Derya Yanık / Hukukçu
Şiddet, kavram olarak dilimize nisbeten yeni yerleşmiş bir kelimedir. Kültürel kodlarımızda yer alan kavram esasen “zulüm”dür. Zulüm, şiddetin ifade ettiğinden çok daha kapsamlı, katmanlı anlamlara sahiptir. Şiddet anlam itibariyle, bir insanın başka bir insan ya da canlıya uyguladığı fiziksel ya da psikolojik (ama sonuç itibariyle somut etkileri olan) bir “güç”uygulamasını ifade ediyorsa da zulüm bunlardan daha fazlasıdır. Müellif Mustafa Çağırıcı tarafından yazılan TDV İslam Ansiklopedisi’nin ilgili başlığının giriş kısmında, zulmün tanımı;
“Sözlükte “bir şeyi ona ait olmayan yere koymak” anlamındaki zulüm (zulm) din, ahlâk, hukuk gibi alanlarda terim olarak “belirlenmiş sınırları çiğneme, haktan bâtıla sapma, kendi hak alanının dışına çıkıp başkasını zarara sokma, rızasını almadan birinin mülkü üzerinde tasarrufta bulunma, zorbalık”, özellikle de “güç ve otorite sahiplerinin sergilediği haksız ve adaletsiz uygulama” gibi anlamlarda kullanılır. (…) Adl / adâlet, kıst ve insaf kavramları zulmün karşıtı, cevr, bağy, tuğyân, fısk, udvân / taaddî / i‘tidâ kavramları da zulmün eş anlamlısı veya yakın anlamlısı olarak kullanılır. Zulmün kök anlamı bakımından özellikle insan ilişkilerindeki haksızlıkları ifade ettiği, bu sebeple cevre göre daha dar anlamlı olduğu belirtilirse de literatürde zulmün eş anlamlısı olarak en çok cevr geçer. Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi âyette zulüm kelimesi, 269 defa da türevleri yer alır. 200’den fazla yerde zulüm kavramı “küfür, şirk” veya “Allah’ın hükümlerini çiğneme, günah işleme”, yirmiyi aşkın âyette “beşerî ilişkilerde haksızlığa sapma” anlamında kullanılmıştır.” şeklinde yer alır. Görüldüğü üzere Kutsal Kitabımızda, zulüm, insanın hem kendisine hem başkasına maddi ve manevi anlamda haksızlık etmesinin karşılığı olarak kullanılır. Bugünkü kullanılış biçimiyle şiddetin, zulmün bir cüz’ü olduğunu söylemek kanaatimizce yanlış olmaz.
Elbette suç bireysel, ama...
Araştırmalara göre gerek dünyada gerek ülkemizde şiddet uygulayan ya da şiddete maruz kalanlar arasında, sınıfsal, ekonomik, kültürel ya da eğitim düzeyi bakımından bir farkın olmadığı görülmektedir. Sosyo kültürel düzeyi, ekonomik durumu, eğitimi ne olursa olsun, her insan şiddetin mağduru olabileceği gibi şiddet uygulayan da olabilir. Nitekim ülkemizde kamuoyuna ve yargı makamlarına yansıyan örneklerin çeşitliliği bu gerçeği somut olarak da teyid etmektedir. Hal böyle olduğu için şiddetle mücadele de, toplumun tüm kesimlerinin katıldığı, “insanı ihya” şuuruyla yol alınacak bir ameliyedir. Ve fakat özellikle son yıllarda ülkemizde kendini “aydın, ilerici ve çağdaş” diye tesmiye eden kesimlerde, şiddet failinin aynı gruptan olması halinde derin bir suskunluk, yok sayma, göz ardı etme, artık saklanamaz boyutta ise fail üzerinden suçu bireyselleştirerek ademe mahkum etme tutumuna tanık olmaktayız. Elbette suç bireyseldir.
