Baas rejimi, kendi varlığını sürdürebilmek için üç temel mekanizma üzerinden bir baskı düzeni inşa etti: İstihbarat ağı, hapishaneler ve ordu. Bu sacayağı, halkı sindirmek ve korku düzenini yaymak için sistematik bir şekilde kullanıldı. Bu sistem, bireylerin birbiriyle olan bağlarını koparmayı ve toplumun kolektif dayanışma gücünü yok etmeyi amaçladı. Şimdi, bu bağların yeniden inşası ve toplumsal dokunun onarılması hayati öneme sahip.
Dr. Muhammed Ersin Toy/ Yazar
"1916 yılında emperyalistlerin cetvelle çizdiği yapay sınırlar ve inşa ettiği baskıcı kurumlar, Suriye halkını tam bir asır boyunca bölüp kimliksizleştirdi. Sayısız zulmün pençesine düşen bu halk, 13 yıl boyunca vatanından ayrı kalmanın derin acısını yüreğinde taşıdı. 61 yıl boyunca halkın umutlarını boğan, hayatlarını karartan ve hayallerini mezara gömen Baas rejimi, sonunda halkın direnişi ve adalet arayışı karşısında diz çökmek zorunda kaldı. Baas rejiminin zulmünden bunalan tüm etnik ve dini gruplar mücahitlerin saflarında birleşti. 25 Kasım'da İdlib'den başlatılan kararlı yürüyüş, 8 Aralık'ta Şam'ın fethiyle zaferle sonuçlandı. 13 Aralık 2024, Şam Emevi Camii'nde kılınan cuma namazıyla hem manevi hem de tarihi bir dönüm noktası olarak tarihe geçti. Şam'ın kadim atmosferi, halkın secdelerle şükredip dualarla özgürlüğünü kutladığı sahnelere tanıklık etti. Bu an, yalnızca bir rejimin yıkılışı değil, aynı zamanda on yıllardır çekilen zulüm, acı ve gözyaşının sona erdiği bir özgürlük müjdesiydi.
Baas rejimi, on yıllarca korku ve şiddet diliyle halkı baskı altında tuttu. Baskıcı politikalarıyla toplumu susturdu, umutları yok etti ve halkı sindirerek toplumsal yapıyı paramparça etti. Adeta bir ahtapot gibi, kollarını eğitimden siyasete, ekonomiden medyaya kadar uzatarak halkın bilincini esir aldı. Ancak bu sistematik baskılar, halkın özgürlük arzusunu ve direniş ruhunu yok edemedi. Suriye halkının mücadelesi, Osmanlı'nın dağılmasının ardından emperyalist güçlerin ve Baas rejiminin zulmü altında neredeyse bir asır süren özgürlük arayışını temsil ediyor.
Esed rejimi, yalnızca bir aile diktatörlüğü değil, aynı zamanda bir korku imparatorluğuydu. Muhaberat ağıyla halkın her anını gözetleyen, hapishanelerde sistematik işkenceyle direnişi bastıran bu yapı, sadece fiziksel değil, psikolojik bir boyunduruk oluşturdu. Bu sistem, bireylerin birbiriyle olan bağlarını koparmayı ve toplumun kolektif dayanışma gücünü yok etmeyi amaçladı. Şimdi, bu bağların yeniden inşası ve toplumsal dokunun onarılması hayati bir öneme sahip. Esed rejiminin halkına karşı işlediği suçların sürekli hatırlatılması ve unutturulmaması gereklidir.
Baas rejimi, kendi varlığını sürdürebilmek için üç temel mekanizma üzerinden bir baskı düzeni inşa etti: İstihbarat ağı, hapishaneler ve ordu. Bu üç sacayağı, halkı sindirmek ve korku düzenini yaymak için sistematik bir şekilde kullanıldı.
