Soykırımın teopolitiği

Gökhan Bolat/ Yazar
31.12.2024

İsrail'in Gazze halkına uyguladığı soykırım, bir yandan yapay zekânın giderek etkinliğini artırdığı bilişim çağında tüm bilimsel imkânlardan yararlanılarak, diğer yandan da oldukça ilkel bir teolojik motivasyonla işlenen hibrit bir soykırımdır.


Soykırımın teopolitiği

Gökhan Bolat/ Yazar

Gazze'de olanlar birçok şey için bir turnusol kâğıdı, bazı gerçeklerin yüzümüze çarptığı bir test alanı oldu. En başta insanoğlunun üzerinde anlaşabileceği ve uygulayabileceği kuşatıcı bir ortak ahlakın, etik değerlerin ve felsefesini bu değerlerden alan kurallara dayalı bir sistemin olamayacağını, olsa da kolaylıkla yok edilebileceğini gösterdi. Dahası çok büyük bedellerden sonra ihdas edilmiş uluslararası kurum ve kuruluşların da ne kadar etkisiz olduğunu, kendini tüm bu kurumlardan üstünde gören devletlerin de onları kolaylıkla bypass edebileceğini, hatta daha da ileri giderek açıkça tehdit edebileceğini de görmüş olduk. Uluslararası Adalet Divanı'nın İsrail hakkındaki karar ve tavsiyelerine karşı İsrail'in ve onun destekçilerinin meydan okumaları veya başta BM olmak üzere birçok kurum ve kuruluşun günlük rutini haline gelen barış çağrılarına, muhatapları İsrail ve destekçisi ABD tarafından verilen "ölümcül" yanıtlar yalnızca insanları değil dünyanın geleceği konusundaki umutları da öldürüyor. Bazı "aykırı" sesleri bir kenara koyarsak, "Batılı değerler" kavramının değerden yoksun olup yalnızca "Batılı"dan ibaret olduğunu anlamak da bugünlere kısmet oldu.

Uluslararası sistem ve onun kurucu unsurları Gazze'de can çekişedursun, mevzunun bir de toplumsal boyutu var. Gerek Batı'da gerek Doğu'da meydanlarda, sokaklarda ve üniversitelerde genel olarak insan kitlelerini toplayan ve protesto hareketlerini motive eden şey İsrail'e yapılanlar değil İsrail'in yaptıklarıdır. Hamas'ın 7 Ekim eylemi birçok problem barındırsa da saldırıya dair birçok iddianın tartışmaya açık olması ve daha da önemlisi söz konusu eyleme verilen yanıtın aşırı orantısız ve topyekûn imhaya dönüşmesi protestoların doğru konumlandığını göstermekte. Her ne kadar bu protestolar ABD ve bazı Batı devletlerinin koruması altındaki İsrail'in katliamlarını durdurmaya yetmiyorsa da küresel vicdanın henüz ölmediğini düşünmek için bir gösterge olarak kabul edilebilir. Uluslararası Adalet Divanı'nın bazı İsrailli yetkililer hakkında çıkarmış olduğu tutuklama kararı ve birçok Batılı ülkenin bu süreçte Filistin devletini tanıyarak soykırıma direkt tepki koyması da bu anlamda oldukça önemlidir. Aynı şekilde Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) gibi uluslararası kuruluşların İsrail'in soykırım uyguladığına yönelik tespit ve değerlendirmeleri de kayda değerdir. Tüm bunlar soykırıma yönelik tutumlarda madalyonun gelecek adına umut aşılayan yönüne bakan tarafı. Ancak tekrar söylemek gerekirse, bunların küçük bir eksiği var; soykırımı durdurmaya yetmiyor. Her gün, hamile kadınlar, yeni doğan bebekler ve çocuklar dâhil onlarca insan, bombalardan veya yetersiz beslenme nedeniyle ölmeye devam ediyor. İsrail'in saldırısının ilk dört ayında öldürülen çocuk sayısı, son dört yılda dünyadaki tüm çatışmalarda öldürülen çocuk sayısından daha fazla. Aralarında sağlık çalışanları, yardım görevlileri ve gazetecilerin bulunduğu tüm ölenlerin büyük çoğunluğu sivil. Binalar, hastaneler, mabetler, 'güvenli ' olarak belirlenen kamplar aralıksız bombalanıyor. Bugün Gazze'ye atılan bomba miktarının II. Dünya Savaşı'nda atılan toplam bomba miktarından fazla olduğu söyleniyor. Bu bombalardan en az 600 adedi, 360 m uzaklıktaki insanları öldürme, 800 m mesafedeki binalara da ciddi zararlar verebilme kapasitesine sahip son derece yıkıcı 2000 lb bombalardan oluşuyordu ve bunların birçoğu hastanelerin yakınına atıldı. Nitekim Gazze'de sağlam hastane de kalmadı. Yani İsrail sadece doğrudan öldürmüyor aynı zamanda yaraladığı insanların tedaviye ulaşmalarını engelleyerek de öldürüyor. Benzer istatistiklere ve raporlara her yerde ulaşılabilir. Her gün Gazze'deki katliam ve yıkımlar hakkında sayısız analiz ve haberle karşılaşmak mümkün. Söylenmesi gereken her şey söylendi, yazılması gereken her şey yazıldı. Mevcut durum, bunların birçoğunu artık görmezden gelecek kadar sıradanlaştı. Yine de büyük bir sorun var; soykırım tüm hızıyla devam ediyor...

