Tek Parti zamanı ihmal dolayısıyla ordunun düştüğü vaziyet

Ömer Ekrem Keçeci/ Yazar
31.01.2025

1936'daki ve 2025'teki Kemalist varakpareler, ordunun tek parti döneminde en çağdaş silahlarla teçhiz edilip hazır olduğunu söylese de birçok kaynakla artık aşikâr olmuştur ki; ordu, mahrumiyet ve aşırı derecede geri kalmışlığın içindeydi.


Tek Parti zamanı ihmal dolayısıyla ordunun düştüğü vaziyet

Ömer Ekrem Keçeci/ Yazar

Başlatıldığı günden beri Kemalist propaganda, harap ve pislik içinde bırakılan bir evin sağlam ve temiz görünen ufacık duvar parçasına zumlanarak ne kadar mühim eser ortaya konduğunu anlatmaya çalışan kimselerin battığı türrehat derekesini aşamamıştır. Filhakika bu öyle berbat derecede bir yalan ve yanlış furyasıdır ki, hemen her çeşit kaynaktan ve hemen her tür görüşte mehazdan tekzip ve bertaraf edilmesi mümkündür. Yani nereden tutulsa elde kalır ancak alay etmeye bile mahal bırakmaz. Zira istihza bile belli derecede muhatap almak ve en ednasından da olsa düşünceye konu yapmaktır.

Geçtiğimiz günlerde bu işin varakparelerinden birinde de anlattığımız kabilden 1936 yılında yazılmış şöyle bir iddiaya yer verildi: "Ordumuz denizde, havada, karada kuvvetlidir. Türk askeri çağın en yeni silahları ile donanmış olarak vatanı savunmaya hazırdır." Bu iddianın da tüm "genç Cumhuriyet" (yani esas itibarıyla Tek Parti) devrinin hakikatini ifade ettiği savunuldu.

"Milli Mücadele yıllarından bile daha geri haldeydi"

Bizatihi ordu mensubu olarak o yılları yaşayan, 27 Mayıs'ın da en öncü isimlerinden olan Dündar Seyhan ise 180 derece farklı bir tablo sunmuştur:

"Garp Cephesi'nde sükûnet devam ettikçe bizde de telâş ve endişe artıyordu. Harbin teknik ve taktiğinde yeni bir çığır açılmıştı. Biz henüz Birinci Dünya Harbi'nin kaidelerini öğrenmeğe çalışıyorduk. Elimizdeki silâhlar o devirden kalma, teknik o devrin tekniği, taktik öylesine... Kafalara dank diyor halimiz. Kafaya gerçeğin tokmağını yemişsin neye yarar. Bu perişanlık bir hamlede düzelir mi? Hemen ayak uydurmaya kalksan yıllar alır toparlanma. O da ağır sanayin olacak, paran olacak, her şeyden evvel kafası modern Dünyaya yatmış ehîl personelin olacak. O günkü halimiz malûm... Her noktada cıbır, her alanda kısır bırakılmışız. Daha o günkü dar görüşümüzle, Türk ordusunun başındaki Mareşal'ın yıllarla nasıl büyük bir gaflet içinde Türk Silâhlı Kuvvetlerini, Millî Mücadele'yi yaptığı zamandan da daha ihmal edilmiş bir durumda bıraktığını idrak etmemeğe imkân yoktu."

Görüldüğü gibi Seyhan da, sihir yapar gibi insanları manipüle edenlerin ortaya çıkardığı yalan yılanı tarafından yutulmuş ve ancak 2. Cihan Harbi gerçeğiyle yüzleşince aymış. Ancak 27 Mayıs vatana darbe hıyanetine kadar sürükleyen tespit ve fikretmedeki arızası ona sorumluluğu sadece Fevzi Çakmak'a yüklettirmiş. Çakmak ise, devrin bir başka ve çok mühim şahidi Kâzım Karabekir'e göre sorumluluğu başka yerde görmektedir. Karabekir, ordunun geliştirilmesi için verdiği layihaları umursanmayınca ordu müfettişliğinden istifa kararı alıp 26 Ekim 1924'te bunu bildirir. Fevzi Çakmak'ın buna cevabı için bkz. Karabekir, Nutuk'a Cevaplar, c. 7, s. 2008.

