Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra yapılan ilk nüfus sayımında (1927) nüfusun 13 milyon 648 bin 270 olduğu ve bunun 7.5 milyonunun son yüzyılda Anadolu'ya göç edenlerden oluştuğu gerçeği, Anadolu'nun bir "mağdurlar coğrafyası" olduğunu göstermektedir.
Mehmet Kocatepe/ Yazar
19 Ağustos 2003'te, Bağdat'taki Canal Otel'de dünya insani yardım tarihinin en karanlık günlerinden biri yaşandı. Birleşmiş Milletler'in Irak'taki merkezi olan bu otele düzenlenen bombalı saldırıda, aralarında BM Irak Özel Temsilcisi Sergio Vieira de Mello'nun da bulunduğu 22 insani yardım çalışanı hayatını kaybetti, yüzden fazla kişi yaralandı. Bu trajik olay, insani yardım çalışanlarının karşılaştığı tehlikeleri gözler önüne serdi ve dünya kamuoyunu derinden sarstı. Bunun üzerine 2009'da BM Genel Kurulu, 19 Ağustos'u Dünya İnsani Yardım Günü ilan etti.
Ancak insani yardımın hikayesi ve karşılaştığı zorluklar bu olayla sınırlı değil. Yakın tarihimiz, insanlığın en karanlık sayfalarıyla dolu. 1992-1995 yılları arasında Saraybosna'da yaşanan insanlık dramı, dünya kamuoyunun gözleri önünde gerçekleşti. Sırp kuvvetleri tarafından kuşatılan şehirde, siviller sistematik bir şekilde hedef alındı, etnik temizlik yapıldı. İnsani yardım koridorları bile güvenli değildi ve yardım çalışanları büyük riskler altında görevlerini yerine getirmeye çalıştılar.
2003 yılında ABD'nin Irak'ı işgali ile başlayan süreç, insani yardımın karmaşık doğasını bir kez daha gözler önüne serdi. Ebu Gureyb hapishanesindeki işkence görüntüleri, insanlık onurunu ayaklar altına alan uygulamalar, sözde demokrasi ve özgürlük getirme iddiasıyla başlatılan bir operasyonun nasıl insani bir krize dönüşebileceğini gösterdi. Bu süreçte, insani yardım kuruluşları bir yandan sivillere yardım etmeye çalışırken, diğer yandan tarafsızlıklarını koruma mücadelesi verdiler.
Günümüzde ise, Gazze'de yaşanan insanlık dramı tüm bu geçmiş krizleri bile gölgede bırakacak boyutlara ulaşmış durumda. İsrail'in uluslararası hukuka aykırı şekilde sivillere, basın mensuplarına, hatta BM görevlilerine yönelik saldırılar gerçekleştiriyor. Saifeddin Issam Ayad Abutaha Filistin'den, John Chapman Britanya'dan, Jacob Flickinger ABD ve Kanada'dan, Lalzawmi "Zomi" Frankcom Avustralya'dan, James Henderson Britanya'dan, James Kirby Britanya'dan ve Damian Soból Polonya'dan oluşan Dünya Merkez Mutfağı (World Centeral Kitchen www.wck.org) adlı STK'nın yardım gönüllülerinin içinde olduğu yardım araçları dahi bombalanarak insanlık suçları işleniyor. Bu vahşet, insani yardımın önemini ve karşılaştığı zorlukları bir kez daha gözler önüne seriyor.
İnsani yardım gibi kutsal bir hareketin bile, iki yüzlü ve zalim bir dünyada nasıl bir riyakârlık, istismar, PR ve sömürü aracı haline gelebileceğini görmek içler acısı. Ancak tüm bu karanlık tabloya rağmen, insanlığın umudu, vicdanların çığlığını duyan ve duyuran gerçek insanların her dinden, her milletten, her meslekten, her meşrepten, renkten ve ırktan olduğunu görmek, geleceğe dair umudumuzu yeşertiyor.
Şüphesiz insani yardım, belirli bir günle başlamadı ve bitmeyecek. Bugün dünya genelinde yapılan etkinlikler, bizleri insani yardıma muhtaç insanların neden bu duruma düştüğünü ve bunun bedelini bir bütün olarak masum insanların ödemek zorunda kaldığını yeniden düşünmeye sevk ediyor. Ancak asıl soru şu: İnsanları bu duruma düşüren devletlerin, kişilerin, kuruluşların sureti haktan gözükmek adına yaptıkları sözde insani yardım çabalarını nasıl ayırt edebilir ve gerçek insani yardımı nasıl destekleyebiliriz?
Bu sorunun cevabını doğru şekilde verebilmek için öncelikle "insani yardım nedir?" sorusunu cevaplandıralım.
İnsani yardım, özünde insanlığın en asil değerlerinden birini temsil eder. Adı üstünde, hiçbir din, dil, ırk, renk veya coğrafya farkı gözetmeksizin, ihtiyacı olan her insana, hatta canlıya yardım etmek anlamına gelir. Daha geniş bir perspektiften bakıldığında, insani yardım, insan onuruna yakışır bir şekilde yaşayabilmek için desteğe ihtiyacı olan kişilere maddi, teknik ve manevi destek sağlama eylemidir.