İsrail'in motivasyonu nedir?

Yukarıdaki tablonun rasyonel gerekçelerle izah edilemeyeceği açıktır. Peki oldukça "irrasyonel" olan bu katliam politikasının hız kesmeden devam ettirilmesini sağlayan motivasyon nedir? Bebeklerin kafalarının kesilmesi gibi çarpıcı detaylar eklenerek efsaneleştirilmiş olan Hamas'ın 7 Ekim saldırısı tüm bunların yapılmasına bir gerekçe sunuyor mu? Tüm Batı'nın koro halinde tekrarladığı ve İsrail'in de açık çek olarak kullandığı 'kendini savunma hakkı' tüm bu olanları açıklamaya yetiyor mu? 15 binden fazla çocuk öldürmenin veya yerleşim yerlerinde tek bir sağlam bina dahi bırakmadan her şeyle birlikte tüm kültürel mirası yok etmenin kendini savunmayla veya 'İsrail'in güvenliği' ile ne ilgisi olabilir? İsrail'in Gazze'den Lübnan'a, Yemen'den Suriye'ye uzanan katliamlarına bunların ikna edici bir gerekçe oluşturmadığı çok açık. İsrail'in eylemlerine teknik olarak imkân sağlayan olanak, ABD ve bazı Batılı ülkelerin İsrail'i koşulsuz şartsız desteklemesidir. Ancak bu durum İsrail'in eylemlerinin gerekçesi değildir. Peki, İsrail bu soykırım hangi motivasyonla devam ettirmektedir?

Kuşkusuz yukarıdaki sorunun tek bir cevabının olduğunu ve bu cevabın her şeyi açıklayacağını söylemek mümkün değildir. Yolsuzluk davalarıyla mücadele eden Netanyahu'nun bunu örtbas etmek için savaşı sürdürdüğü gibi oldukça kişisel açıklamalardan, tüm dünyayı ilgilendiren küresel amaçların zikredildiği mega anlatılara kadar geniş bir spektrumda meseleyi ele alanlar var. Öne sürülen popüler görüşlerden biri de teolojik bir okumaya dayalı, İsrail'in "vaat edilmiş topraklar" idealine ulaşma isteğine yönelik motivasyonlara sahip olduğu iddiası. İsrail'in politikalarını yalnızca bu ideal üzerinden okumak şüphesiz doğru da mümkün de değildir. Öte yandan kimilerince imkânsız bir ütopya olarak tanımlanan 'vaat edilmiş topraklar' idealine sıkı sıkıya bağlı olan fanatik Yahudilerin varlığı da inkâr edilemez. Ek olarak, oldukça irrasyonel olan İsrail'in mevcut politikasını yalnızca rasyonel çerçevede açıklamaya çalışmak da beyhude bir çaba gibi görünmektedir. Bu itibarla komplo teorilerinin tuzağına düşmeden meselenin teolojik yönlerinin altını –tekrar- çizmek önem taşımaktadır.

