Röportaj: Hale Kaplan
Hatıra Kadar Narin Hafıza Kadar Zalim, usta öykücü Fatma Barbarosoğlu’nun yeni öykü kitabı. Kitap içinden geçtiğimiz pandemi döneminde yazıldı. Barbarosoğlu dönem içinde Nazife Şişman ile birlikte Karantina Günleri’nde Evlerin E-Hâli isimli bir başka kitap daha yazmıştı. Yazarın bu hassasiyeti ileride sorun alanı olarak tespit edeceğimiz pek çok konuyu karantina günlerinde yakalamasıyla alakalı.
Sizin bütün kitaplarınızın ismi dikkat çekici. Hatıra Kadar Narin Hafıza Kadar Zalim de dikkat çekici, ama akılda kalması, dilden dile aktarılması pek kolay değil gibi görünüyor. Neden böyle bir tercihte bulundunuz?
Evet kitabın ismi uzun. Değiştirmemi söyleyenler oldu. Bu bir hafıza kaydı olduğuna göre uzun isim de hafıza için katkı (Gülüyor). Kitaptaki öykülerin biri hariç diğerleri pandemi zamanının içinde yazıldı. Önemli bir kısmının mayası da karantina günlerinde atıldı. Karantina günlerinde yaşananlara odaklanmayı çok önemsiyorum. İleride sorun alanı olarak tespit edeceğimiz pek çok konuyu karantina günlerinde yakalamaya çalıştım. Bir taraftan Nazife Şişman ile ortak kitabımız olan Karantina Günleri’nde Evlerin E-Hâli kitabını yazarken bir taraftan da insanların bana anlattığı olayları öykü olarak yazmaya başladım. Anlatılanların bir kısmı, daima hatırlanmak istenecek kadar duygulu bir kısmı da hafızanın mahzeninde saklanmak istenmeyecek kadar incitici idi. Güzel anlarımızı muhafaza etmek isteriz ama onlar zaman içinde solar. Asla hatırlamak istemediklerimiz vardır ama onlar zaman içinde başka olaylarla birleşerek bakteri gibi ürer, bünyeyi ele geçirerek zalimleşir. Çünkü yaşadığımız bazı anlar yaşandığı zamandan uzaklaştıkça tamamen başka bir şeye/şekle dönüşür. Hafızanın zalimliği burada. Karantina günlerinde hüsnü zan ile sui zan üzerine çok düşündüm. Sui zan sadece zannın yöneldiği kişi için zararlı değil, sui zannı besleyen kişi için de zararlı, çünkü sui zan, hafızada kayıtlı kalanları dönüştürüp bozuyor.
Gelelim kitabın kapağındaki görsele... Kapaktaki dolgun başak ve başağa ağını örmüş olan örümceğin öykülerle bağlantısı nedir?
Karantina günlerinde en çok dikkatimi çeken şey, evlerimizde birbirimizden uzak yaşarken göklerin sesine odaklanmamız ve tabiattan gelen her türlü görüntüye bir umut olarak bağlanmamız oldu. Biz evimizde hapsolmuştuk ama dünya biz olmadan da dünya idi. Geyikler yollara iniyor, kurtlar dağlardan ovalara geliyor, kuşlar gökyüzünü dolduruyordu. Dünyanın birbiri ile irtibatı kesilince gökler aslî haline kavuştu. Penceremize kuşlar kondu ve o vakte kadar hiç duymadığımız kuş seslerini duymaya başladık. Kur’an-ı Kerim’de geçen kuş isimlerini sormaya başladık birbirimize. Biz tabiatın dengesini bozmadığımız zaman orada “herkes” ve her şey kendi fıtratınca özgür. Örümcek evini kurmuş, ama onun kurduğu ev başağın dolgun bir başak olmasına engel olmamış. Çok kıymetli şaire arkadaşım sevgili Emel Özkan kapak ile ilgili şu yorumu yaptı: “Başak, nafakanın/rızkın; örümcek evi ise, günümüzde o nafaka için sanal ortamda sarf edilen ekonomik çabanın temsili gibi. Evlerin en zayıfı örümcek evi olduğuna göre, ekran üzerinden ağ örme çabası da neticesi bakımından pamuk ipliğine bağlı, yani bir müdahalede dağılacak bir çaba iması taşıyor sanki.”