Muhaberat, Baas rejiminin sıradan bir istihbarat örgütü değildi. Korkuyu ve itaati sistematik bir yönetim aracı haline getiren, baskının kurumsallaşmış biçimiydi. Bu yapı, halkın her anını kontrol altında tutmak, özgürlüğü daha düşünce aşamasında bastırmak ve toplumu sürekli bir teslimiyet halinde tutmak için tasarlandı. Muhaberat, yalnızca bedenleri değil, zihinleri de rehin aldı. Halkın üzerine örülen görünmez bir duvar, insanları yalnızlaştırdı ve korkuyu kolektif bir bilinç haline getirdi. Bu duvarın ardında komşular, iş arkadaşları ve hatta aile bireyleri bile birbirlerini ihbar etmeye mecbur bırakıldı. İhanet, bir seçim olmaktan çıktı; hayatta kalmanın bedeline dönüştü.
Her sokak köşesinde, her evde ve her sohbette rejimin nefesi hissediliyordu. Basit bir yürüyüş, sıradan bir sohbet ya da küçük bir özgürlük talebi dahi tehdit olarak algılanıyor, acımasızca bastırılıyordu. Muhaberat'ın en büyük başarısı, bireylerin kendi düşüncelerinden bile korkar hale geldiği bir düzen yaratmış olmasıydı. Toplum, korkunun tutsak ettiği bireylerin sessiz çığlıklarıyla kuşatılmıştı. Baas rejimi fiilen yıkılmış olabilir, ancak Muhaberat'ın yarattığı zihinsel hapishane halkın üzerinde hâlâ bir gölge gibi dolaşıyor. Bu yapı, yalnızca bir istihbarat ağı değil; korkunun, güvensizliğin ve ihanetin bir zihniyet olarak kök saldığı bir düzenin temsilcisidir. Devrimin karşılaştığı en büyük meydan okuma, bu zehirli mirası tamamen yok etmektir. Ancak bu, yalnızca fiziksel bir yapının sökülmesiyle mümkün değildir; toplumun zihniyetini kökten dönüştürmek gereklidir. Muhaberat'ın ruhu yenilmeden, gerçek bir özgürlük elde edilemez.
Bugün Muhaberat ajanları, devrimci grupların içine sızarak bölünmeler yaratma, liderleri hedef alma ve toplumda kaos tohumları ekme potansiyeline sahiptir. Bilgi sızdırma, yalan haber yayma ve manipülasyon gibi yöntemlerle halkın birliğini baltalamak için hâlâ aktif çabalar göstermektedirler. Muhaberat, geçmişteki baskının bir uzantısı olduğu kadar, gelecekteki özgürlük mücadelesinin de en büyük engeli olarak varlığını sürdürme riski taşımaktadır.
Baas rejiminin baskı araçlarının en korkutucu unsurlarından biri, sistematik şiddet ve işkencenin merkezi haline gelen hapishanelerdi. Bu hapishaneler, rejimin sadece fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik bir kontrol aracı olarak kullandığı, toplum üzerinde korku ve itaat kültürü oluşturan yerlerdi. Baas rejiminin baskıcı doğası, yalnızca belirli hapishanelerle sınırlı kalmamış, tüm Suriye'yi potansiyel bir hapishaneye dönüştürmüştü. Muhaberat ajanları, istedikleri kişiyi yakalayıp herhangi bir mekânı bir hapishaneye çevirebilecek yetkiye sahipti. Ancak, bu geniş kapsamlı baskının ötesinde, rejim özellikle tasarlanmış hapishanelerle toplumsal muhalefeti bastırmayı hedeflemişti. Bu hapishaneler arasında, Şam yakınlarındaki Sednaya Hapishanesi, rejimin sistematik baskı ve şiddet politikalarının sembolü olarak öne çıkıyordu. Amnesty International'ın 2017 raporuna göre, 2011-2015 yılları arasında Sednaya'da 13 binden fazla mahkûm, herhangi bir yargılama süreci olmaksızın infaz edilmiştir. Bu süre zarfında mahkûmlar, fiziksel işkencenin yanı sıra, açlık, cinsel şiddet ve kimyasal işlemlere maruz bırakılmıştır. Rejim, bu yöntemlerle yalnızca bireyleri değil, aynı zamanda tüm bir toplumu sindirmeyi ve kontrol altına almayı amaçlamıştır.
