Trump yönetimi Çin karşısında henüz cüretli bir saldırganlığa geçmedi ama bir gün bu saldırı hamlesini başlatırsa enerjisini bölecek pürüzlerden de kurtulabileceğini gösterdi. Avrupa terkedilebilir, Rusya ile anlaşılabilir, Ukrayna Savaşı bitebilir. Böylece Trump, bir taşla iki kuş vurmak ve olası güçlenmiş bir Rus-Çin ittifakını da bugünden engellemek derdinde.
Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney/ Milli İstihbarat Akademisi
Münih Güvenlik Konferansı'nın birinci gününde, ABD Başkan Yardımcısı JD Vance'in yapmış olduğu oldukça sert konuşma ile Avrupalı muhataplar şok olmuştu. Takiben ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth'in Avrupa hakkında sarf ettiği görüşler Trans-Atlantik ilişkilerde yeni ciddi bir kırılmanın yaşanmakta olduğunu bizlere gösterdi. Avrupalı aktörlerin şaşkınlıktan açılan ağızları, gözyaşlarına, göz yaşları teselliye dönüştü. İnsanın dönüp, ciddi misiniz diye sorası geliyor. Avrupalıların Trump yönetiminin kabalığı karşısında neden fara tutulmuş ördek gibi kalakaldıklarını anlamak mümkün değil.
TRUMP-PROOF BİR AVRUPA HAYALİ
Aslında Avrupa'nın kendi yarattıkları hikayelere inanma kapasitesini kimi zaman hafife alıyoruz. Trump seçildiğinden beri Avrupalılar, "Trump-proof /Trump-geçirmez" bir Avrupa yarattıklarına/yaratabileceklerine kendilerini inandırmışlardı. Avrupa başkentlerine göre 1. Trump yönetimi sırasında, ABD, Avrupa'yı yeterince sınamıştı. Avrupalılar o dönemi, gururları incinmiş ama fazla yara-bere almadan atlatmışlardı. Bu tecrübeye dayanarak, üstelik Trump'ın istediği doğrultuda savunma harcamalarını artırmış bir Avrupa elde olduğu için de Trump'ın 2. döneminde Trans-Atlantik ilişkilerini kurtarabileceklerine inanmışlardı. Avrupalılar, Trump-proofing dedikleri stratejinin şöyle işleyeceğini hayal ediyorlardı: Bildiğimiz gibi Avrupalı ülkeler bir süredir savunma kapasitesi inşası da dahil çeşitli konularda istişare ediyorlar. ABD'nin hoşuna gidecek LNG ticareti vb konularda geri adım atmayı düşünüyorlar. İşte Avrupalılar, NATO Zirvesi öncesi bazı kararları kesinleştirip Trump ile paylaşmayı ve Avrupalıların işe yararlılığı konusunda ABD'yi ikna etmeyi planlıyorlardı. Olmadı. Trump yönetimi, NATO Zirvesine kadar dahi beklemedi. AB Bürokrasisini ve Avrupalı aktörlerin çoğunu, sert güce sahip olmama üzerinden yerin dibine soktu. Trump, kıtaya ayak basmadan Trump-geçirmez olduğu düşünülen Avrupa stratejisini yerle bir edecek bir saldırganlık gösterdi. Avrupalıların hakaret bekleseler bile saldırı beklemediklerini bugün deneyimledikleri travmadan anlıyoruz.
