Tarihin en yakıcı öznesi

Bülent Tokgöz / Şair-Yazar
29.08.2020

Ateşle alâkalı her araştırma ve tefekkür, bereketli geri bildirimlerin habercisi. Odunda, kömürde, petrolde, doğal gazda, içten yanmalı motorlarda, hatta nükleer enerjide ondan aldığımız güçle uygarlığımızı devam ettirdik. En dehşetengiz işkence aleti olarak kullanılması gibi kötü hatıraları olsa da, cehennemin diğer adı olsa da, onsuz bir hayat ocağımızın sönmesi demek.


Tarihin en yakıcı öznesi

Bülent Tokgöz / Şair-Yazar

İlk keşfimiz. Tüm diğer keşiflerimiz onun sayesinde. İnsanın hikâyesinde o kadar merkezî bir yeri var ki, bunu Türkçe aynasında seyretmek heyecan verici: Od; yakacağı odun, yakılan yer otağ, merceğin yaktığı yer odak, odun yakıldığı yer ocak. Od merkezde, tüm diğerleri onun etrafında. Öteki dillerde de iz sürülse benzer bağlamlara varılabilir.

Evrimcilerin piri Darwin, onun keşfini “İnsanlık tarihinde konuşmadan sonraki en mühim keşif” olarak tanımlamakta haksız mı? Gerçi o insandan çok çok evvel de vardı. Bilimin ulaşabildiği ilk yangın 420 milyon yıl önce gerçekleşmiş. 345 milyon yıl öncesine ait kapsamlı orman yangınlarının varlığı tespit edilebilmiş. O dönemlerde oksijen seviyesinin bugünkünden yüksek olmasından ötürü yangınlar daha sıcak ve sıklıklaymış. Dinozorların dünyasında, henüz çiçekli bitkiler yeni yeni serpilirken, gezegenin dört bir yanı yangınlarla kavruluyormuş. 90 milyon yıl evvel çoğalmak için ateşe ihtiyaç duyan bazı çam ağaçları ve okaliptüslerin geliştiği söyleniyor. 7 milyon yıl evvel Afrika savanalarının oluşumu da ateşle ilişkilendiriliyor. Buna göre, ateş olmasa savanalar çalılık ve ormana dönüşecekti… Belki de ilk tanışma orada gerçekleşti.

Huşeng ve yılan

Yıldırım düşmesiyle ortaya çıkan muhteşem manzarayı seyrederken mi, volkanik bir patlamayı müteakiben mi, yoksa İran efsanesindeki Huşeng’in bir yılanla karşılaştığında attığı taşın başka bir taşa çarpıp kıvılcım çıkarması rivayetindeki gibi kazara mı ilk tanışmanın gerçekleştiği bir sır olarak kalacak. Şu var ki, ateşin barındırdığı tehlikeleri ve imkânları insandan başka canlılar da fark etmişti.

Sözgelimi Avustralyalı Ateş Şahini, orman yangınlarını gözetler ve alevlerden kaçan sürüngen ve omurgalıları avlar. Diğer yırtıcılar da kaçan ve yaralı hayvanları pusuya düşürmek için yangınlardan yararlanır. İnsanlar, diğer avcılar gibi pusu kurarken yangında pişmiş hayvanları yediklerinde ateşin nelere kadir olduğuna hayret ederek aydınlandılar muhtemelen.Gelgelelim, derhal mağaralarına dönüp ellerine aldıkları sopayı bir yerlere sürterek ateş yakmayı başardıklarını düşünmek de elbette ki safdillik. Yemişleri topladıkları gibi ateşi de tabiattan aldılar. Yanar hâldeki odunları ve közleri mağaralarına götürüp üzerine kuru dallar taşıyarak ateşin sürekliliğini sağladılar.

