Divan şiirinde hikemi tarzın kurucusu ve en büyük temsilcisi olan ve dönemindeki şairlerin kendisine Şeyhü'ş-şuarâ unvanını verdikleri Nâbî, hayatının 23 yılını Halep'te geçirmiş, bugün onu ölümsüz kılan birçok eserini buradayken kaleme almıştı.
Prof. Dr. Mustafa Öztürk / Mardin Artuklu Üniversitesi
15 Mart 2011'de Suriye'nin Dera şehrinde bir grup öğrencinin okul duvarına, Beşşar Esed'e hitâben, "Ey doktor, şimdi sıra sende!" sloganını yazmasının ardından gelişen olaylarda, Suriye halkı ayaklanmış, o günden bugüne geçen süreçte ülke, kanlı bir iç savaşın pençesine düşmüştü. Yaklaşık 14 yıldır devam eden Suriye iç savaşından ülkemizin de etkilenmesi kaçınılmazdı. Kısa bir süre önce muhalif grupların taarruza geçerek Baas rejimini devirmesinin ardından Türkiye'nin yeni Suriye'deki rolü daha çok konuşulmaya başlandı. Bölgede ortaya çıkan son tabloda Türkiye'nin sahada belirleyici bir rol oynaması kimi çevrelerce kuşkuyla karşılanmaya ve eleştirilmeye devam etmektedir. Oysa söz konusu çevreler, güncel sosyal ve politik gerekçeler bir yana bırakılsa bile, Osmanlı bakiyesi olan bu topraklarda Osmanlının asırlar boyunca tarihî ve kültürel bir miras inşâettiğini ve bu yönüyle o topraklara sinen Osmanlı mührünün hâlâ silinmemiş olduğunu göz ardı etmektedirler. Osmanlı bakiyesi bu topraklarda izleri hâlâ tazeliğini koruyan sayısız anekdottan birisi de Divan edebiyatının en önemli birkaç ismi arasında gösterilen Nâbî'nin, hayatının 23 yılını Halep'te geçirmiş olması ve bugün onu ölümsüz kılan birçok eserini buradayken kaleme almış olması.
Urfa'dan Payitaht'ta uzanan bir öykü
Tam adıyla Yusuf Nâbî 1642'de Urfa'da dünyaya gelir. Gençlik yıllarında İstanbul'a gittikten sonra kabiliyetinin yardımıyla Musahib Mustafa Paşa'nın himâyesine girerek onun divan kâtibi olur. Nâbî, Lehistan seferine de Mustafa Paşa ile beraber katılır. Kemaniçe'nin fethine iki tarih manzumesi düşer. Bu manzumelerden biri kalenin kitabesine kazınır. Bu yıllar, şairin hayatının en parlak dönemidir. IV. Mehmed'in yakın çevresine dâhil olan Nâbî, Padişahın 1675'te şehzâdeleri için düzenlenen ihtişamlı sünnet şenliklerine katılır ve bu şenlikleri Sûrnâme adlı eserinde âdeta bir belge niteliğinde tasvir eder.
Hacca gitmek üzere memleketi Urfa yoluyla Medîne'ye varan Nâbî, "Sakın terk-i edebden, kûy-ı mahbûb-ı Hüdâ'dırbu / Nazargâh-ı İlâhîdir, makam-ı Mustafâdır bu" beytiyle başlayan ünlü gazelini bu sırada kaleme alır. Hac dönüşü kaleme aldığı Tuhfetü'l-Haremeyn bu seyahatin ürünüdür. Mustafa Paşa, bir süre sonra kaptan-ı deryâlık göreviyle saraydan uzaklaştırılarak Boğazhisar'a gönderilir. Tabii Nabî'yi de yanında götürür. Mustafa Paşa bu görevdeyken vefat edince Nâbî, İstanbul'a döner. İstanbul'da arzu ettiği o eski ortamı bulamayınca da hayatının bundan sonraki 23 yılını geçireceği Halep'in yolunu tutar.