Sednaya'nın özgürleştirilmesinin ardından ortaya çıkan "Ölüm Defteri," rejimin işlediği insanlık suçlarının belgelenmesi açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu belgeler, rejimin sistematik olarak en az 30 bin kişiyi infaz ettiğini ve bu infazların organize bir yapı içinde gerçekleştirildiğini göstermektedir. "Ölüm Defteri," yalnızca rejimin baskıcı doğasını değil, aynı zamanda bu baskının toplum üzerindeki yıkıcı etkisini de gözler önüne sermektedir.
Suriye ordusu, Esad ailesi tarafından rejimin temel dayanaklarından biri haline getirilerek mezhep temelli bir yapıya dönüştürüldü. Hem Hafız Esad hem de oğlu Beşar Esad döneminde, ordu içindeki stratejik pozisyonlar ağırlıklı olarak Esad ailesinin mensubu olduğu Nusayri (Arap Alevi) azınlık subaylarıyla dolduruldu. Bu bilinçli strateji, rejime sadakat sağlamakla kalmadı; aynı zamanda Sünni çoğunluktan halkın orduyla bağlarını tamamen kopardı. Halkı koruması gereken ordu, zamanla rejimin çıkarlarını savunan bir baskı ve korku mekanizmasına dönüştü.
Ancak ordunun rolü sadece askeri alanla sınırlı kalmadı. Suriye ordusu, ekonomiyi de kontrol ederek Esad ailesinin bel kemiği haline geldi. Yüksek rütbeli ordu mensupları ve Esad ailesi, ülkedeki iletişim, emlak ve doğal kaynaklar gibi ekonomik sektörleri sıkı bir şekilde kontrol altına aldı. Bu düzen, patronaj ağları ve devlet tekelleri aracılığıyla rejimin hem ekonomik hem de siyasi gücünü pekiştirdi. Suriye'nin yer altı ve yer üstü kaynakları doğrudan Esad ailesinin mülkiyetine geçmiş durumdaydı ve bu düzenin devamını sağlayan da orduydu. Ordunun ekonomik hakimiyeti, yalnızca ülke içindeki baskıyı artırmakla kalmadı; aynı zamanda uluslararası alanda rejimin yaptırımlara karşı direnç göstermesine olanak tanıdı.
Örneğin, 2018-2019 yılları arasında Suriye Merkez Bankası, Moskova'ya yaklaşık 250 milyon dolar nakit transfer etti. Bu durum, Esad ailesinin uluslararası yaptırımların sıkılaştığı bir dönemde varlıklarını korumak için attığı adımları gösteriyordu. Mücahitler'in Esad rejimini devirmesinden sonra, Beşar Esad'ın büyük miktarda para ve altını Moskova'ya kaçırması, rejimin asıl sadakatinin yalnızca kendisine olduğunu ortaya koydu. Bu olay, rejimin çıkarlarını halktan ve ülkeden üstün tutan doğasını açıkça gözler önüne serdi.
21 Ağustos 2013'te Doğu Guta'da sarin gazıyla gerçekleştirilen saldırıda, çoğu çocuk ve kadın olmak üzere bin 400'den fazla masum insan boğularak can verdi. Bu saldırı, insanlık tarihine kara bir leke olarak kazındı.
Suriye halkı, Osmanlı'dan zorla koparıldığı günden bu yana, kimliksizleştirme ve ayrıştırma politikalarının kurbanı oldu fakat şimdi tekrar millet olma şuuruna kavuşmuştu. Bu nedenle zafer, yalnızca bir askeri başarı değildir. Aynı zamanda Suriye halkının kimliğini ve onurunu yeniden kazanmasının dönüm noktasıdır.