"Vaat edilmiş topraklar" idealinin gerçekleşme imkânı ile ilgili tartışmalara girmeden, İsrail'in politikalarında teolojik bir damar olduğunu ve bunun oldukça belirgin ve belirleyici olduğunu iddia etmek pekâlâ mümkündür. Nitekim elimizdeki veriler buna imkân tanımaktadır. Bu meseleyi izah etmek için de anahtar kavram kanaatimizce "teopolitik" kavramıdır. "Vaat edilmiş topraklar" ideali bunun yalnızca mütemmim bir cüzüdür. Dolayısıyla bu ideal veya ütopya hakkındaki tartışmaların meseleyi gölgelemesine izin vermeden problemi daha geniş bir çerçeveden ele almak gerekir. Öncelikle "teopolitik" kavramından ne kastettiğimizi netleştirmekte fayda var. Teopolitik, teolojik motivasyonlarla politika yapmaktır. Başka bir ifade ile politikayı yönlendiren saikler, insani değil tanrısaldır. "Tanrı" adına veya "aşkın bir güç" adına faaliyette bulunmaktır. Dolayısıyla İnsan iradesine dayalı, rasyonel aklın ve modern siyasi kuralların yönlendirmeleri ile değil, "ilahi" olduğuna inanılan otorite adına politika yapmak anlamına gelir. Bu anlamda, dinin politikanın emrine konuşlandırıldığı, yani dinin politikada meşrulaştırma aracı olarak kullanıldığı formülün tam tersi bir durum söz konusudur. Burada iki önemli husus vardır. Birincisi "fail" tanrı veya aşkın güç olduğu için insan aracı bir "nesne" konumundadır ve ona bir "sorumluluk" vermez. İkincisi ve daha önemlisi insanın iradesiz bir nesne olması onun problem çözme yeteneklerini elinden alır. Zira inisiyatif alamadığı için yetkisi de yoktur. Yapabildiği tek şey "ilahi" mesajları ve işaretleri doğru okuyup anlamaya ve uygulamaya çalışmaktır. Tüm bunlara ek olarak teopolitik bir perspektiften yorumlanan dünya, siyah-beyaz şeklinde dikotomik bir bakış açısına göre tasnif edilir. Yani söz konusu zihniyet, tüm dünyayı "biz ve onlar" şeklinde algılar ve ara tonlar yoktur. Biz "iyi"yi, onlar ise "kötü"yü temsil eder. Örneğin Netanyahu'nun sıklıkla kullandığı ve ABD'li radikallerden aşina olduğumuz "axis of evil" (kötülük/şer ekseni) ifadesi bu bakış açısının bir yansımasıdır.

İsrail'in teopoltik bir gündem takip ettiği iddiasını birbirinin devamı olan iki noktaya dayandırabiliriz. Birincisi İsrail'in kuruluş felsefesi, ikincisi mevcut politikalarda karşılaştığımız teolojik ayrıntılardır.