Halep'te geçen bir ömür
Tarih boyunca kervanların çok sık uğradığı bir ticaret merkezi olan Halep, bu sayede epey zenginleşmiş, önemli bir kültür ve medeniyet şehri olmuştur. Yavuz Sultan Selim tarafından 1516'da fethedildikten sonra Osmanlı hâkimiyetinde geçen dönem, Haleb'in altın çağıdır. Hatta Osmanlının başlıca kültür, sanat ve ticaret merkezleri sayılırken İstanbul, Bursa, Edirne, Kâhire ve Şâm'ın arasına Halep de dâhil edilir.
Velinimeti ve hâmisi Mustafa Paşa'nın vefatından sonra İstanbul'da tutunamayan Nâbî'nin, inziva için bile olsa, memleketi olan Urfa'yı değil de Haleb'i seçme nedeni tam olarak anlaşılmamıştır. Fakat o, yakın bir dostuna gönderdiği bir mektubun satır aralarında vatanı olan Urfa'nın istirahate uygun olmadığı için Haleb'i tercih ettiğini söyler.
Nâbî'nin Halep yılları (1687-1710), birçok anlamda devletin en kaotik yıllarıdır. Halep'te münzevi bir hayat sürmesine rağmen, sıkıntılı günlerden geçen İmparatorluğun içinde bulunduğu duruma sessiz kalmamış, olup bitenleri kendi penceresinden değerlendirmiştir. Yaşlı Osmanlı Çınarı'nın yaşaması için çareler düşünmüş, onları sanatının konusu yapmıştır.
Siyasi manzaranın aksine Nâbî'nin Halep dönemi, sanatının en olgun ve en verimli yıllarıdır. Devletin sağladığı cüzî maddi imkânlarla hayata tutunan şairin Halep dönemi, onun hem şahsi hem de edebî hayatı açısından verimli geçmiştir. Halep'te evlenen Nâbî'nin oğulları Ebülhayr ve Mehmed Emin burada doğar. Divan ve yüksek mevkilerdeki dostlarına gönderdiği mektuplarından oluşan Münşeât'ının büyük bir kısmı ile Hayriyye ve Hayrâbâd adlı eserleri Halep yıllarının mahsulüdür.
Nâbî'nin mektuplarında Halep
Nâbî, mektuplarında Halep'ten bahsederken Haleb-i Şehbâ tamlamasını sık kullanır. Şehrin kadîm bir ismi olan şehbâ, kırçıl veya akşamın alacakaranlığı anlamına gelir. Şairin Halep'te geçirdiği dönemde genel olarak mesut ve muteber bir hayat yaşadığını söylemek gerekir. Nitekim birçok yerde Halep'ten güzel sözlerle bahsettiği görülür. Dönemin şeyhülislâmına gönderdiği bir mektubunda şehirden bahsederken Halep'in cennetten bir numûne olduğunu söyler. Mustafa Paşa'nın eşi Hatice Sultan'a yazdığı mektupta ise Halep'ten "itibarlı bir diyar" şeklinde söz eder. Sadrazam Şehid Ali Paşa'ya yazdığı satırlarda da Halep için "mukaddes arazi" ve "mübârek mekânlar" ifâdelerine yer verir.
Bir yandan Anadolu'yu Suriye'ye bağlayan güzergâh, diğer yandan Baharat Yolu üzerinde bulunması, Halep'in tarih boyunca hareketli bir ticaret merkezi olmasını sağlamıştır.Han, hamam ve kervansaray gibi konforlu mekânların yanı sıra koruma sağlanması da ticaret kervanlarının şehre rağbetini artırmaktaydı. Nâbî'nin, Şâm kadısı İbrahim Efendi'ye gönderdiği bir mektubunda Haleb'in büyük bir ticaret şehri olduğundan bahsetmesi bu durumu teyit eder. Aynı mektupta Halep'in âlemdeki en meşhur ve en gönül çelici şehirlerden olduğunu söylemesi de dikkat çekicidir.
Refia adlı bir dostuna gönderdiği mektupta, Halep ile başkent İstanbul arasında sık sık gidip gelen ticaret kervanları olduğunu anlatır. Refia'ya Halep'i anlatırken, şükürler olsun ki İstanbul'dan buraya gidip gelen kervanların hiç eksik olmadığı bir beldeye geleceksiniz, demesi bu gerçeği ortaya koyar. Nâbî'nin diğer mektuplarından Şam, Diyarbekir ve Erzurum gibi imparatorluğun pek çok bölgesinden Haleb'e sık sık kervanların uğradığı bilgisine yer verilir. Halep, yalnız ticaret kervanları değil, Hac kervânlarının da uğradığı bir şehirdir. İstanbul ve Anadolu'dan gelen Hac kafileleri Halep'te konakladıktan sonra yollarına devam ederlerdi.