Bu yardımlar, hayatın çeşitli alanlarında ve farklı durumlarda ortaya çıkar. Deprem, sel, yangın, kasırga gibi doğal afetlerin ardından; savaş, çatışma, terör olayları ve zorunlu göç durumlarında; salgın hastalıklar ve pandemiler sırasında; kronik yoksulluk ve açlık koşullarında insani yardıma ihtiyaç duyulur.
Yardımlar, mültecilere, evsizlere, açlara, hastalara, fakirlere ve hatta hayvanlara kadar geniş bir yelpazede yapılabilir. Cihan İmparatorluğu Osmanlı'da hayvan haklarıyla ilgili kurulan vakıflar ecdadımızın bu konudaki hassasiyeti gösteren en güzel örneklerdendir. Örneğin; yük hayvanlarının cuma günleri çalıştırılmayıp dinlendirilmesi, sahiplerinin dahi binmemesi karara bağlanmıştır. Bu karara uymayanlar yakalanarak cezalandırılırdı. Çalışma gücünü yitirmiş, emekliye ayrılmış hayvanların hayat boyu bakımlarının sağlandığı çiftlikler kurulmuştu. 1587 yılında Sultan III. Murat; Osmanlı topraklarındaki yük hayvanlarına, taşıyabileceklerinden daha fazla yük vurulmasını ve çektirmesini yasaklayan bir ferman çıkarmıştır.
İnsanları insani yardıma iten motivasyonlar çeşitlilik gösterir. Kimi insanlar dini inançları ve manevi değerleri doğrultusunda hareket ederken, diğerleri ahlaki ve etik sorumluluk duygusuyla harekete geçer. Empati ve merhamet duyguları, toplumsal dayanışma bilinci veya kişisel tatmin ve iç huzur arayışı da insanları yardım etmeye yönlendirebilir. Bu motivasyonlar, seküler veya dini temelli olabilir. Örneğin, bir kişi salt bir insanın ihtiyacını gidermenin verdiği mutluluk için yardım edebileceği gibi, Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla da yardım edebilir. Önemli olan, yardımın samimi bir şekilde ve ihtiyaç sahiplerinin yararına yapılmasıdır.
Ancak, insani yardımın kutsal doğasına rağmen, bu alan çeşitli zorluklarla ve etik sorunlarla karşı karşıya kalabilir. Yardımların doğru kişilere ulaştırılması, sürdürülebilirliğin sağlanması, yerel ekonomilere ve toplumsal dinamiklere etkisinin değerlendirilmesi gibi pratik zorluklar yaşanabilir. Bunun yanı sıra, yardım kuruluşlarının tarafsızlığı ve bağımsızlığı, yardımların siyasi veya askeri amaçlarla istismar edilmesi gibi etik sorunlar da ortaya çıkabilir.
Ne yazık ki, insani yardım adı altında yapılan bazı faaliyetler, gerçekte siyasi veya ekonomik çıkarları gözeten bir PR aracı haline gelebilir. Bu durum, "Yani sen arabanla kasıtlı olarak bir insana çarp, sonra onu al hastaneye götür, bir de kahraman ol!" şeklinde özetlenebilecek bir ikiyüzlülüğü ortaya çıkmakta, bu tür istismarlar, gerçek insani yardımın değerini ve etkisini düzenleyebilmektedir.
Tüm bu zorluklara ve potansiyel sorunlara rağmen, insani yardım insanlığın umudu olmaya devam ediyor. Her dinden, her milletten, her meslekten, her meşrepten, renkten ve ırktan insanların bu alandaki çabaları, dünyamızı daha yaşanabilir bir yer haline getirme umudunu canlı tutuyor. Ancak, bu yardımların gerçek anlamda etkili olabilmesi için, samimi niyetlerle, profesyonel bir şekilde ve etik ilkelere bağlı olarak yapılması gerekiyor.
İnsani yardımın geleceği, bu alandaki çabaların daha şeffaf, hesap verebilir ve etkili hale getirilmesine bağlı. Aynı zamanda, yardımların sürdürülebilir kalkınma hedefleriyle uyumlu olması, yerel toplulukların güçlendirilmesine odaklanması ve uzun vadeli çözümler üretmesi büyük önem taşıyor. Bu bağlamda, insani yardım alanında faaliyet gösteren kuruluşların, hükümetlerin ve bireylerin işbirliği içinde çalışması, kaynakların daha etkin kullanılmasını ve daha fazla insana ulaşılmasını sağlayabilir.
İnsani yardımın kökleri, insanlığın varoluşu kadar eskidir. Tarih boyunca, insanlar çeşitli zorluklarla karşılaşmış ve bu zorlukları aşmak için birbirlerine yardım etmişlerdir. Kıtlıklar, açlıklar, yangınlar, depremler, seller, toprak kaymaları, fırtınalar, iç karışıklıklar, katliamlar, dini ve siyasi sebeplerden dolayı yaşanan sürgünler ve savaşlar, insanlık tarihinin acı sayfalarını oluştururken, aynı zamanda insani yardımın da temellerini atmıştır.