Dündar Seyhan'ın aydığı ve yazdığı gerçekse müthiş bir vurgu: Ordu Milli Mücadele devrinden bile daha geri bırakılmıştır.

Devamla, o yıllarda topları yürütebilecekleri sağlam zemine sahip bir yol bulamadıklarını ve sadece top yürütülecek yol yapılması sürecinin bile fevkalade uzadığını da şöyle anlatır:

"Her gün çeşit çeşit haberler alıyorduk: 'Yol ihale edilecek, edildi, başlanacak, vazgeçilmiş, yol şöyle, yol böyle' Mayıs...Haziran. En ufak bir hareket yok. Olsa da artık ümit kalmadı... Başlansa da, bitmezdi ki artık yol... Kendi başımızın çaresine bakmak en doğru hareket olacaktı." Seyhan, en nihayet tam 2 sene sonra menzile ulaşabildiklerini belirtir.

Kemalistler çağdaş bombalama araç ve imkânlarını doğru düzgün temin edememişlerse de yalan bombardımanında geri kalmamışlardı. Seyhan'ın örneğini verdiğimiz varakparedeki gibi devrin yalan bombardımanıyla nasıl uyutulan ve yutulan kimselere dönüştüklerine dair muazzam bir başka itirafı daha mevcut:

"Öküz kolları teşkil ederdik. Bu öküz kollarını öyle mesafelere ikmale memur ederdik ki arabanın içine alabileceğinin iki misli yük koysanız ve bu yük sadece öküzlerin yemi olsa, yalnız öküzlere yetmezdi... O plânlar da üst makamlarca tasdik edilir gelirdi. Ve biz bu plânları 3. Dünya Harbinin tekniği içinde hazırlıyor zannederdik kendimizi..." (Gölgedeki Adam, s. 9-11, 30.)

2. Cihan Harbi vakti gelmişken gerideki 1. Cihan Harbi şartlarına anca tutunup kendini üçüncü harp dönemine uçmuş sanmak; Kemalist propagandanın adamın aklını nasıl aldığına ve "aydın" oluyor zannederken cehalet karanlığının en pespaye derinliklerine nasıl yuvarladığına dair müthiş bir misal.

2014'te yayınlanan Sabit Çetin'in "İkinci Dünya Savaşı'nda Türk Ordusu: Aktif Tarafsızlık Çerçevesinde Askerî Hazırlıklar" serlevhalı doktora tezinde de, doğrudan Genelkurmay'ın yayınladığı Muzaffer Erendil'in kitabından aynen şu çarpıcı bilgiye yer verilmiştir: "Eylül 1939'da ordunun gücü şöyledir: Hava ve deniz kuvvetleri çok zayıf, kara kuvvetlerinde tank, uçaksavar ve tanksavar topları, zırhlı araç, kamyon ve otomobil bulunmadığı, sahra ve obüs topları, koşulu dağ toplarının Birinci Dünya Savaşı'ndan kalma olduğu, Türk ordusunun taarruz ordusu olmadığı ifade edilmiştir." (s. 173.)

Seyhan Milli Mücadele zamanından geri kalındığını yazıyordu. Buradaki malumat da bunu aynen teyit etmekte, hem sayılan yokluklar hem de eldekinin 1. Cihan Harbi'nden kalmasıyla gerçekten oradan bile geri kalındığına işaret etmektedir. Böylece hem şiddetli Kemalist bir darbeci şahid, hem Genelkurmay yayını ve hem de bilahare doktora çapında yapılmış bir araştırmayla buna muttali bulunuyoruz.

