Yetişkin, konuşmadan önce düşünendir. Sözünü, başkalarının duygularını hesaba katarak şekillendirendir. Ama bugünün dijital bireyi, “çocuk-özne”dir; anlık reaksiyonlarıyla tanınmak ister. Yetişkin olmanın estetik tarafı, duyguya biçim verme sanatıdır. Bu sanatın yokluğunda ise geriye yalnızca dağınık, bağlamsız, kontrolsüz bir duygular ve anlık dürtülerle üretilen eylemler kalır.
Rabia Yavuz/ Uzman Klinik Psikolog
Duyguların yoğun hissedildiği ve dahi artırılmış yoğunluklarla gösterildiği bir dönemde duygularla ne yapıldığı sadece tek tek bireyleri değil kitleleri de etkileme gücüne sahiptir. Duygularımız, insan varoluşunun en temel bileşenlerinden biridir; fakat onları nasıl yönettiğimiz, hayatımızın kalitesini belirleyen esas unsurdur. Alain de Botton, felsefi yaklaşımlarında insan psikolojisini ve toplumsal etkileşimleri anlamlandırmaya çalışırken, duyguların bilgelikle harmanlanmasının hayati bir mesele olduğunu vurgular. Ona göre, bilgelik, insanın içgüdüsel tepkilerini olduğu gibi dışa vurmasından ziyade, onları süzgeçten geçirerek uygun bir bağlamda ifade etmesiyle mümkündür. Bu bakış açısıyla dürtüsellik ile düşünceli davranış arasındaki farkı anlamaya çalışmak, bireysel gelişim ve toplumsal uyum açısından büyük önem taşır.
Duygularla ne yaptığımız önemlidir zira ilgilenilmeyen ve bilgelikle işlenmeyen her duygu, yalnızca daha şiddetli bir şekilde çoğu zaman da yanına şiddeti alarak geri döner. Alain de Botton'un altını çizdiği gibi, modern birey bugün duygusal zekâdan yana yoksunluk yaşamaktadır. Bunun nedeni yalnızca eğitimin bu alanda yetersiz kalması değil, aynı zamanda toplum olarak duygulara karşı sistematik bir kayıtsızlık geliştirmiş olmasından kaynaklanır. Yeni medya ise bireyi bir veri makinesine dönüştürürken, neoliberal kapitalist tüketiminin politikaları duyguları manipülasyon amacıyla kullanır. Toplumsal yapılarda duygular da yok sayıldıkça aklın duyguları nasıl taşıyacağına dair hiçbir rehberlik bulunmaz. Bu yoksunlukların yanına bir de dezenformasyon eklendiğinde işler daha da sarpa sarmaktadır.
Dürtüsellik: Saydamlık Rejiminin Yeni Normali
Byung-Chul Han'ın kavramlaştırdığı şekliyle "şeffaflık toplumu", her şeyin görünür, erişilebilir ve hesaplanabilir olmasını talep eder. Bu şeffaflık arzusu, bireyi dürtüsel hale getirir. Duygular, süzgeçten geçirilmeden ifşa edilir. Sosyal medya çağında birey, içinden geçen her şeyi paylaşma hakkına sahip olduğunu düşünür. Fakat bu hak, aslında bir denetim biçimidir. Dürtüsellik, özgürlük değil, denetimin yeni biçimidir. Her paylaşım, her tepki, sistemin veri tabanına yeni bir katkı sağlamaktadır. Yeni medya araçları için modern birey hak ve özgürlüklerin temsilcisi değildir. Veri bankalarının üreticisidirler.
Bu bağlamda dürtüsellik, yalnızca duygusal zekânın eksikliği değil, aynı zamanda neoliberal iktidarın da yeni normudur. Botton'ın vurguladığı gibi, gerçek cesaret, düşünmeden konuşmakta değil, ne zaman susacağını bilmektedir. Ama şeffaflık rejimi, suskunluğu patoloji olarak tanımlar; oysa suskunluk, düşüncenin başlayabileceği yegâne yerdir.
İletişimin Krizi ve Dilin Çöküşü
Günümüzde dilin anlam yükü boşalmıştır. İletişim, anlam taşımak yerine yalnızca veri aktarmaya indirgenmiştir. Nezaket, kibarlık ya da düşüncelilik gibi erdemler, zaman kaybı olarak değerlendirilir bu yeni dünyada. Oysa ki, Alain de Botton'un da belirttiği gibi, ilişkilerin özü iletişimdir ve iletişim yalnızca kelimelerin dizilimi değil, aynı zamanda onların bağlamı ve zamanlaması ile anlam kazanır.
Dürtüsellik, bu çağın yeni normudur. Doğrudanlık yüceltilir; filtresiz olmak özgünlük sanılır. Oysa bu, yalnızca düşünce tembelliğinin başka bir biçimidir. Byung-Chul Han'ın "Enfokrasi Dijitalleşme ve Demokrasinin Krizi"nde betimlediği gibi, modern birey artık düşünmeyi değil, yalnızca tepkisel olmayı öğrenmiştir. Bu tepkisellik, iletişimi bir yüzleşmeden ziyade, bir boşaltıma dönüştürür.
