Terapi ve dostluk sanatı

Rabia Yavuz/ Uzman Klinik Psikolog
22.04.2025

Kendini tanıyan, başkasını tanımaya daha yakındır. Kendine şefkat gösteren, başkasına zarar vermekten çekinir. Terapötik ülfet, sadece kişisel huzuru değil, toplumsal barışı da büyütür. Belki de bu yüzden, en derin, en sahici özgürlük buradadır: Kendi hayatımızın yazarı olmakta. Terapi iklimi, işte bu hikâyenin ilk satırlarının yazıldığı, karakterlerin derinleştiği, olay örgüsünün şekillendiği nefes aldıran bir alandır.


Terapi ve dostluk sanatı

Rabia Yavuz/ Uzman Klinik Psikolog

İnsanın kendine dönmesi, kendini dinlemesi, hatta kendine dost olması... Ne kadar naif ne kadar kırılgan ama aynı zamanda ne kadar vazgeçilmez bir uğraştır. Ruhun yaralarını sarmak değil yalnızca, ruhun kendisini tanımasıdır mesele. Çünkü tanımadığımız bir varlıkla barış da kuramayız, sevgi de inşa edemeyiz. Kendi iç sesini duymayan insan, başkalarının sesinde kaybolur. Terapi işte bu noktada, sessizlik içinde yankılanan bir davettir: Kendinin yazarı, daha da derinde söylersek, kendinin müellifi olmaya çağırır bizi.

Ne güzeldir bu eskilerde kalmış kelime: Müellif. Bu kelime, bildiğimiz gibi, ülfet kelimesinden gelir. Ülfet ise, öyle tek bir anlama sığmayan, içinde görüşme, dostluk, kaynaşma ve huy edinme gibi birbirinden güzel ve iç içe geçmiş manaları barındıran beş harften oluşan ama kitaplara sığmayacak bir kelimedir. Kendinin müellifi olmak, sadece kendi hikayesini kaleme almak değil, aynı zamanda kendisiyle ülfet de yani dostluk da kurmaktır. Aynı dostlarına ayırdığı özel vakitler gibi kendisine de özel zamanlar ayırıp iç dünyasıyla baş başa kalan, kendisinden kaçan değil kendiyle baş başa kalarak kaynaşma cesaretini gösteren, iç aleminin hallerine yabancı olmayan, içinde neler olup bittiğini aynı bir dostla görüşmesinde olduğu gibi can kulağıyla dinleyerek kendinin de yanında olan kişilere bu kelime yabancı değildir. Son kertede, tüm bu becerilerini bir yaşam biçimi haline getiren kişi olmayı denemektir kendinin müellifi olmak. Bu nedenle terapi odasının kapısından içeriye adım atmak, boş bir sayfanın başına oturmak ve kendi iç dünyamızın karmaşık, çoğu zaman dağınık satırlarını düzenlemeye başlamak gibidir.

Müellif. Yalnızca yazanı değil, kendisiyle ülfet kuranı, kendine alışanı, kendini tanıyıp kabulleneni de kapsar dedik zira ülfet; dostluk, yakınlık, görüşme ve kaynaşma gibi insana güven veren ve en çok da ihtiyaç duyduğumuz şeylere çağırır bizi. Bütün bu anlamlar bir araya geldiğinde ise insanın kendisiyle kurması gereken ilişkinin mahiyetine dair güçlü ipuçları verir. Terapi ise bu anlamda, bir yazım eylemidir; ama sadece kalemle değil, dikkatle, cesaretle ve içtenlikle yapılan bir yazım girişimi.

Terapi kendini yazmaktır. Kendinin yazarı olmaktır. Yani kendinin müellifi olmayı denemektir. Bu cümleler, ilk okunduğunda sade bir tespit gibi dursa da aslında ruh sağlığı yolculuğunun derinliklerine inen, katman katman anlamlar barındıran bir davettir. Özellikle müellif kelimesinin kökenine indiğimizde, bu davetin ne kadar da zengin ve insancıl bir içeriğe sahip olduğunu daha iyi anlama fırsatımız olur. Terapi ilk tanımıyla söylersek konuşma tedavisidir. Güvenli bir ortamda konuşan dertli insan önce zihnindeki karmakarışık düşünceleri dile getirerek çözebilmek için düşüncelerine ses verir. Önce kendini duyar. Sadece kendi de değildir kelimelerini duyan, bir de onu can kulağıyla yani yargılamadan, etiketlemeden, tanılara boğmadan dinleyen terapisti de duyar onu. Bu noktada terapist hem bir güvenli alan hem de bir şahitlik, gözcülük sunar danışanına. Kimi yönelimlerde ise bu şahitliğine sözcülük de eklenir. Bizleri düşünen canlılar kılan kelimeler terapinin de en önemli enstrümanıdır bu nedenle.