Öyle tahmin ediyorum ki öyküleri okuduktan sonra her okuyucu kapak ile ilgili olarak yeni bir yorum yapacak.
Kitabın genelinde muhakkak Pandemi günlerini imleyen bir cümle, bir sahne var. İki öykü hariç. “Dedemin Defterleri” ve “Karanlık Sabahın Yolcuları”... Ama öyküler bütün bir geçmişi de hafıza kaydı olarak resmediyor aynı zamanda.
Şunu fark ettim ki ben yeni bir öykü kitabını daha teslim eder etmez bir çocukluk sahnesi geliyor ve o sahne yeni kitabın mayası oluyor. Bu kitap için de öyle oldu. İçimdeki Sazlar Başka Söz Başka kitabından sonra yazdığım ilk öykü “Dedemin Defterleri”. “Karanlık Sabahın Yolcuları”, Çin’in Wuhan kentinden gelen görüntülerin herkesi etkilediği ama Türkiye için bir tehlike olabileceği ihtimalinin henüz zihinlerde gezdirilmediği bir zaman diliminde geçiyor. Dünyanın bir yerinde derin bir şeyler yaşandığında içimizin kabardığı, daraldığımız zamanlardayız artık. “Karanlık Sabahın Yolcuları” öyle bir zamanın gözlemi olduğu için pandemi günlerini imleyen bir cümle değil de o havayı hissettiren bir atmosfer var daha ziyade.
Siz sokaklardan, insanlardan beslenen bir yazarsınız. Bunu her vesile ile dile getiriyorsunuz. Nasıl oldu da insanların insanlardan koptuğu/korktuğu bir dönemde bu hikayeleri yakalayabildiniz?
Çok güzel bir soru. Nasıl yakaladığımı çok net olarak söyleyebilirim. Karantina günlerinde çok yoğun ve uzun telefon konuşmaları yaptık. Dertleşmeler, tanık olunan hayatlardan aktarılan hayat sahneleri oldu telefon sohbetlerinde. Nitekim kitabın içinde yer alan iki öyküyü değerli öykücü arkadaşlarıma borçlu olduğum için onlara ithaf ettim. “Kuyumcuların Kurgusu ve Z Kuşağı” öyküsü Mukadder Gemici’nin telefonuma gönderdiği bir fotoğraftan esinlenerek yazıldı. Münire Daniş’e ihtaf ettiğim “Dert Dinler Ziyade Hanım” öyküsü ise bir telefon konuşması esnasında paylaşılan bir “sahne” üzerinden mayalandı. Karantina günlerinde hiç sokağa çıkmadım Karantina sonrasında ise zaruret miktarı çıktım. Dolayısıyla yıllarca şekerli bir şeyi ağzına sürmemiş bir insana hafif tatlı bir şey bile nasıl keskin geliyorsa hayat sahneleri de bana öyle keskin geldi. Bu başımıza gelen nedir sorusu eşliğinde, tuttuğun altın olsun duasına mazhar olmuş masal kahramanı gibi dinlediğim her şey bir hikâye atmosferi inşa etti adeta.
Bir önceki öykü kitabınız İçimdeki Sazlar Başka Söz Başka sanki daha ziyade kadınların hikayesini anlatıyordu. Hatıra Kadar Narin Hafıza Kadar Zalim ise bende erkeklerin hikâyesini okuyormuşum, anlatıcı hep erkekmiş hissini uyandırdı...
Siz böyle deyince hızlıca anlatıcıları düşündüm. “Dedemin Defterleri”nde küçük bir kız çocuğunun ağzından 1970’lerin mahalle/apartman hayatı aktarılıyor. Erkekler... “Kuyumcuların Kurgusu ve Z Kuşağı”, “Yokluğun Gecesi Kısa Gündüzü Uzun”, “Erkeklerin Maskesi”, “Hasret Sendromu”... Şöyle kabaca hesaplayacak olursam yarı yarıya gibi. Ama anlatıcı değil de anlatılan hikâyeler söz konusu olduğunda, evet haklı olabilirsiniz. Yazarken bunu düşünmüyorsunuz. Ama dikkatli bir okuyucu sorduğu sorularla yazara yazmış olduğu metin hakkında derin bir farkındalık kazandırıyor. Bu çok kıymetli. Okurun dikkatiyle, inşa ettiğiniz metnin bir dönem sonra okuyucusu oluyor ve yeni şeyler yakalıyorsunuz. Bu benim için çok öğretici.