Adaletin Psikopolitik Boyutu
Adalet, yalnızca hukukun değil, ruhun da bir ilkesidir. Ancak günümüzde adalet duygusu sıklıkla öfke, nefret ve intikamla karışmaktadır. Birey, haksızlığa uğradığında adalet değil, misilleme arar. Adalet siz haksızlığa uğramadığınız zamanlarda gündeminizde olmayıp sadece sizin haklarınızla sınırlı ise evrensel ve etik düzlemde bir adalet anlayışından söz edilemez. Bu çifte standart adaleti anlamından soyar ve dürtüselliğin etkisiyle misillemeye indirger. Bu noktada adalet, bir duygunun değil, bir düşüncenin ürünü olmalıdır. Botton'un işaret ettiği gibi, adalet duygusu, duygularımızın bulanıklığında kalmadan, o duygularla çalışmakta ustalaşarak karar verebilmeyi de gerektirir. Ancak modern insan, bu farkındalığa ulaşabilecek duygusal ve zihinsel donanımdan yoksundur. Zira sürekli doğru olmayan verilerle tetiklenen duyguların manipülasyonu altındadır.
Han'ın "Psikopolitika" kavramıyla ifade ettiği gibi, bireyin duyguları artık dışsal iktidar mekanizmalarıyla değil, dışarıdan alarak kendi içselleştirdiği normlarla bastırılır. Dolayısıyla adalet de içselleştirilmiş bir denetim nesnesine dönüşür. Gerçek adalet, bireyin hem kendisine hem de diğerine adil olabilmesinden geçer. Ama içsel denetim mekanizmaları, bireyin kendi acısını bile anlamlandırmasına engel olmaktadır sürekli gelen veri akışlarıyla.
Yetişkinliğin Estetik ve Etik Ağırlığı
Yetişkinlik, artık yalnızca bir biyolojik kategori değildir; aynı zamanda estetik ve etik bir sorumluluktur. Han'a göre, birey günümüzde "çocukluk" dönemine sıkışmıştır. Oyun, haz, anlık doyum, dijital karşılık bulma... Bunlar, modern bireyin çocuklaşmasının semptomlarıdır. Alain de Botton'un yetişkinliği "duygusal olgunluk"la ilişkilendirmesi, bu bağlamda son derece yerindedir. Gerçek yetişkinlik, içgüdülerin anlık dışavurumunu değil, onların dönüştürülmesini gerektirir.
Yetişkin, konuşmadan önce düşünendir. Sözünü, başkalarının duygularını hesaba katarak şekillendirendir. Ama bugünün dijital bireyi, "çocuk-özne"dir; anlık reaksiyonlarıyla tanınmak ister. Yetişkin olmanın estetik tarafı, duyguya biçim verme sanatıdır. Bu sanatın yokluğunda ise geriye yalnızca dağınık, bağlamsız, kontrolsüz bir duygular ve anlık dürtülerle üretilen eylemler kalır.
Acının Dönüşümü ve Anlamın Yeniden İnşası
Acı, Han'ın düşünce sisteminde merkezi bir rol oynar. Modern toplum, acıyı üretimden alıkoyan bir sapma olarak görür. Oysa acı, anlamın ön koşuludur. Duygusal acıyı bastırmak, yalnızca onu daha derine gömmektir. Alain de Botton'un terapötik felsefesi burada Han'ın düşünceleriyle kesişir: Acıyı bastırmak değil, onu bilgelikle dönüştürmek gerekir.
Terapiler, sanat, felsefe, edebiyat... Bunlar yalnızca "iyileştirme" araçları değil, aynı zamanda anlam inşa etme araçlarıdır. Acıyı ifade etmek, onu başkalarına zarar vermeden dışa vurmak, bireyin hem kendine hem de topluma karşı sorumluluğudur. Duygularını tanımayan bir insan, onları yönetemez; yönetemediği duygular ise sonunda başkalarını da içine çeker.
Sonuç: Bilgelik, Duygunun Biçim Almış Halidir
Bilgelik bağlamında Alain de Botton'un bakış açısıyla Byung-Chul Han'ın felsefi evreni arasında ince bir köprü kurmak mümkündür. Zira her iki düşünür de modern bireyin iç dünyasına dair derin bir sorgulama yürütür. Duyguların filtresizce ifşa edildiği bir çağda, bilgelik, duygunun biçime kavuştuğu andır. Bilgelik, yalnızca ne hissedildiğini bilmek değil, o hissin nasıl ifade edileceğini de bilmek ve ona göre eylem üretmektir.
Bugünün toplumunda eksik olan şey, duygunun estetikle ve etikle buluşmasıdır. Duygular, içgörüye dönüşmeden ifşa edilmekte; içgörü ise bilgelikten uzak bir biçimde araçsallaşmaktadır. Oysa gerçek bir dönüşüm için duyguların akışkanlığı ya da bulanıklığı değil, form kazanmaları gerekir. Bu form ise düşünce, sanat ve etiğin sessizlikte yoğrulduğu emek isteyen sorgulamalarla mümkündür.