Bu noktada General Eyüp Durukan'ın 26 Mayıs 1944'te Meclis'te yaptığı konuşmaya da temas etmekte fayda var. Harp sanayii için mühim birtakım maden ve maddelerin Bulgaristan'a varıncaya kadar dışarıdan ithal edilmesinden yakındığı baştan aşağı kayda değer bir konuşma olmakla beraber, Seyhan'ın yol yapım işine benzer olduğundan ağır kalma ve savsaklama misallerini aktarmakla yetineceğiz. Buna göre 1941 yılında Sanayi Kongresi toplanıp ateş tuğlası için süratle fabrika yapılması kararı alınmış. Aynı kongrede memlekette bir sanayi koordinasyonu kurulması da mevzubahis edilmiş. Fakat dünyada savaşın şiddetle sürdüğü sırada vaat edilip üç sene geçmesine rağmen hiçbir şey yapılmamış. Durukan ayrıca, "memleketimizde en adi bir motor yapmaya imkân yoktur" deyip, "bu da senelerden beri konuşulur, görüşülür ve bir netice alınmaz bir mesele haline gelmiştir" ifadeleriyle sitem eder. Bu iş halledilmezse, "muasır ordu derecesine çıkmak da müşkülata uğrar" vurgusunda bulunur. Motor meselesinin bilahare Erbakan'ın davası olup savunma sanayii için daha nasıl onlarca yıl uza(tıl)dığı ortada. Durukan da böylece 1936 ve 2025'in ifrazat dolu telbîsat saçan gazeteci ve tarihçi kisveli hokkabazlarının aksine, değil en yeni silahlarla donatılmış bulunmak, yıllar geçmesine mukabil ordunun çağdaş seviyeye bile çıkamadığını mecliste tutanak ve tarih sayfalarına not etmiştir.

Donanmanın feci hali ve övünülen bombardıman

Nihan Eyüboğlu Erdem'in "İkinci Dünya Savaşı Öncesi Türk Ordusu'nun Modernizasyonu Çerçevesinde Türk-İngiliz İlişkileri (1936-1939)" başlıklı doktora tezinde de gayet önemli malumat ve tespitlere yer verilir. Burada bilhassa 1935 sonrası Almanya'dan siparişlerle donanma güçlendirmeye yönelik adımlar olsa da donanmanın 2. Cihan Harbi'ne girerken bulunduğu vaziyet şöyle ifade edilmiştir: "Şüphesiz Türk donanma gücü o dönemdeki diğer Akneniz[yazım hatası yazara ait –ÖEK]ülkeleriyle mukayese edildiğinde son derece yetersizdir. Nitekim zayıf bir donanma gücüne sahip olması, Türkiye'nin dış politikasını da etkilemiş ve kimi zaman bazı fırsatları değerlendirememesine neden olmuştur."

Deniz Kuvvetleri Dergisi'nin Ekim 1973 sayısında Emekli Albay Saim Besbelli'nin, Türk donanması adına 1924-1973 arası önemli bulduğu başarı ve icraatı sıraladığı bir yazısı yayınlanmıştır. Bu yazı da mezkûr doktora tezindeki hükmü tam anlamıyla destekleyici niteliktedir. Zira Tek Parti devri içerisinde Besbelli'nin sıraladığı az sayıdaki madde içerisinde donanmayı güçlendirme adına büyük atılım ve yatırım görünen hemen hiçbir şey yoktur. Ancak geride zikredilen Almanlardan tamamı da gerçekleştirilememiş 1930'ların sonlarındaki birkaç sipariş mevcuttur. Fakat Besbelli'nin maddelerinde acayip bir istisna var: 27 Kasım 1925'te Hamidiye Kruvazörünün Rize bölgesinde şapka kanunu aleyhinde "baş kaldıran bir gruba gereken dersi" vermesi! Donanmanın modernizasyonu ve çağa ayak uydurması namına büyük hiçbir çalışma anlat(a)mazken, dönem için donanma adına en başarılı bir işin kendi gariban halkını topta tutmak olduğunu gururla anlatmak, ancak bahsettiğimiz Kemalist propagandaya mahsus bir iştir.