Çocukluk yaraları

İnsan, doğduğu andan itibaren yazılmaya başlanan bir kitaptır. Seçimlerimiz ise bizim tarafımızdan yazılmayı bekleyen belki de bazılarımız için henüz yazılmamış bir romandır bir yanıyla. Ne var ki bu kitabın ilk bölümleri yani erken dönem çocukluğumuzun çoğu bizim seçimlerimiz tarafından yazılmaz. Ailelerin beklentileri, toplumun normları, çocukluk yaraları, geçmişin karanlık koridorlarından gelen yankıların hepsi bizim anlatımımızı şekillendirir. Ne anlattığımız kadar, nasıl anlattığımız da bize öğretilmiştir. Ses tonumuz, suskunluklarımız, hangi duygulara yer verip hangilerinden kaçındığımız gibi. Hepsi başka eller tarafından bizim sayfalarımıza yazılmaya başlanır doğduğumuz andan itibaren. Kendimizi, başkalarının yazdığı bir senaryonun içinde, rolümüzü en iyi şekilde oynamaya çalışırken buluruz. İşte terapi, tam da bu noktada devreye girer. İşte terapi, bu başkasının senaryosunda oyuncu olmaktan vazgeçip, kendi hikâyemizi yeniden kaleme alabilme kudretini kazandığımız yer olur. Bize, kendi hikayemizin yazar koltuğuna oturma cesaretini ve araçlarını sunar. Ne ki, bu eylem o kadar kolay değildir zira dış dünya, oyalanmamız için bin bir imkân sunar bizlere. Ama iç dünya, hesaplaşmayı, yüzleşmeyi, anlamayı ve yeniden inşa edilmeyi bekler.

Bu inşa sürecinde müellif kelimesinin kökenindeki ülfet önem kazanır. Bu yeniden yazma deneyiminin nasıl bir niteliğe sahip olması gerektiğine dair de önemli ipuçları verir. İlk anlamı olan görüşme, terapinin sunduğu o özel ve güvenli alanı çağrıştırır. Terapinin olmazsa olmazı size özel bir zamanda sadece sizin için orada olan bir uzmanla taçlanır. Mahremiyetin güvene alındığı bu ortamda dış dünyanın gürültüsünden uzak, sadece kendimizle ve terapistimizle baş başa kaldığımız ve iç dünyamızın derinliklerine inmek için ayrılmış bir zamanı hayal edin. Tıpkı bir yazarın kendi cümlelerini duymak için sığındığı o "kendine ait bir oda" gibi. O odada insan yalnız da değildir; yanında bir rehber, bir tanık, bir eşlikçi vardır. Terapist, yeni bir hakikatin zorlayıcısı değil, o hakikati beraberce bulmaya çalışan bir yol arkadaşıdır. Kimi zaman bir ayna, kimi zaman bir harita gibidir. Ama en çok da sessizliğin içinde yankılanan bir dinleyicidir. Bu sayede görüşmelerde çoğu zaman görmezden geldiğimiz, bastırdığımız ya da anlamlandıramadığımız duygularımızla, düşüncelerimizle yüzleşiriz. Tıpkı bir yazarın karakterlerini tanımaya çalışması gibi, biz de kendi içsel dünyamızın kahramanlarını, anti-kahramanlarını ve figüranlarını keşfederiz. Bu nedenle ülfet kelimesinin çağrıştırdığı ilk anlamlardan biri olan görüşme, bu terapötik buluşmayı da ifade eder. Görüşmek, görmek ve görünmek istemektir aynı zamanda. Ama en çok da görülmek. Görüldüğümüzde, var olduğumuza inanırız. İnsan ruhu için belki de en derin ihtiyaç budur: Görülmek ve anlaşılmak.

Kendimizle kurduğumuz dostluk

Ama sadece görüşmek yetmez. Ülfet dostluk demektir aynı zamanda. Ve bu dostluk, ilk olarak kendimizle kurulmalıdır. Terapi, insanın kendisiyle arasındaki ilişkiye dair yeni bir anlayış geliştirir. Kendimize karşı ne kadar acımasız ne denli yargılayıcı olduğumuzu fark ettirir. Hatalarımızı affetmekte, kusurlarımızı kabul etmekte zorlanırız. Hatalarımızı anlayamadığımızda ya da affedemediğimizde onları tekrarlamaya mahkûm oluruz. Başka yerlerde ve başka kişilerle. Kusurlarımıza bakmadığımızda onları göremez ve onları iyileştirme fırsatını kaçırırız. Terapi, işte bu içsel düşmanlığı sona erdirmek, kendimize karşı daha şefkatli, daha anlayışlı bir dost olmayı öğrenmek için bir fırsattır. Anlayışlı ve güvenilir bir dosta kusurlarımızı ve hatalarımızı göstermekten kaçınmayız. Niye kaçınalım ki? Oysa bir dost, kusurlarımızı görür ama onları yüzümüze vurmaz; bizi olduğumuz gibi kabul eder, değişim için umut da aşılar. Kendi iç sesimizin böyle bir dost olabilmesi mümkündür. İşte terapi, bu dönüşümün laboratuvarıdır. Can kulağıyla dinlenildiğimizde, yargılanmadığımızda ve destek aldığımızda kusurlar ve hatalar saklandıkları yerlerden çıkar. Bu nedenle tıpkı iyi bir dostun bizi olduğumuz gibi kabul etmesi gibi terapi de kendi kusurlarımızla barışmamıza, kendi değerimizi dışsal onaylara bağlamadan görmemize yardımcı olur.

