Sezai Karakoç, dünya sürgününün uzatılmamasını diledikten tam kırk altı yıl sonra dileğine kavuştu. Rabbi onun sürgününü uzatarak bize ondan muhteşem bir oyun tahtası bıraktırdı. Bu oyunun poetik ve politik veçhelerini Türk kanonunun tarihî macerasından biliyoruz.
Dr. Celal Fedai / Şair, Yazar
İki yüz yıldır Türk şairinin işi tarifsiz zor. Her şeyden önce büyük harflerle yazılabilen bir "Türk Şiiri" vardır geçmişlerinde. Önlerinde ise adı, geçmişinde üstlendiği kaderden ötürü bütünüyle büyük harflerle yazılması gereken lâkin geçmişiyle bağı zedelendiği için ancak geleceğine atıfla tasavvur ve tahayyül edilebilen bir "TÜRKİYE". Bu geçmiş ve gelecek arasında, yaşanan zamanın hiç de mümbit olmayan atmosferinin ağırlığı şairi beklemektedir. Sözgelimi bir İngiliz şairi için böyle bir durum söz konusu değildir. Nasıl olsun ki... Güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu, "devlet idesi"ni son iki yüz yıldır kaybetmek bir yana berkitmiştir.
Ortak mücadele bilinci
Bu yüzden T. S. Eliot'un Çorak Ülke'si ile Ezra Pound'un Kantolar'ı, Sezai Karakoç'un Hızırla Kırk Saat'i ile İsmet Özel'in Of Not Being a Jew'üne karşı galebe çalar görünür. Çünkü onların poetik ve politik "oyun"larının dünya çapında bir "lig"i vardır. Karakoç ve Özel'in ise bırakın dünya çapını Türkiye'de bile yoktur. Kurulmasına imkân olmamıştır. Onlar kendi liglerini kurmak zorunda kalacaktır.
Nedir bu lig meselesi? Entelijansiyadır. Rus devrimini gerçekleştiren entelektüellerinin daha on dokuzuncu yüzyılın ortalarında sorduğu sorularla şekillendiği için Ruslarla ilişkilendirilen entelijansiya. Isaiah Berlin, Rus icadı olan bu kavramın entelektüel ile farkını, doğup geliştiği dünya açısından şöyle izah ediyor: "Entelektüeller sırf fikirlerle ilgilenen insanlardır, estetlerin eşyanın olabildiğince güzel olmalarını istemeleri gibi, entelektüeller fikirlerin olabildiğince ilginç olmasını isterler.
Entelijansiya, tarihsel olarak, belli toplumsal fikirler etrafında birleşmiş, ilerlemeye, akla inanan; gelenekselciliği reddeden; bilimsel yöntemlere, serbest eleştiriye, bireysel özgürlüğe inanan, kısacası gericiliğe, yobazlığa, Kilise'ye ve otoriter devlete karşı çıkan; her şeyden önce insan hakları ve makul bir toplumsal düzen için, birbirleriyle bir ortak davada mücadele eden savaşçı yoldaşlar olarak gören kişilerdir." (1) Türkiye için bu izah kuşkusuz pozitivist, laik bir Türkiye tasavvur ve tahayyül edenler için epeyce yerindedir. "Kilise"nin yerine "İslam"ı koymuşlardır ve yeni kurulan Türkiye'den Çarlık sonrası Rusya'sına benzer ülke çıkarmak istemişlerdir. Rus entelijansiyasının Neçayev'i, Bakunin'i, Herzen'i varsa Osmanlı pozitivistlerinin Ali Kemal'i, Beşir Fuat'ı, Tevfik Fikret'i vardır. On dokuzuncu yüzyıl Rus entelijansiyası, Berlin'in ifadesiyle Alman düşüncesinin bir eyaletiyse Osmanlı entelektüelleri de Fransız aydınlanmacılığının, laisizminin, materyalizminin bir acentesi gibi çalışır. Bu acente, yeni Türkiye'nin kurulduğu günlerde İngiltere'nin, ikinci paylaşım savaşı sonrasındaysa ABD'nin emri altında aydınlık taslayacaktır.