Ne var ki, bu kesimlerin şiddet failinin “dindar/mütedeyyin” kimliği görünür halde ise yaptıkları topyekün yargılamalara, ithamlara hatta inancın ithamına varan aşırılıklara sıkça muhatap olup maruz kalındığı için, söz konusu kendi “klan”larından bir fail olunca büründükleri sessizlik elbette eleştiriyi hak etmektedir. Bu tutum şiddetin araçsallaştırılmasıdır. Şiddet, muarızınızı itham ve ilzam etmek için kullanışlı bir aparat olarak görüldüğü takdirde, şiddeti ortaya çıkaran nedenlerle hesaplaşma, şiddet failinin oluşturduğu kamusal zararı tüm sonuçlarıyla ortadan kaldırma, bunlarla mücadele etme imkanı ya tümüyle yok olmakta ya da en iyi ihtimalle zayıflamaktadır.
Seküler şiddet
Bununsa son tahlilde, şiddete yatkın zihinleri cesaretlendirdiği, mağdurların mücadele azmini kırdığı izaha muhtaç olmayacak denli açık bir hakikattir. Bu yazıda tanım kolaylığı olması bakımından, seküler şiddet ifadesini kullanacağız. Yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız üzere, seküler şiddetin iki yüzü var. Birincisi, ideolojik olarak kendilerine yakın insanların işlediği suçlara karşı mümkünse hiç tepki vermemek, duyulmamasına gayret etmek; tepki vermek zorunda kalınırsa muhatabı belli olmayan, failin ismini dahi geçirmemeye özen göstererek harcı alem bir cümle kurmak… Bu tarz tepki cümlelerini daha ilk sözcükten tanımak mümkündür: “Şiddet kimden gelirse gelsin …”
İkinci biçimi ise, şiddet faili ideolojik olarak kendilerinden farklı yerde duruyorsa bunu olabildiği ölçüde abartılı biçimde duyurmak ve failin ait olduğu fikri, inancı, bu inancın bağlılarını bir bütün halinde itham etmek! Buradaki “inanç”ın İslam olduğunu ayrıca belirtmeye gerek var mı bilmem? Seküler şiddet, Müslüman kimliğini izhar eden bir kişinin suçundan dolayı tüm Müslümanların suçlu olduğunu kabul eder ve hepimizden – Müslümanlar olarak – nedamet getirmemizi bekler. İnançlı insanların bir küll’ halinde itham edildiği vaka örneklerini saymaya kalksak bu yazının sınırlarını epey aşar. Ancak seküler şiddetin sessizliğini uzak ve yakın dört olayı hatırlatarak örneklendirmeye çalışacağız.
1. Basın-yayın dünyasının yakından tanıdığı S.N.’nin popülaritesinin doruklarında olduğu 2008 yılında, o tarihte evli olduğu ve üç çocuğunun annesi olan eşinin başına kendi dışkısını boşalttığı ortaya çıkmıştı. İnsan onuruna son derece aykırı bu eylem ortaya bir şekilde sonradan çıkmış, bir iki gazete haberini müteakip, S.N., itibarına kaldığı yerden devam etmişti. Bizim bu hatırlatmadaki muradımız, malum tatsız konuyu tekrar gündeme getirerek, mağdur kadını ve artık birer yetişkin olan çocuklarını utandırmak değil –kaldı ki onların utanmasını gerektirir bir husus yok-, en azından sosyal dışlamayla karşılaşması gereken bir şiddet uygulayıcısının hiçbir tepki görmemiş olmasına dikkat çekmektir.