Ülfet bir diğer anlamıyla kaynaşma, insanın parçalarını bir araya getirme çabasıdır. Çünkü biz yekpare varlıklar değiliz. Hepimizin içinde, kabul ettiğimiz ve reddettiğimiz, karanlık ve aydınlık yönler vardır. Çelişkilerimizle, çatışmalarımızla, arzularımız ve korkularımızla bir bütünüz. Ama bu bütünlüğü ancak onları anlamaya cesaret ettiğimizde elde edebiliriz. Terapi, bu farklı parçalar arasında güvenli bir masada müzakereler yürütmek gibidir. Onları birbiriyle konuşturmaya ve nihayetinde bir anlaşmaya varmaya yardımcı olur. Bu sayede içimizdeki karakterlerin birbirini dinlediği, geçmişle şimdinin buluştuğu ve geleceğe dair yeni anlamların doğduğu bir sahneye kendini yazmak isteyen herkesin ihtiyacı vardır. Tıpkı bir romancının, kahramanlarını karşı karşıya getirerek yeni bir gelişme yarattığı gibi, biz de iç dünyamızdaki karanlıkları ve ışıkları yan yana getirerek anlamın yeni biçimlerini inşa ederiz. Bu sayede biz de kendi iç dünyamızın karmaşık unsurlarını anlamlandırır ve onları kendi yaşam öykümüzün bir parçası haline getiririz.

Son olarak, ülfet bir huy edinmeyi ima eder. Terapi, bir süreçtir ama aynı zamanda bir istikrara da davettir. Bu, kendimizi anlamanın bir yöntem haline gelmesi demektir. Bu nedenle terapi görüşmeleri haftalık bir randevudan fazlası, bir yaşam biçimi kazanma girişimidir. O nedenle terapi, sadece bir dizi seansla sınırlı kalmaz. Amaç, terapi odasında fark ettiklerimizi, zamanla içselleştirdiğimiz farkındalıkları ve geliştirdiğimiz becerileri hayatımızın bir parçası haline getirmektir. Tıpkı bir yazarın zamanla kendine has bir üslup geliştirmesi gibi, biz de kendimizle kurduğumuz bu yeni ilişkiyi zamanla içselleştiririz. Kendine kulak vermek, kendini tanımak, hatalarını görüp onlarla çalışmak. Kendimizle tanışmak, kendimize dost olmak, kendi duygularımıza alışmak, kendi düşüncelerimizi bilmek ve kendimize şefkat göstermek, zamanla birer huy, bir yaşam biçimi haline gelir. Tıpkı usta bir yazarın dilini, üslubunu zamanla oturtması gibi, biz de kendi iç dünyamızla kurduğumuz bu yeni ilişkiyi kalıcı bir hale getiririz.

Terapi, bu anlamda yalnızca bireysel bir iyileşme süreci değil, insan olma sanatının bir pratiğidir kanımca. Kimi zaman karanlık, kimi zaman aydınlık ama daima hakiki bir yolculuktur. Çünkü ne kadar uzağa gidersek gidelim, kendimizden kaçamayız. Terapi, bizi kendimize döndürür. Lakin terapi yalnızca psikolojik bir ihtiyaç değil, aynı zamanda etik bir sorumluluktur da. Çünkü kendini tanıyan, başkasını da tanımaya daha yakındır. Kendine şefkat gösteren, başkasına zarar vermekten de çekinir. Terapötik ülfet, sadece kişisel huzuru değil, toplumsal barışı da büyütür. Belki de bu yüzden, en derin, en sahici özgürlük buradadır: Kendi hayatımızın yazarı olmakta. Terapi iklimi, işte bu hikâyenin ilk satırlarının yazıldığı, karakterlerin derinleştiği, olay örgüsünün şekillendiği nefes aldıran bir alandır. Belki de en önemlisi, bu romanın başkahramanı da, yazarı da, okuyucusu da bizizdir. Kendi iç dünyamızla kurduğumuz bu ülfet sayesinde, hayatımızın en anlamlı ve en sahih eserini yaratma fırsatına sahip olabiliriz. Bu yolculuk zorlu olabilir, inişli çıkışlı olabilir, ama sonunda varacağımız yer, kendimizle kurduğumuz o derin ve kalıcı dostluk, her türlü zorluğa karşı bize güç verecek en değerli hazine olacaktır.

Kendimizin yazarı olduğumuz bir hayat, başkasının bizi yazdığı bir hayattan daha sahici, daha güvenli ve daha umut verici değil midir?