"Tanrının krallığı" düşüncesi

İsrail Devleti'nin kuruluşuna giden süreç, kökleri çok daha eskilerde olmakla birlikte 19. yüzyılda Avrupa'da antisemitizmin iyiden iyiye yükselmesiyle başlar. Bu yükselişe paralel olarak "Siyonizm" şeklinde kavramsallaştırılan Yahudi milliyetçiliğinin de yükselmesi İsrail devletinin kuruluşuyla sonuçlanır. Ancak Siyonim yekpare bir ideoloji değildir. Örneğin Leo Strauss onu "kültürel Siyonizm" ve "siyasal Siyonizm" şeklinde iki türlü görür. Ona göre Yahudi devletinin kuruluşunda ön plana çıkan, dini öğelerin tahakkümü altındaki kültürel Siyonizmdir. Bu ise büyük bir problemdir. Kendi ifadesi ile aktaracak olursak: "...Kültürel Siyonizm'in başvurduğu miras, kültür ya da medeniyet terimleriyle, Yahudi halkının dehasının özerk bir ürünü olarak yorumlanmaya isyan etti. Bu kültür ya da medeniyetin özü Tevrat'ta yatıyordu ve Tevrat kendisini İsrail tarafından yaratılmış değil, Tanrı tarafından verilmiş olarak sunuyordu. Böylece Yahudi sorununu tamamen insani yollarla çözme girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı. İnsan tarafından bağlanmayan düğüm insan tarafından çözülemezdi." Strauss'un son cümlesindeki ifade oldukça çarpıcıdır. Zira tam da yukarıda tanımladığımız "teopolitik" kavramına karşılık gelmekte, insan iradesine herhangi bir inisiyatif hakkı tanımamaktadır. Strauss'un yaklaşımını, Yahudi teopolitiğinin önemli isimlerinden olan Martin Buber ile desteklememiz mümkündür. O, Yahudilerin devletlerini kurarken "tanrının krallığı" düşüncesinden hareket etmelerini değerlendirir ve bunun İsraillilerin psikolojisinin somut bir parçası olarak deneyimlendiğini ifade eder. Buber, Yahudilerin kendilerini "Tanrının ayrıcalıklı krallığına" tabi kılarak, doğmakta olan Yahudi halkının tahakkümsüzlüğü gerçekleştirmenin yeni bir yolunu ortaya çıkardığını öne sürer: Tüm insanlar tamamen Tanrının iradesine bağlı olduğunda, hiçbir insan yalnızca insan iradesine bağlı değildir. Sonuç olarak siyaset meşru bir "dini" ifade biçimi olarak anlaşılmış ve "teopolitik" dışında hiçbir meşru siyaset alanı kalmamıştır. Buber'in ifadeleri ayrıca Yahudiliğin seçilmişlik doktrinine ve dolayısıyla dışlayıcı doğasına işaret eder. Bu düşünce yapısı, İsrail'in hukuk tanımazlığını ve uluslararası kurumları ciddiye almamasını açıklamada yardımcı olabilir.

