Üniversitede insanlar adeta ikiye ayrılmıştı: Cüzzamlılar ve cüzdanlılar. Cüzzamlılar “eski yönetim” döneminde, yani 28 Şubat'tan önce, çok sayıda başvuru arasından yarışmacı bir sınavla alınan akademisyenlerdi. Tek suçları normal yönetim döneminde alınmış olmalarıydı. Bunların çoğu yurtdışında ya da Türkiye'nin seçkin üniversitelerinde doktoralarını bitirip dönmüş idealist, pırıl pırıl genç akademisyenlerdi. Bunlara hak ettikleri kadroları da verilmediğinden çok ciddi ekonomik sıkıntı içindeydiler.
Kudret Bülbül/ Yazar
"Her an kapatılabilirim" korkusuyla sürekli yedek/stepne partilerini hazır tutan siyasal partiler gibi, ben de "her an atılabilirim" korkusuyla, yurt içinde ve dışında başladığım doktoralarımdan birini nihayet bitirip Üniversiteme dönmüştüm. Tabii ki içimde doktoramı bitirip döndüğüm için hiçbir sevinç yoktu. Çünkü daha önce dönenlerin başına gelenleri her gün üzülerek duyuyorduk. Bu nedenle rahmetli Cem Karaca gibi "dönmek döneklikse döndüm işte" diyemiyordum gururla.
Ama korkunun ecele faydası da yoktu. Biraz kendimden, biraz Türkiye'deki 28 Şubat karabasanından ve Üniversitemdeki akıl dışı uygulamalardan kaçmak için yurt içinde ve dışında geçirdiğim süreler de bittiğinden artık üniversiteme dönmek durumundaydım.
Dönmeden önce bazı kararlar almıştım. Daha önce dönenlerin anlattıklarını hiç olmamış gibi varsayacak, yöneticilerimle insan kalarak normal bir ilişki kurmaya çalışacaktım. Aksi takdirde, anlatılanlara bakılırsa normal kalabilmenin imkanı yoktu.
İlk günden çizildim
Dediğim gibi de yaptım. Rektörle, dekanla, bölüm başkanı ile görüşmek için daha ilk gün randevu istedim. Açık Öğretim mezunu olan bölüm başkanımız daha ilk günden beni çizmişti. Çizmenin ne demek olduğunu herhalde o ortamları yaşayamayanlar bilmezler. Yani akademisyenlerin fakülteye devam mecburiyetlerinin kontrol edildiği çizelge vardı. Gelmeyenler, geç gelenler hemen çizilir ve bir süre sonra kendilerine bir sarı zarf gönderilirdi. Sarı zarfın ne demek olduğunu da siz araştırın lütfen..
Böylelikle ilk gün çizerek bana Bölüm Başkanımız, koşullara hızla adapte olmam için zipli bir "hoş geldin" demiş oluyordu.
Cüzzamlılar ve cüzdanlılar
Üniversitede insanlar adeta ikiye ayrılmıştı: Cüzzamlılar ve cüzdanlılar. Cüzzamlılar "eski yönetim" döneminde, yani 28 Şubat'tan önce, çok sayıda başvuru arasından yarışmacı bir sınavla alınan akademisyenlerdi. Tek suçları normal yönetim döneminde alınmış olmalarıydı. Bunların çoğu yurtdışında ya da Türkiye'nin seçkin üniversitelerinde doktoralarını bitirip dönmüş idealist, pırıl pırıl genç akademisyenlerdi. Bunlara hak ettikleri kadroları da verilmediğinden çok ciddi ekonomik sıkıntı içindeydiler. "Çok önemli bir vasıf" olarak "yeni yönetim" döneminde üniversiteye girmiş, çok hızlı bir biçimde kadrolarını almış olan cüzdanlıların ise böyle bir sorunu yoktu. Doktor ve doçentlerin araştırma görevlisi statüsünde tutulması, araştırma görevlisi maaşlarının o yıllarda neredeyse asgari ücret düzeyinde olduğu bir ülkede çok büyük bir gelir, statü ve prestij kaybı idi.
Cüzzamlılarla konuşmak, ilişki kurmak diğerleri için çok büyük bir cesaret örneğiydi. Hakkını yemeyelim, az da olsa aralarında bu cesareti gösterebilenler vardı.
Böyle bir toplumsal, siyasal, kültürel, psikolojik, patolojik "akademik" bir ortamda, Ankara'da oturduğum için her gün üç vasıta değiştirerek Fakülteye gidip gelmeye başladım. O yıllarda Ankara'da oturmak, normal kalabilmek için çok büyük bir nimetti. Çünkü her gün yeniden ve yeniden yaşanan ve her yaşananla yeniden üretilen travmatik ortamın ağırlığı her zerremizi daha da geriyordu. Ama Ankara'da oturanlar için, dönüşte, o koca dağı aştıktan sonra, yaşananalar bir nebze de olsa geride kalıyordu. Ertesi gün tekrar girilecek de olsa, değiştirilen bu ortam insana yeni bir nefes oluyordu.
İlk günlerde ben toplu ortamlardan olabildiğince kaçıyordum. Çünkü bizim arkadaşlar, yani cüzzamlılar bir araya gelerek zaten ağır olan havayı daha da ağırlaştırıyorlardı. Bir çözüm de üretemediğimize göre zaten ağır olan havayı daha da ağırlaştırmanın kime ne faydası vardı ki..