Spekülatif bir arazi

Ne zaman? İşte orası muamma. Malûmdur ki, tarihte ne kadar geriye gidilirse kesinlikler o kadar azalır. İşin içine “yaradılış mı, evrim mi?” tartışması da doğrudan müdahil olunca, neyin bilimsel, neyin ideolojik olduğunu ayırt etmek daha bir güçleşir. Bilim kilisesi, tüm şubeleri ve ruhban sınıfıyla evrimcidir. Evrim akidesine mugayir herhangi bir fikrin bilim çevrelerinde dolaşıma girebilmesi muhaldir. Şu var ki, evrimci olmayan çevrelerde de bu barikatı aşmak, insanın kökeni ve ilk çağlarına dair hakikatlere ulaşmak gibi sistematik bir heves ve iradeden söz etmek pek mümkün değil. Yaradılışçılar, neredeyse ateşin bulunuşundan beri, sözü ve sahayı evrimcilere bırakmış durumdalar. Veriler de Darwincilere ait, yorumlar da. Hepimiz onların yalancılarıyız.

İnsanın ateşi kullanması ile ateşi kontrol altına alması arasında ayrım gözetmekle birlikte bilim, ikisi için de çok eski tarihler vermekte, çok büyük rakamlar telaffuz etmektedir. Yüz binlerce, hatta milyonlarca yıl. Tarihi o kadar eskiye çekme gayretiyle evrimci dünya görüşü arasındaki mutabakat dikkatlerden kaçmamakta ve son derece spekülatif bir arazide dolaşıldığı bazı bilim insanlarınca da itiraf edilmektedir. Ateş ve kül emarelerinin ne derece doğru yorumlandığı, birbiriyle çelişen görüşlere bakıldığında sahiden de şüpheli.

70 bin yıl önce tüberküloz

Bilim, nesnel verilerden hareket ediyor gözükse de, tarihlendirmeleri temelde akıl yürütmeye dayanıyor. Buna göre en eski “insansı” fosiller Afrika’da bulundu, orası sıcak ve kuru bir bölgeydi. İnsansıların diğer kıta ve coğrafyalarda gözükmeye başlaması ancak ateşin bulunmuş olmasıyla mümkün olabileceği için, insanın evrimleştiğine inanılan milyonlarca yıl içinde ateşin kullanımını da çok eski tarihlere çekmeleri gerekiyor. Çünkü hele kuzey ülkelerinde ve kutup dairesinde ateş kullanımı olmaksızın, hele de uygun kıyafetleri bulunmazken, insansıların koloniler kurması imkânsızdı.

Bilimin ateş kullanımını, günümüz insanı Homo Sapiens’ten önceye, ayakta duran manasındaki Homo Erectus’a kadar çekmesindeki mantıksal zorunluluk bundandır. Nitekim uzun müddet Pekin Adamı’nın 500 bin yıl evvel ateşi kullanan ilk kişi olduğunu iddia ettiler fakat 1988’de Güney Afrika’da Wonderwerk Mağarası’nda 1 milyon, kimilerine göre ise 2 milyon yıl öncesine ait kullanıcılara vasıl oldular. Bir mağaradaki yanmış kemik veya bitki kalıntılarının böylesi bir tarihlendirme için yeterli görülmesi fazlasıyla bonkörce.

M.Ö. 1.900.000 ile 200.000 arasında yaşadığı söylenen Homo Erectus, günümüz insanı ebatlarında, taştan alet yapabilen, iyi bir avcıydı ama beyni bizimkinin üçte biri kadardı. Darwinci bilimin çizdiği şemaya göre, Erectus baştan beri ateşe aşinaydı; ama doğrusu deliller fazlasıyla spekülatif. 400 bin rakamı etrafında yoğunlaşan yorumlar ise kendisini doğrulamak için daha fazla delilden bahsediyor.