Yeşaya'nın kehanetleri

İsrail hükümetinin güncel politikalarına bakarak da temel iddiamızı destekleyen birçok gösterge bulabiliriz. Kuşkusuz insanların bir eylemde bulunurken nasıl bir düşünceden ve hangi motivasyonlardan hareket ettiklerini tam olarak bilmek mümkün değildir. Ancak onların eylemlerini değerlendirmek ve analiz etmek mümkündür. Bu itibarla İsrail Başbakanı Netanyahu'nun söylemlerine dikkat çekerek iddiamızı destekleyebiliriz. Herkesin gözüne çarpan ilk şey, seküler bir isim olarak bilinen Netanyahu'nın sıklıkla medyaya da yansıyan dikotomik üslubu ve teoloji vurgulu söylemleridir. Netanyahu her şeyden önce Gazze'yi işgal ederken "Yahudi Krallığı" ve vaat edilmiş toprakları işaret eden, "Yeşaya'nın kehanetlerini gerçekleştireceğiz" diyerek yola çıkmıştır. Bu ifade oldukça çarpıcıdır ve hiçbir rasyonelitesi yoktur. Ancak onun belki de en dikkat çekici ifadesi birkaç defa kullandığı ve Güney Afrika'nın İsrail aleyhine açtığı soykırım davası dosyasına da bir kanıt olarak giren "Amalek" kavramıdır. Netanyahu'nun atıfta bulunduğu, Eski Ahid'de birçok yerde geçen "Amalekliler" kavramı, Yahudi toplumunu tehdit eden varlıklar için kullanılır ve Yahudi geleneğinde kötülüğün zirvesini temsil eder. "Milattan önce 11. yüzyılın son çeyreğinde İsrail devletinin kurulması üzerine, İsrailoğulları'nı devamlı surette taciz ettikleri anlaşılan Amaleklilerin tamamen ortadan kaldırılmasına karar verilmiş ve 'erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsinin hiç ayırt edilmeksizin öldürülmesi' şeklinde verilen bu kararın, Rab Yahova'nın emri olduğuna inanılmıştır (I. Samuel, 15/3). Netanyahu'nun bu yaklaşımı Gazze'de öldürülen ve sayıları 15 bini geçen çocukların acımasızca öldürülme nedenini tamamen açıklar mı bilinmez. Ancak en azından bundan duyulacak vicdan azabını engelleyecek bir dayanak sunar. Zira uygulanan şey, "tanrının emri"dir. Amalek kavramı aynı zamanda soykırımlardan klasik olarak gözlemlenen muhatabını "insandışılaştırma" eyleminin de teoloji kaynaklı aracı olarak kullanılmaktadır. Filistinliler Netanyahu ve ekibinin gözünde insan değildir. Dolayısıyla onlara karşı yapılan herhangi bir eylemin ahlaki, vicdani veya hukuki sonucunun olamayacağını düşünürler. Hatta insan olmayan "yaratık"larla mücadele ettikleri için gurur duyması da muhtemeldir. Gazze'de herhangi bir şekilde "savaş koşulları" olarak adlandırılabilecek bir durumun olmadığını, yalnızca 363 kilometrekarelik Gazze şeridine sıkıştırılmış insanlara durmaksızın bomba yağdırıldığını hatırlatmakta fayda var. Yani öldürülen çocuklar için hiçbir bahane veya rasyonel gerekçe yoktur.

Güncel örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bilhassa İsrail hükümet kabinesindeki bazı isimlerin, (Örneğin İtamar Ben-Gvir) birtakım sivil örgütlerin ve din adamlarının yaklaşımları oldukça belirgin bir şekilde teolojik zeminden ilham aldıklarını göstermektedir. (TRT tarafından yapılan "Holy Redemption" belgeseli bu konuda eşsiz bir veri sunar.) İsrail'in ABD'den aldığı koşulsuz desteğin de bu perspektiften değerlendirilmesi mümkündür. Kuşkusuz buradaki iddiamız İsrail'in politikalarını tamamen açıklamaz. Ancak devam eden soykırım politikasının hiçbir rasyonel açıklamaya imkân tanımaması ama izah edilme ihtiyacının olması bizleri bu yöne bakmaya sevk etmektedir. Sonuç olarak uygulanan soykırım tamamen teolojik çerçevede olmasa da onun teolojiden beslendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Yani burada uygulanan politika rasyonel bir politika değil, bir teopolitikadır. Yazının başında zikrettiğimiz "vaat edilmiş topraklar" idealinin imkânı/imkansızlığı veya hakkındaki spekülasyonlar ise sözünü ettiğimiz teopolitikanın olmadığı anlamına gelmeyeceği gibi onun bir parçası olarak anlaşılmalıdır. Bu soykırım, bir yandan yapay zekânın giderek etkinliğini artırdığı bilişim çağında tüm bilimsel imkânlardan yararlanılarak diğer yandan da oldukça ilkel bir teolojik motivasyonla işlenen hibrit bir soykırımdır.