Aslında, Avrupalıların yaşadığı şaşkınlığı bir yandan anlamak mümkün. Bu şaşkınlık şaşırmadan ziyade dehşet duygusundan kaynaklanıyor. Zaman zaman ABD'nin revizyonist tek taraflılığı kabarır, ama bu tür karanlık zamanların gelip geçeceği, Washington'un en nihayetinde liberal dünya düzenini yıkmaktan imtina edeceği varsayılırdı. Bugün Trump, sadece Amerika'daki müesses nizamına saldırmıyor, ABD'nin kendi kurup kendi zayıflattığı liberal dünya düzenini karşısına almaktan çekinmeyeceğini dosta düşmana ilan ediyor. Böylece dünyanın içinden geçmekte olan küresel istikrarsızlığı güçlendiriyor, var olan yangının üzerine benzin boca ediyor, adeta sistemin yıkılıp küllerinden yeni bir sistem doğmasını arzu ediyor. Hegemonyacı kuram bu tür oyunun kurallarını dönüştürücü büyük güç hamlelerini bizim için açıklar. Buna göre büyük güç sistemin kendisi için yeterince karlı olmadığını düşündüğünde onu dönüştürmek için harekete geçebilir. Büyük güçler dönüşümde uzlaşmaz ise gücü yeten dönüşümü tetikleyecek gücü kullanmaktan çekinmez. ABD'li yetkililer Avrupalıların yüzüne baka baka "normlar ateş etmez, silahlar ateş eder, mermiler vurur" tarzı adeta kamyon arkası özdeyişler söylerken dönüşüm saatinin geldiğini müjdeliyorlardı. Çünkü bugün Trump mevcut uluslararası sistemin ABD'nin rakiplerinin lehine işlediğini düşünürken Washington'un aleyhine işlediği kanısındadır. Ve bazı Uluslararası İlişkiler uzmanlarına göre, ABD Başkanı liberal sistemi gerektiğinde askıya almak suretiyle bir süredir Washington'un tüm rakiplerini pasivize etmeye çalışmaktadır. Her rakibe uygulanan reçete birbirinden farklı olmakla beraber kesin olan şu ki Trump Amerika'nın 2. Hegemonyacı dönemini başlatmak istemektedir. Üstelik Avrupalıları al aşağı ederken kullanılan söylem Küresel Batı'nın değerlerini örneğin demokrasinin ne olduğunu tanımlama üstünlüğünün de ABD'nin elinde olacağını gösteriyor.
TEMEL KAYGI ÇİN Mİ, ABD EMPERYALİZMİ Mİ, AVRUPA'YI DÖVMEK Mİ?
Bence ve bir grup uzmana göre de ABD'nin temel hedefi ve de yegâne rakibi Çin'dir. Kimileri Washington ve Pekin arasında bir nevi Thuycdides tuzağı kurulmaması için iki büyük gücün temkinli davranması gerektiğini tavsiye ediyordu. Trump yönetimi Çin karşısında henüz cüretli bir saldırganlığa geçmedi ama bir gün bu saldırı hamlesini başlatırsa enerjisini bölecek pürüzlerden de kurtulabileceğini gösterdi. Avrupa terkedilebilir, Rusya ile anlaşılabilir, Ukrayna savaşı bitebilir. Böylece Trump, bir taşla iki kuş vurmak ve olası güçlenmiş bir Rus-Çin ittifakını da bugünden engellemek derdinde. Ayrıca revizyonizmin Çin ve Rusya'ya ya da havalı ismiyle Dragon/Bear'a sağlayacağı avantajların da önünü kesme derdinde Beyaz Saray. Bunun yolunu da Çin ve Rusya'yı liberal düzenin içerisine çekmek de artık görmüyor. Zamanında her iki ülkenin de kapitalist pazar ekonomisine entegre olmasını sağlayan Washington bu hamlesi ile hata yaptığını düşünüyor. Çin'in yükselişi ve küresel ekonomideki yerini sağlamlaştırması, Rusya'nın küresel ekonomik sistemden dışlanmaması ABD'ye yapmış olduğu hatayı hatırlatıyor. Bugün Washington başka bir yol izlemek üzere. Kimseyi sisteme çekmiyor, kendisi revizyonist oluyor. Sistemi kıyısından ötesinden berisinden de dönüştürmeye çalışmıyor, tam göbeğinden, uluslararası toplumun temeli egemenlik üzerinden işe girişiyor. Emperyalist olmaktan gurur duymasına rağmen Napolyon gibi devrimci olmaktan Trump'ın dem vurması bu yüzden.
Bundan sonra, Dünya'nın önündeki en önemli soru, bu üç büyük gücün dünyadaki yeni nüfuz alanlarını paylaşmaya çalışıp çalışmayacaklarıdır. Bu resim içinde, Avrupa'nın büyük bir yalnızlık içine düştüğünü söylersek yanlış olmaz, zira artık başta AB özellikle bir yandan ticaret savaşlarının muhatap olurken diğer yandan da kendi güvenliğini kendi başına sağlamak zorundadır. Yanı başında da Ukrayna Savaşı'nı sonlandırmak isteyen Putin-Trump ikilisi varken Rusya'yı kendisine ve Ukrayna'ya doğrudan tehdit gören Avrupa'nın hızla birlikte hareket edip yeni bir ortak güvenlik ve dış politika üretmesi gerekmektedir. İşte, Münih sonrası Paris toplantısı da bu aciliyet içinde yapıldı ve başta Ukrayna Savaşı'nın gidişatı olmak üzere bir Avrupa alternatifi ortaya konmak istendi. Bu bağlamda, Trump AB'yi şimdilik harekete geçirmeyi başarmış görünüyor. Bu Trump'a şimdilik yetebilir zira onun esas amacı ABD'ye yük olmayacak şekilde Avrupalıların kendi güvenliklerinin maliyetini üstlenmesi ve ABD'nin küresel hegemonik mücadelesine gerekli katkıyı vermeleri.