Yine böyle bir gün Üniversiteye gelmiş, bir süre kütüphaneye uğradıktan sonra 5 kişi kalmakta olduğumuz küçük, kasvetli odamıza dönmüştüm.
Odada kurşun gibi ağır bir hava vardı. Herkes zehir soluyordu adeta.
Son derece gergin simalar ve ifadelerle;
-Bu böyle olmayacak
-Daha fazla dayanılamaz artık..
-Parya mıyız biz?.
-Mutlaka gereğini yapmalıyız..
Gibi konuşmalar yapılıyordu.
Önce anlamaya çalıştım. Anlayamayınca ne olduğunu sordum.
Oda arkadaşlarımdan biri;
-Görmedin mi olanı, dedi sert ve hırçın bir tonla.
Ben hala "yeni koşullara" adapte olamamış olmalıyım ki, görmediğimi ifade etmek için omuz silktim.
Diğeri;
-Nerede olduğumuzu belirtmek için kapıya astığımız postiti Bölüm Başkanı alıp, buruşturup, yere atıp ezmiş dedi.
Ben aslında o kağıdı görmüştüm. Ama hiçbir anlam yüklememiştim. Gülümseyerek;
-Niye öyle olsun ki, rüzgar düşürmüştür, koridordan geçen biride geçerken üzerine basmıştır dedim, umursamazlıkla.
Benim bu cevabım odadaki kurşun gibi ağır havayı daha da ağırlaştırdı, kimyasala dönüştürdü. Nükleere bile kayabilirdi neredeyse. Her biri üzerime yürürcesine tepki gösterdi, sert bakışlarıyla füze fırlattı adeta.
Onlara göre, bölüm başkanı bunu bile isteye yapmıştı. Onları aşağılamak, hakaret etmek, ezmek için nerede olduklarını belirten postiti alıp ezip yere atmıştı.
Üniversitede, fakültede olduğumuzu göstermek için sabah akşam imza attığımız yetmezmiş gibi, Bölüm Başkanı, odada olmadığımız zamanlar nerede olduğumuzu görmek için postitle kapılara yazı asma zorunluluğu getirmişti. Herkes odada olmadığı zamanlar nerede olduklarını, kütüphanede, yemekte, lavoboda vb yazmak zorundaydı. Bölüm başkanının odası uzun bir koridorun en sonundaydı. Böylelikle her odasından çıkışta ya da gelişte herkesin nerede olduklarını kontrol edebiliyordu. Bazen Bölüm başkanı odalara ani baskınlar da yapabiliyordu. Tam bir askeri denetim diyeceğim ama askerlik yaparken daha saygın ve özgürdük. Belki askerliğimi bir aylık kısa dönemli yaptığım içindi. Bilemiyorum.
Bir defasında Bölüm Başkanı'na "neden böyle davrandığını" sormuştum.
-Ben böyle davranayım diye atandım dedi.
Bilemiyorum çok mu iyi niyetliyim ama, hiçbir akademik kaygısı olmayan, kimseyle konuşmayan, konuşamayan, iletişim özürlüsü, davranışları nedeniyle, öğrencilerin bir kısmının intihara kalkıştığı böyle birine 28 Şubatçıların bile bir vazife verdiğini sanmıyorum. Durumdan vazife çıkarmak devrin modası olduğu için o da sanırım modaya uyuyordu. Darbecilerin yaptıklarına kılıf olarak sürekli ileri sürdükleri TSK iç hizmet kanununun 35. Maddesinin henüz yürürlükte olduğu yıllardı. TSK'daki bazı darbeci generallerin sürekli durumdan vazife çıkardığı bir dönemde, ülkenin akademisyenleri de herhalde durumdan analiz çıkaracak değildi:)
Bölüm başkanı, postit asma zorunluluğu getirmişti ama oda arkadaşlarımın, cüzzamlıların aslında gidebilecekleri fazla bir yerleri de yoktu. Cüzdanlıların ekonomik imkanlarına sahip değillerdi. Belki de bu nedenle oda arkadaşlarım sefer tasları ile getirdikleri öğle yemeklerini de odalarında yemekte idiler. Odalarında o kadar sürekli kalıyorlardı ki, bu uzun kalış belirli bir uzmanlık da geliştirmişti.
Her gün insan kalabilmek
Bahsettiğim uzun koridora herhangi bir kimse girdiğinde, odada, oturdukları yerden,gelenin yürüyüşünden kim olduklarını bilebiliyorlardı. Birkaç kez test ettim. Gerçekten biliyorlardı. Olağan dönemlerde asla geliştirilemeyecek, yüzde 100 başarılı sonuç üreten, ama hiçbir işe yaramayan bir uzmanlık. Odalar mapushane odalarına dönüşmüştü adeta, gündüzleri gelinen, akşamları evci çıkılan..
Ben Üniversiteme geç döndüğüm için, Cengiz Aytmatov'un "insan için en zor olanı, her gün insan kalabilmektir" bakışındaydım hala. Ama böyle ortamda, kapıya iliştirilen postit sadece kişinin nerede olduğunu betimlemiyordu. O postitler çok daha fazlasını taşıyordu. Bu baskı ortamında insanlar o postitlere kimliklerini, benliklerini, kişiliklerini iliştirmekteydiler sanki.
Değilse, postite yapılanı kendileriyle özdeşleştirmenin başka ne tür açıklaması olabilirdi?