaşanın kavgaya yakın bir anlamı vardır. Tartışma en fazla buna yakındır. Esasen bizim kültürümüz sohbet kültürüdür. Demek ki yerine göre kullanılması gereken kavramlar mübahase, münazara ve müzakeredir. Hüküm kelimesiyle birçok irtibat kurulabilmektedir. Ve hikmetle hüküm, aynı kökten gelir. Hikmetten sofia’ya ve philosophia’ya ulaşılabilir ama yargıdan ulaşılamaz. Bu durumda eski metinler okunduğunda, oradaki bağlamın çok dışında kalınmaktadır. Elem, ısdırap, yeis, hüzün, tüm bunlar stresle karşılanmaktadır. Ki stres yalnızca psikolojik sıkıntı halini ifade etmektedir. Oysa ıstırap başka, elem başka, hüzün daha başka bir şeydir. Tüm bunlar dildeki dejenerasyon neticesinde oluşan zihin kirliliğinin tezahürleridir. Evvelden 8-10 kavramla karşıladığımız ayrı hal ve olguları, bugün tek bir sözcükle kavramla karşılayamayız.