TRANS-ATLANTİK İLİŞKİLERİNİN KARA KIŞI
Münih Güvenlik Konferansı ile açığa çıkan Avrupa ve ABD arasındaki ilişkilerindeki bu ciddi çatlak iki taraf arasında yaşanan ilk anlaşmazlık tabii ki değil. İki taraf arasındaki ilişkilerin tarihsel sürecine bakıldığında, ABD'nin Avrupalı müttefiklerini zaman zaman aldattığı görülür. Bu sebeple Trans-Atlantik ilişkilerde defalarca güven bunalımı ortaya çıkmıştır. En derin çatlaklardan biri 2003 yılında açılmıştı.ABD'nin Avrupa'nın itirazına rağmen BM'den yetki almaksızın tek taraflı Irak müdahalesi gerçekleştirmesi sonucu Trans-Atlantik ilişkilerde derin bir kriz yaşanmaya başlanmıştı. Bu anlaşmazlık anılan tarihte literatüre İki Batı(Two West) olarak geçmiştir. Zira Avrupalılar, kendilerinin ABD'den ayrı bir Batı dünyası olarak tanımlamaya başlamışlardı.
Ancak, 2003 tarihli ayrışmanın bugünkü krizden oldukça farklı olduğu görülmektedir. Söz konusu bu farkın taraflar arasında algılanan güvenlik tehditleri ve bunlarla nasıl mücadele edileceği konusundaki görüş ayrılığından ortaya çıktığı da anlaşılmaktadır. Bu bağlamada, 2003 yılında AB'nin Solana belgesinde ilan edilmiş olan Avrupa'ya yönelik tehditlerle ABD'nin Bush döneminde ilan etmiş olduğu tehditlerin aynı olduğu görülmektedir. 2003 yılında iki taraf arasında yaşanan anlaşmazlığın temel nedeni, Avrupalıların tek taraflılığa karşı çok taraflılığı savunmalarıydı. Dolayısıyla o gün Avrupalılar ABD'nin önleyici savaş yöntemine şiddetle karşı çıkıyorlardı. Kısaca Avrupa ve ABD, Dünya'ya baktıklarında aynı tehditleri görüyor ama bunlarla mücadele araçları konusunda ayrışıyorlardı. Bu tehditlerle nasıl mücadele edilmesi gerektiği konusu tarafları birbirinden o kadar uzaklaştırmıştır ki, anılan tarihte bir makalede müttefiklerin birbirlerini Kabil ile Bağdat arasında kaybettikleri söylenerek bu Irak hadisesinin müttefik ilişkilerini nasıl bozduğuna dikkat çekilmiştir. 2003 önemliydi, çünkü Avrupa güvenliğine Avrupa'nın özgün bir yaklaşım getirdiği bir nevi milattı. O günden bugüne Avrupa, Rusya ile yaşamış oldukları enerji krizlerine de pareler olarak karşılıklı bağımlıklardan kurtulup, stratejik otonom olmanın yollarını aradı. Bu uğurda Stratejik Pusula ilan edildi.
2024 senesine gelindiğinde, AB'nin dış politika ve savunma alanında ABD'den tam anlamıyla bağımsızlaşamadığını görüyoruz. Bu Avrupa için kötü bir haber zira bugün 2003'ten farklı olarak ABD ve Avrupalılar Dünya'ya bakıyor ve farklı tehditlerin kendilerine yöneldiğini görüyorlar. Avrupalılar Rusya Rusya diye bağırmakta, ama ABD Savunma Bakanı Washington'un öncelikli güvenlik algılamasının Avrupalılarla aynı olmadığı gerekçesiyle Ukrayna'da yaşanacak olası bir ateşkeste ABD askerinin buraya konuşlandırılmayacağını söyledi bile. Bu durumda Avrupa'nın kapasite eksikliği de düşünüldüğünde Ukrayna savaşının Kiev lehine sonuçlandırılması Avrupa için öncelikli hale geliyor. Avrupa adına bir kötü haber daha var: ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance'in Münih konuşmasında Brüksel'in güvenlik endişeleri hakkında yaptığı açıklamada, Avrupa'ya yönelik tehdidin ne Çin ne de Rusya'dan değil esas olarak Avrupa'nın kendisinden- içinden- geldiğini belirtti. Bu saldırgan ifadesiyle, Vance, Avrupa yönetimlerini doğrudan hedef almış ve onları halkların siyasi isteklerine karşı durmakla suçlamıştır.