İsrail’de Kesem Mağarası’nda et pişirildiğine dair izler bunlardan biri. Science dergisi, 2009’da 400 bin yıl öncesine ait ateşle sertleştirilmiş mızraklar ve bunlarla avlanmış at iskeletleri bulunduğunu yazdı. Erectus’tan bayrağı alan bazı Neandertallerin mağaralarında ateş izine rastlanmayışı gerçeğini basitçe geçiştirerek en az 400 bin yıldır ateşin günlük hayatımızın bir parçası olduğuna kesin gözüyle bakıyorlar. 70 bin yıl önce tüberkülozun yayılması, ateşin gündelik kullanımının kesin bir delili sayılıyor.

Ekoloji hiyerarşisi

Yine de insanın doğru düzgün ateş yakma tekniklerini M.Ö. 7 bin yılına kadar öğrenemediği genel kabul görüyor. Çakmak taşını pirite sürterek yahut ucu sivri bir sopayı başka bir odun üstünde döndürerek kavları tutuşturmayı ilk nerede başardıkları bilinmese de çok eski değil. Taş Devri’nin yerleşim bölgelerindeki pirit taşları ve alev delgileri dönemin çakmağı ve kibritiydi. İnsan, artık yıldırım düşmesini beklemek veya komşu kabileden medet ummak zorunda değildi.

Ateş yakma becerisine ermeden evvelki dönemlerde bile ateşin kullanımının devrimsel sonuçları oldu. Vahşi hayvanlardan koruma sağlaması, ışığı, ısısı ve en önemlisi pişirme imkânı bahşetmesiyle tam bir dönüm noktası. Aile ve kabile ölçeğindeki toplulukların yaktıkları kamp ateşleri haşeratı ve yırtıcıları uzakta tuttu. Mızrak uçlarını alevlere tutarak daha da sertleştirmelerine olanak tanıdı; böylece iri hayvanlara karşı savunma ve saldırıda avantaj kazandırdı. Ağaç ve çalıları yakarak daha kolay avlanmalarına, avı korkutmaya ve tuzaklara çekmeye, uçurumlara sürüklemeye de yaradı. Ekoloji hiyerarşisinde yukarı basamaklardaydı, daha az kaçmak zorundaydı artık. Mağaralarda ve uykusunda düşmek korkusuyla irkildiği ağaç dallarında gecelemek zorunda değildi. Daha uzun ve rahat uyuyabilir, daha dinç ve sağlıklı olabilirdi. Savanalara ve ovalara daha fazla sokulabilirdi, daha özgürdü şimdi. Işık sayesinde gündüzcül olmaktan kurtulmuştu, zifiri gecelerde de avlanabilirdi. Gündüz işlerini geceye de taşıyabilir, yazın yapabildiklerini kışın da yapabilirdi. Ateş, insanın tabiatı fethetmesi ve farklı coğrafyaları keşfetmesinin önünü açtı. Onun sayesinde kuzeye yayılabildi ve buzul çağını atlatabildi.

Pişmiş ve kurutulmuş et

En önemlisi pişirmeyi mümkün kıldı. Sadece etleri değil ham hâliyle zehirli olan bitki, kök ve tohumları da. Gıdalardaki parazit ve mikroplar yok oldu, yemekler daha lezzetli ve güvenli hâle geldi. Besinlerin kimyası değişti, daha çabuk kalori sağladı, bu da insanı daha güçlü ve dayanıklı kıldı. İnsanın ömrü uzadı, nüfus arttı. Pişmiş ve kurutulmuş et, daha uzun süre dayanabildiğinden, insanın zor iklim ve beldelerde hayatta kalmasına da yaradı.

Yaşlılar daha uzun yaşadı, böylece çocukların bakımını üstlenerek, gençlerin avlanmaya ve işe daha fazla zaman ayırmasına yardımcı oldular. Doğrusu pişirmenin bizatihi kendisi çok büyük bir zaman kazanımıydı. Önceleri besinleri çiğnemek ve sindirmek saatlere mal olurken bu süre kat be kat kısaldı. Artan vakit insanın gelişimine çok şey kattı.