Cezasını çekmemiş fail
2. Olay 2018 yılının sonlarına doğru basında yer aldı. Medya patronu, İstanbul sosyetesinin tanınmış isimlerinden F.O., öz kızına 7 yaşından 15 yaşına kadar cinsel istismarda bulunmuştu ve yargılamanın sonunda 18 yıl 9 ay hapis cezası almıştı. Kamuoyunun olaydan karar aşamasında haberi oldu. Birkaç gazete haberi dışında basında yer almamıştı. Daha fenası, sanık ceza alacağını fark edince karar duruşmasından kısa süre önce yurt dışına kaçmıştı. Suç işlemiş, suçu sabit olmuş ama karar duruşması öncesi yurt dışına kaçtığı için cezasını da henüz çekmemiş bir fail var karşımızda… Basında bu olayın yer almasını daha çok, failin yakınlarının mağduriyeti, hikayesi üzerinden okuduk. Gazeteci, yazar, kanaat önderi ya da siyasetçi hiç kimse F.O.’nun çirkin eyleminden dolayı bir bütün olarak ait olduğu camiayı –tabii olarak- suçlamadı. Gündemde tutulması için özel çaba gösterilmedi, sosyal medya ortamında neredeyse hiç konu edilmedi. Sanığın İspanya’daki lüks yaşamını sosyal medya portallarından takip etmek mümkün ama…
3. Bu bölümde çok yakın geçmişte yaşanan iki örnek olayı bir arada anlatacağız. Zira her ikisi de henüz çok yeni ve izleri de etkileri de yerli yerinde duruyor. İki olayın failleri de HDP milletvekilleri… ilk haber HDP Muş Milletvekili Mensur Işık hakkında yer aldı sosyal medyada. Mensur Işık, eşine şiddet uygulamış, evden kovmuş, tehdit etmişti. Eşi karakola giderek şikayetçi olmuş ve uğradığı şiddetin detaylarını ayrıntılarıyla anlatmıştı. Mensur Işık suçu kabullenmek yerine, kadına yönelik şiddet vakalarını takip edenlerin çok iyi bildiği klişe bir savunmaya başvurdu, karısını dövmediğini, onun “kapıya çarptığını” iddia etti. “Kapıya çarpmak” ve “düşmek” fiziksel şiddet vakalarında anahtar sözcüklerdir. İlgilileri görünce tanır. İlgililerinin görüce tanıdığı bir şey daha vardır: mağdur, ikinci ifadesinde failin savunmalarını tekrar eder. Bu durumla karşılaşıldığında da artık tehdidin de eklendiğinden emin olabilirsiniz. Mensur Işık’ın eşine şiddet dosyasında da bu sıralama değişmedi.
Üzeri örtülmek istendi
24 Haziran 2018 tarihinde yapılan genel seçimler öncesinde, HDP Mardin Milletvekili Tuma Çelik’in –yazının yazıldığı tarihte partisinden istifa etmiştir- seçim çalışmalarına katılan partilisi ve seçmeni D.K., Tuma Çelik tarafından tecavüze uğramış ve olayın akabinde HDP yetkilileriyle ve partinin kadın milletvekilleriyle görüşmüştür. HDP yetkilileri ve kadın milletvekilleri olayı tümüyle kapatmak istemişler ve mağdur D.K.’yı sessiz kalması için ikna etmeye çalışmışlardır. Aradan geçen iki yılda soruşturma dosyasında mesafe alınmış ve fail Tuma Çelik’in dokunulmazlığının kaldırılması için TBMM’ye fezleke yazılmıştır. Olay tam da bu aşamada basına yansıdı. Olay tarihinin üzerinden iki yıldan fazla zaman geçtikten sonra kamuoyunun haberdar olduğu konudan HDP yetkilileri başından beri haberdardırlar ancak hiçbir şey yapmamışlardır.
Peki bu vakalar basına yansıdıktan sonra ne oldu?
Seküler şiddet devreye girdi. Kendisini HDP ile yan yana hizalayan tüm çevreler –kişi ya da kurumlar- derin bir sessizliğe büründüler. Havada uçan kuşlar çarpışsa, birini kınayan duyarlık abidesi (?) kimi şahıs ve kurumların ağzından tek kelime çıkmadı. Kınama duyulmadı, itham duyulmadı. Hatta kimilerinin “gönüllü birliktelik, mağdurun rızası vardı” cılız savunmalarını dahi duyduk. Şimdi soralım: şiddet kaç türlüdür, zalim kim?