Washington ve Brüksel arasındaki güvenlik algılaması konusunda yaşanan keskin ayrılık doğal olarak tarafların özellikle Ukrayna savaşının nasıl çözülmesi gerektiği konusunda da farklı düşünmelerine yol açtı. ABD'nin bu konuda Avrupalıları tamamen dışlamak suretiyle doğrudan Rus yetkililerle Ukrayna'daki savaşın sonlandırılması için Riyad'da bir araya geldi. Trump'ın ciddi olduğu görülüyor. Trump'ın Ukrayna meselesiyle de bağlantılı olarak Avrupa'nın savunulmasında maliyetin ve sorumluluğun artık ABD üstünden alınıp Avrupa'ya devredilmesi meselesinde ciddi olduğunu anladıktan sonra Avrupalıların gidebileceği yol da daralmış oluyor. Avrupa tekrardan fabrika ayarlarına dönerek hızla stratejik özerlik fikri temelinde kendi savunmasının gerekliliklerini yerine getirmek için planlama yapmak zorundadır. Ancak, bunun için hem Birlik içindeki çatlak seslerin aşılmasına hem de zamana ihtiyaç vardır.
BAHAR NE ZAMAN GELECEK?
Avrupalıların bugün Trump saldırganlığı karşısında maruz kaldıkları bu acizliğin en önemli sebeplerinden biri tabii ki uzun yıllar stratejik körlük içinde yaşamış olmalarıdır. Soğuk Savaş sonrası 2003 tarihli Solana belgesi yayınlandığında Avrupa kendisini bir güvenlik adası olarak tanımlamış ve sınırlarının ötesinde de kendi normlarını-genişleme ve iyi komşuluk politikalarıyla- yaygınlaştırmak suretiyle güvenliğini koruyabileceğini ummuştur. Tüm bu cicili biçili sözlerden sonra ne yaptı pekiyi, gitti Türkiye ile stratejisizlik zemininde bir ilişki kotarmaya çalıştı. Ukrayna Savaşı'nın çıkmaması için hiç çaba göstermedi, ABD'nin trenine bindi ve bütün barış inisiyatiflerini Rus yanlısı olmakla suçladı. Sonuçta kendisi için güvenli olan bir alanın istikrarsızlaştırılmasına göz yumdu. Kara kışı çağırıp duran Avrupa, şimdi baharın ne zaman geleceğini merak ediyor. Bahar yakın değil ama imkânsız da değil.
Bugün Avrupa'nın artık güvenliği konusunda öncelikli olarak NATO'ya ve dolayısıyla ABD'ye güvenmekten vazgeçmesi gerektiğini savunan kişiler Avrupalı başkentlerin NATO'yu terk etmelerini salık vermektedir. Ancak, böyle bir kararın verilebilmesinin önündeki en büyük engel tabii ki Avrupa başkentlerinin şu an içinde bulunduğu siyasi bölünmüşlüktür.Ayrıca, 1948 yılından bu yana NATO'nun Avrupalılara sağladığı konvansiyonel ve nükleer caydırıcılığı -yaygınlaştırılmış Amerikan nükleer şemsiyesinin-Avrupalıların temin etmesi şu anda mümkün değildir. Bu bağlamda, Avrupalıların kısa vadede çare olarak, en azından AB çerçevesi içinde örneğin PESCO v.s. bağlamında yeni işbirliklerine yönelmeleri gerekebilir. Zaten şimdiden Birleşik Krallığın ismi bu bağlamada çokça zikredilmektedir, dolayısıyla yakında Ankara'nın da kapısı çalınırsa hiç şaşırmamak gerekir. Neyse ki Türkiye bahar habercisi olmaya alışık.