Kitaptaki bütün öykülerde yoğun bir duygu aktarımı var ve bu okuyucuya doğrudan geçiyor ama bazı öyküler var ki insanda şok etkisi yaratıyor. Mesela “Baba-Oğul- Istırap” öyküsü.
“Baba-Oğul-Istırap”ı yazdıktan sonra bir kaç arkadaşa okuttum. Yorumlarını çok merak ettim. Metni okuyan arkadaşların bir şekilde benzer hikâyelere tanık olduğunu gördüm. Kendi hayatından tanık olmayanlar da magazin üzerinden tanıktı. Bir arkadaşım ne kadar da Selçul Ural-Hakan Ural hikayesine benziyor dedi. Onun ne kadar benziyor dediği tek bir cümle esasında. Baba “Bu benim oğlum değil” diyor, ama reddedilen oğul büyüdükçe aynadaki aksi kadar kendisine benziyor.
Pandeminin ilk günlerinde, salgının herkesi eşitlediği söylemleri hakim iken birkaç hafta içinde hiç de öyle olmadığı ortaya çıktı. Sizin öykülerinizde de ekonomik sıkıntı öykülerin aktığı bir damar olarak kendine kuvvetli bir yer bulmuş. “Yokluğun Gecesi Kısa Gündüzü Uzun”, “Kuyumcuların Kurgusu ve Z Kuşağı”, “Erkeklerin Maskesi”...
Karantina günlerinde yoğun bir şekilde Covid-19’un zenginleri de öldürdüğü, bu hastalığın bütün gezegeni eşitlediği üzerinden bir algı oluşturuldu. Bilerek ya da bilmeyerek. Sanki daha önce zenginler ölümsüzlüğe kavuşmuş da Covid-19 bunu yerle bir etmiş gibi. Bütün dünyada devletler, işten çıkarmalar için tedbirler uygulamaya çalışsa da dar gelirliler için nefes alınabilecek alan iyice daraldı. Günlük dil NLP kitaplarından düşmüş cümleler eşliğinde “aynenaynenaynen”lerle sürüyor/sündürülüyor. Hayatın anlamı “mutluluğu yakala” mottosuna indirgendiği için herkes “mutlu haber” peşinde. Bin doz vahşet, iki doz mutluluk. Günlük hayatın ritmi ekran karşısında böyle dönüyor. Hâl böyle olunca hayatın akışını yakalayıp zapt edeceğimiz birkaç alan var elimizde: Edebiyat, sinema, fotoğraf...
Aşk Acısı... Yazara bu sorulmaz ama “Aşk Acısı”nı niye yazdınız?
Günlük hayatta, bir sohbet esnasında bizi çok etkileyecek cümlelere tanık olur kulağımız. Ama gönül o etkiyi saklamak için hazırlıklı değilse birkaç vakit sonra o cümle unutulur. “Aşk Acısı”nı bana yazdıran tek bir cümledir. Aynı öyküde geçtiği gibi, bir arkadaşım bana kendi oğlunun tecrübesini anlattı. Cümle şuydu: “Kız terk edince çok üzüldü. Bana bir şey sorma dedi. Sormadım. Üç ay oruç tuttu.” Genç delikanlının içindeki aşk acısını sağaltmak için kendini ibadete vermesi beni çok etkiledi. Delikanlının dış görünüşü üç ay oruç tutacak birine dair hiçbir ipucu barındırmıyordu oysa. O günü unutmadım. Mülteciler için sınırların açıldığı hafta idi. Günlerden cumartesi idi ve ben cuma gecesi boyunca mültecilerin gözümün önünden gitmeyen sınırda bekleyiş görüntüleri eşliğinde sabaha kadar ağlamıştım. Gönlümüz toprak gibidir, toprak nasıl yağmur isterse gönül de gözyaşı ister. Kendine değil, o uzaktakine dökülen gözyaşı. Duaya katık etmek için dökülen gözyaşı.