Tarih kitapları ve kutsal metinler, bu trajik olaylarla doludur. Ancak bu metinler aynı zamanda insanlığın bu zorluklara karşı gösterdiği dayanışmanın da tanığıdır. "Tarih tekerrürden ibarettir" sözü, belki de bu acı olayların tekrarını çağrıştırırken, insani yardımın da sürekli olarak kendini yenilediğini ve insanlığın vicdanının her seferinde yeniden harekete geçtiğini göstermektedir.
Dini ve kültürel bağlamda insani yardım, toplumların manevi değerlerinin bir yansıması olarak karşımıza çıkar. Hemen hemen tüm dinler ve kültürler, yardımlaşmayı, dayanışmayı ve merhameti yüceltir. İslam'da zekat ve sadaka bunun en güzel örneklerindendir.
Göçler ve insani yardım arasındaki ilişki, tarih boyunca birbirini besleyen bir döngü oluşturmuştur. Tarihteki büyük göçlerin sebeplerini incelediğimizde, iklim değişiklikleri sonucu yaşanan kuraklık ve kıtlıklar, toprakların yetersizliği, bir kavmin başka bir kavme saldırması, yağma, talan, katliam, sürgün, depremler ve salgın hastalıklar öne çıkmaktadır. Bu göçler, beraberinde büyük insani dramları getirmiş, ancak aynı zamanda insani yardımın da en güçlü örneklerini ortaya çıkarmıştır.
Kutsal metinlerde geçen pek çok göç hikayesi, aslında birer insani yardım örneğidir. Habeşistan'a göçler ve Habeş Kralı Necaşi'nin tutumu, Medine'ye hicret ve Ensar'ın misafirperverliği, günümüze bile ilham veren en büyük insani yardım örnekleri arasında sayılabilir.
Filistin toprakları, insani dramın belki de en yoğun yaşandığı coğrafyalardan biridir. Yaklaşık 3500 yıldır bu topraklarda insani dram, kah artarak, kah azalarak devam etmektedir. Asurlar, Babiller, Romalıların İsrailoğullarına yaptıklarını günümüzde İsrail, bu coğrafyanın İsraillilerin bölgeye yerleşmesinden de önce bölgede yaşayan Filistinlilere yaptığı insanlık dışı katliam ve sürgünlerinden birini daha yaşatmaktadır. Hem de en haksız, en azgın en zalimce metotlarla. Öte yandan Müslümanların tarih boyunca Yahudilere yaptığı insani yardımlar, bu bağlamda özel bir öneme sahiptir. Hz. Ömer'in MS. 637'de Yahudilerin Kudüs yasağını kaldırması, Osmanlı İmparatorluğu döneminde II. Beyazıt'ın 1492'de İspanya'dan, 1497'de Portekiz'den kaçan yüz binlerce Sefarad Yahudi'yi kabul etmesi, Yavuz Sultan Selim'in 1516'da Yahudilerin kutsal topraklara yerleşmelerine izin vermesi, insani yardımın en güzel örnekleri arasındadır.
Anadolu, bin yılı aşkın bir süredir mazlum ve mağdurların sığınağı, güvenli limanı olmuştur. Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde bu gelenek devam etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra yapılan ilk nüfus sayımında (1927) nüfusun 13 milyon 648 bin 270 olduğu ve bunun 7.5 milyonunun son yüzyılda Anadolu'ya göç edenlerden oluştuğu gerçeği, Anadolu'nun bir "mağdurlar coğrafyası" olduğunu göstermektedir.
Karlofça Antlaşması'ndan (1699) beri, Osmanlı'nın kaybettiği her toprak parçası, orada yaşayan Müslümanlar ve diğer azınlıklar için bir sürgün ve zulüm diyarı haline gelmiş, bu insanlar Anadolu'ya sığınmıştır. Günümüzde de Türkiye, beş milyonu aşkın düzensiz göçmene ev sahipliği yaparak bu geleneği sürdürmektedir.
İnsani yardımın bu tarihsel perspektifi, dini ve kültürel bağlamı ve göçlerle olan ilişkisi, bize insanlığın ortak acılarını ve bu acılara karşı gösterilen dayanışmanın gücünü hatırlatmaktadır. Bu miras, günümüzde de insani yardım çabalarına ilham vermeye ve yol göstermeye devam etmektedir.
İnsani yardım ve göçler ile ilgili olan bu ilk yazımızı arz ederken, ikinci yazımızda insani yardım kuruluşları ve ekolleri, kurucuları, amaçları, uygulamaları, beklentileri ve dünyadaki gelinen noktada insani yardıma muhtaç 363 milyon insanın dağılımı, her yıl azalan insani yardım bütçesinin durumu, insani yadımda dünyanın mevcut durumu, gidişatı, Türkiyenin insani yardım arenasındaki yeri konularını işlemeye devam edeceğiz.