Çiğnemek mecburiyetinin azalması neticesinde nasıl ki 20’lik dişimiz körelmiş bir organa dönüştüyse diğer dişlerin ve uzun bağırsakların da kısaldığı söyleniyor. Öyle ki evrimciler, bununla da kalmayıp bu ilave kaloriler sayesinde insan beyninin de irileştiği iddiasındalar. Engels, bunlardan biriydi ve pişmiş yiyeceklerden temin edilen enerji fazlalığının beyni büyütüp zekâyı artırdığını yazdı. Bu mesele günümüze dek tartışıldı fakat son araştırmalar iddiaları doğrulamak yerine yanlışlayan bir seyir izledi.

Ataerkillik de onunla başladı

İnsanın sosyal bir varlık oluşunda ateşin azımsanamaz bir payı var. Onu harlı tutabilmek için daha fazla sayıda insanın birlikteliği, dayanışması gerekiyordu. Akraba veya komşu aileler arasında daha sıkı ilişkileri zorunlu kılıyor, dededen toruna, güçlüden güçsüze bir hiyerarşiyi dayatıyordu. Ataerkillik de onunla başladı. Ocak başında yemek pişirmek kadına, avlanmak da erkeğe kaldı. Bu tabakalaşma, çağlar boyunca sürecek cinsiyet normlarını, rol ve statü farklılaşmasını beraberinde getirdi.

Sanat da ona çok şey borçlu. Sunduğu güvenli ortam sayesinde insanlar bir araya geliyor, onun yanı başındaki sohbetlerle dil ve edebiyatın gelişmesinin önü açılıyordu. Şiirin, masalın, destanın belki de ilk örneklerine orada tanık olundu. Onun ışığıyla ve verdiği ilhamla mağara duvarlarına ilk resimler çizildi.

Hem somut hem de soyut gizemli varlığıyla insanı büyüledi. Rüzgârla beslenen ve onunla sönen doğası insanoğluna mistik gözüktü. 2014’te açıklanan bir araştırmaya göre, ateşin çıkardığı ses, kan basıncını ciddi biçimde düşürmekteydi. Atalarımız onun çıtırtısıyla huzur bulurken manevi veçheleri belirginlik kazanmış olsa gerekti.

Pek çok ritüelin ateşle irtibatı, ezoterik öğretilerde halen daha onun önemli bir sembol oluşu anlaşılmaz değil. İran’ın ateşgâhlarından Yunan’ın Promete’sine, Kızılderililerden Pasifik adalarına her kültürde onun kutsallığına dair şiir ve efsanelerin günümüze ulaşması da.

Sigaranın atası duman

Mamafih bu tesir her zaman müspet de olmadı. Ormanları küle çevirecek kudreti elinde hissetmesi insanın kötücül yanlarını pekiştirdi. İklim değişikliği ta o zaman başladı. Pek çok ölümcül hastalık da. Kömürleşmiş besinler kanser riskini artırdı. Duman ciğerlerine hasar verip öksürttü, yakın temas sebebiyle tüberküloz hızla yayıldı ve en az 1 milyar insanın ölümüne sebebiyet verdi. Sigara içme eğilimimiz dahi kadim zamanlarda soluduğumuz dumana intibakımızın devamı.

Ateşle alâkalı her araştırma ve tefekkür, bereketli geri bildirimlerin habercisi. Hâlâ bizi kendisi hakkında düşünmeye teşvik ediyor. Odunda, kömürde, petrolde, doğal gazda, içten yanmalı motorlarda, hatta nükleer enerjide ondan aldığımız güçle uygarlığımızı devam ettirdik. En dehşetengiz işkence aleti olarak kullanılması gibi kötü hatıraları olsa da, cehennemin diğer adı olsa da, onsuz bir hayat ocağımızın sönmesi demek.

@TokgozBulentt