Celal Bayar da şunu anlatır: DP iktidarı ilk aylarında Marmara'da Amiral Sadık Altıncan'ın yönettiği tatbikata katıldık. "Gemiler ve gemilerin donanımı eskimiş, hurdalaşmıştı." 1950'de ordunun modernizasyonuna bundan sonra başladık. (Bir Darbenin Anatomisi, haz. İsmet Bozdağ, İstanbul 1991, s. 53-54.)

Mevzu II. Abdülhamid olunca donanma meselesine canhıraşane sarılanlar yine bu propagandistlerdir. Hâlbuki sultanın bilhassa maliyeyi nispeten toparlamasının akabinde donanmayı son derece ehemmiyet atfettiği ve ciddi adımlar attığı bedihi bir hakikat olarak bugün ortaya konmuştur. Velakin Tek Parti donanmasını Abdülhamid zamanına yaptığı gibi kritik ederek ele alan dürüstlüğe, tutarlılığa, samimiyete, yüreğe, ciddiyete ve kaliteye sahip birini bulmak inanılmaz zordur. Tarihini yazmak için ikiyüzlülüğü kenara bırakmada böylesine zorlanan tarihçi fazlalığının bu memlekete mahsus olup olmadığı ise tartışılabilir.

En temel ihtiyaçlar bile eksikti ve bu yüzden on binlerce şehit verildi

Esasen ordunun feci vaziyeti sadece harp vesaitindeki yokluk ve aşırı gerilikten ibaret değildi. Asker kıyafetine varıncaya kadar perişan bir vaziyet vardı. Saygı Öztürk'ün yayınladığı "İsmet Paşa'nın Kürt Raporu", İnönü'nün 1935 yılındaki Doğu gözlemini yansıtıyor. Burada, Başbakan İnönü geleceği için Diyarbakır'da askere "en iyi kıyafetlerini" giydirdikleri belirtiliyor. Buna rağmen İnönü şunu yazmıştır: "17. Fırka askerini giyim itibariyle pek fena gördüm. Bir fikir vermek için söyleyeyim ki, herhangi bir yolda çalışan köylü amele arasında en pejmürde kıyafetli birisini göz önüne getirmek, gördüğüm bazı nöbetçileri hatırlatabilir..." Yani "en iyi" giydirilmiş haliyle bile asker, "en pejmürde" ve "pek fena" görüntüdedir ve bunu bizzat İnönü yazmıştır!

Bu durum 2. Cihan Harbi'nde seferberlik ilan edilen dönemde dahi devam etmiştir. Nihal Atsız şahit olduğu bir tabloyu şöyle anlatır:

"Bir kış sabahı, tren bizi Haydarpaşa'ya indirdiği zaman unutamayacağım manzaralardan biriyle karşılaştım: Garın deniz tarafındaki merdivenli girişiyle tren yollarına açılan kapıları arasındaki o koca salon, o koca boşluk yok mu, Türk askerleriyle doluydu. Fakat bunların hepsi soğuk mermerlerin üstünde yerde yatıyorlar, uyuyorlardı. Üstlerinde askeri kaputlarından başka bir şey yoktu." Ayrıca Atsız, 1941-42 yılında kış çok sert geçerken askerlerin "göz yaşartıcı" bir görüntüde karın üzerinde yemek yeme sahnelerine şahitliğini de aktarmış ve sonra şunu yazmıştır: "Eğlenmek için kendisine kapalı manej salonu yaptıran Milli Şef, yalnız seferberlik durumunda bulunup da savaşa girmemiş olan Türk ordu birliklerinin bu sarp hayatından cidden habersiz miydi? Habersiz olmağa hakkı var mıydı?" (Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi ve Çektiklerimiz, 3. Basım, Ötüken, İstanbul 2019, s. 91, 201.)