Nâbî, mektuplarında Halep'in o dönemdeki asayiş durumuyla ilgili bazı bilgiler de verir. Şehid Ali Paşa'ya gönderdiği bir mektubunda, bir süre önce Halep'te hüküm süren asayiş bozuklukları ve İbrahim Paşa'nın bu konudaki başarısından bahseder. Buna göre, 15-20 seneden beri Halep ve çevresinde ortaya çıkan dörder beşer kişilik küçük eşkıya ve hırsız grupları halkı canından bezdirmiştir. Bunların melanetlerinden usanan halk, yaptıkları kötülükleri ispatlayıp, onları valilere teslim edip kurtulmayı ümit etmişlerdi. Fakat kimi valiler acizliklerinden, kimileri de tamahkârlıklarından bu kötü kişilere ilişmemişlerdir. İbrahim Paşa vali olduktan sonra, Halep halkı bu hırsız ve eşkıya gürûhundan derin bir nefes almış, halk bu hizmetinden dolayı bin bir dil ile İbrahim Paşa'ya dua eder olmuştur.
Nâbî, Halep'i âdetâ bir savaş alanına çeviren vebâ salgınından bahseder. Nâbî'nin bahsettiği ve birçok insanın ölümüne neden olan böyle ağır bir salgının ilgili kaynaklarda geçmemesi ise enteresan bir durumdur. Nâbî mektubunda şunları kaydeder:
Bu sene Allah'ın emriyle Halep, veba ordusunun savaş alanına döndü. Hayat ağacımızın meyveleri olan bazı hizmetkârlarımız ile bazı dostlarımızı bu hastalığa feda ettiğimiz için rahatımız kalmadı. Bu yüzden şiir ile uğraşmaya fırsatımız olmadı. Allah'a şükür ki veba belası, ağustostan önce def olduğu için bir gazelcik olsun yazabildim.
Haleb'e veda zamanı
Nâbî, Halep'te yaşadığı süre zarfında gözü kulağı hep İstanbul'dadır. Mektuplaşmaları ve kaleme aldığı şiirleri sayesinde alakasını hep taze tutar. Sultan III. Ahmed, eskiden beri tanıyıp sevdiği Nâbî'ye armağanlar gönderir. Bir müşkülü olduğunda veya bir talebi olduğunda sadrazam da dâhil, devletin ileri gelen ricâline pek çok şiir ve mektup gönderir.
1710 yılında hiç beklenmedik bir gelişme yaşanır Nâbî açısından. Tarihin magazin sayfalarında adı Rus çariçesi Katerina ile dedikodulara karışan Baltacı Mehmed Paşa o sıralarda Halep valisidir. Umulmadık bir zamanda İstanbul'dan Baltacı'nın ikinci defa sadrazamlık makamına getirildiği haberi ulaşır. Apar topar İstanbul'a giden Baltacı, artık Halep'te epeyce vakit geçirmiş olan ve çok sevdiği Nâbî'yi de beraberinde götürür. Böylece şairin, 23 yıl boyunca acı tatlı hatıralar biriktirdiği Halep'e veda zamanı gelmiş, yıllar yılı gözünde tüten İstanbul'a kavuşma anı gelmiştir.
Ne var ki Nâbî, yıllardır düşlerini kurduğu ve gözünde tüten İstanbul'a kavuştuktan iki yıl sonra 1712'de ömür vadesini doldurur. Divan şiirinde hikemi tarzın kurucusu ve en büyük temsilcisi olan ve dönemindeki şairlerin kendisine Şeyhü'ş-şuarâ unvanını verdikleri Nâbî, Üsküdar'da Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilir. Ölmeden kısa süre önce söylediği ve bazılarınca kerâmet olarak kabul gören Farsça bir kıtada kendi ölümüne işaret eder. Vefatından sonra başka şairler tarafından ölümüne şu tarihler düşülür:
Zelîhâ-yı cihândan çekti dâmen Yûsuf-ı Nâbî,
Gitti Nâbî Efendi cennete dek