Aslında savaşa girmememize rağmen 2. Cihan Harbi'nde on binlerce şehit vermiş olmamız tek başına çok şeye işaret eder. 6 Nisan 1951'de TBMM'deki konuşmasında Savunma Bakanı Hulusi Köymen, 1 Eylül 1939-7 Mayıs 1945 arası yıl yıl kaç şehit verildiğinin sayısını meclise sunmuştur ki toplamının 24.201 ettiği görülmektedir. Üstelik Köymen, bu sayının sadece hastanede ölenleri ihtiva ettiğini, hastalanıp hava değişimi izni ile memleketlerine gidip evlerinde ölen askerlerin buna dâhil olmadığını da bildirmiştir.

Bakandan sonra CHP'li ve istiklal madalyası sahibi bir milletvekili olan Hüsamettin Tuğaç söz almış ve şunları ifade etmiştir: "Şimdi hâlâ burada askere iyi bakılmıştır, erzakı tam verilmiştir demenin mânası yoktur. Bunu yüksek takdirlerinize arzederim, meseleyi politika meselesi yapmayalım ve vaktiyle yapılmış olan fena idarelerden ibret alarak bundan sonra bu gibi hâdiselerin vuku bulmamasını temenni ve talep edelim..."

Görüldüğü gibi; bizzat CHP tarafından da hem de meclis tutanaklarına geçecek biçimde askerin, değil öyle en çağdaş ve ileri teknolojiyle kuşatılması, temel ihtiyaç ve bakımının bile iyi yapılmayıp on binlercesinin ölümüne yol açıldığı kabul edilmiştir.

1936'daki ve 2025'teki Kemalist varakpareler, ordunun o tarihlerde en çağdaş silahlarla teçhiz edilip hazır olduklarını söyleseler de çok daha arttırılabilecek bunca kaynakla artık aşikâr olmuştur ki; ordu, mahrumiyet ve aşırı derecede geri kalmışlığın içindeydi. Asla göz ardı edilmemesi gereken bir husus da, kısa zaman evvel bir dünya savaşından çıkıldığı ve dünyanın yeni bir cihan harbine gireceğinin de uzun yıllardan beri beklendiği gerçeğidir. O kadar ki, 10 Şubat 1925 tarihli Antalya Gazetesi'nin başyazısında bile, "Beşer için yeni bir harp ve felaket mukarrerdir... Havayı çalan mızıkadan bir gün top patlayacak, beşeriyet bir Harb-i Umumi felaketini çekecektir" yazılıyordu. Türkiye'nin yerel gazetelerinde bile bu kadar erken tarihlerden itibaren 2. Cihan Harbi'nin yaşanacağı böylesine kuvvetli ihtimal verilerek beklenmeye başlamışken, aradan geçen onca seneye rağmen ordunun anlatılan vaziyete düşmüş olması en hafif tabiriyle fevkalade şayan-ı teessüftür.

Yanlışlar doğru olarak sunulmaya ve yol açtığı zararlar örtbas edilmeye devam edilirse, tekrar tekrar aynı hata ve kayıplara yuvarlanılır. Hakikatperest yerine şahısperest olmaksa bu hastalığı tedaviye kapalı kılar. Kemalist propagandist de bununla malul.

Samiha Ayverdi'nin pek çok güzel tespitlerinden şu bir tanesiyle hitam verebiliriz:

"Başlarına vurmuş bir iktidar hırsı ve büyüklük duygusu, gerçeklerle aralarına girmişti. Böylece de içine gömüldükleri benlik sisi onları hakikatle yüz yüze gelmeye bırakmıyordu. Hatta güneşi çamurla sıvadıkları vehmine öylesine inanmış idiler ki, dört elle sarıldıkları bu günahlarını marifet sayacak bir dalaletin azat kabul etmez kulu kölesi olmuş bulunuyorlardı."