Karşıt entelijansiya
Ekim Devrimi sonrasında komünist Rusya'ya tâbi olanları da bunlara eklersek Türkiyeli entelektüeller, Batılı ülkelerin amiyane tabirle "bayiler toplantısı"nın gözde isimleri olmakta yarışacaklardır. Attila İlhan, Can Yücel, Cemil Meriç gibi üç beş ismin, çağrıldıkları halde gitmedikleri bu toplantılara, Murat Belge'den Orhan Pamuk'a, Tanıl Bora'ya kadar nice isim, sevgilisinden mektup almış yeniyetmeler gibi koşa koşa gitmişlerdir. Hâsılı Rus entelijansiyası, Çarlık sonrasında, komünizmi Rus İmparatorluğu kurmak için payanda olarak kullanmayı akıl edebilmişken Osmanlı'nın son dönem münevverleri ile Cumhuriyet'in laik, pozitivist aydınları sınırlarına hapsolup iğdiş edilmiş bir Türkiye'de Batılı fikirlerin acentesi olmayı kendilerine yedirmişler hatta bu hususta saflarını öyle sıklaştırmışlardır ki Hintlileri bile aşmışlardır. Bu yüzden de nicedir dünyada entelijansiyasıyla, devlet adamlarıyla var olabilen bir Rusya varken aydınlarıyla, bürokratlarıyla var olabilen bir Türkiye olamamıştır. Nasıl olabilirdi ki... Aydınlar, bürokrat ve onların yanına eklenebilecek teknokratların büyük aşkları Türkiye değil her çeşidiyle Batı olmuştur. Neredeyse iki yüz yıldır Türkiye'ye varlığını aydınları değil halkı kazandırmıştır. İşte tam da bu yüzden bugün siyasetin, edebiyatın, sanatın gözü gibi bakması gereken, küresel kapitalizme teslim olmayarak 15 Temmuz'da dimdik duran halkımız her şeyin üstündedir. O açlığa göğüs gerer ama güçsüz bir Türkiye istemez. Fakat onun karnının tokluğu ve sırtının pekliği anasının ak sütü gibi hakkıdır ve hakkı sarıp sarmalanıp en güzel armağan olarak verilmelidir. Zira Türkiye'nin, tarihin içinden gelen misyonunu lağvetmek isteyenlere karşı tabir caizse "karşıt entelijansiya"sı halkı olmuştur.
Batı acentesi bir Türkiye
Rus entelijansiyası Hıristiyanlıktan çıksa da büyük bir Rusya düşü kurarken İslam'a derece derece karşı olan Türk pozitivist, laik aydını büyük bir Türkiye düşü değil Batı'nın acentesi bir Türkiye istemiştir. Türkiye'de Batılı okumuşların düşünce "lig"i üç aşağı beş yukarı böyle şekillenmiştir. Bugün bu "lig", iki yüz yıldan beri gelen alışkanlıklarını sürdürmektedir. Daha da kötürümleşmiş olarak... Zira bugün Attila İlhan, Can Yücel gibi içlerinde gerçeği seslendiren aykırı sesler de yoktur. Türkiye'nin "pozitivist, laik ligi", Türkiye için Batılılara "iyi damat olmak" vaadini yinelemektedir. Bu vaadin izzetinefsine dokunacağını görüp de İlhan ve Yücel gibi olabilecek şairleri çıkar mı bilemem ama akademisyenler, siyaset adamları, yazarlar, romancılar, müzisyenlerden çıkabileceğine dair umudum yok. Çıksa çıksa yine şairlerdir, "bayiler toplantısı"na gitmeyecek olanlar. Hâsılı laik, pozitivist de olsa sahici bir Türk şairinin işi zordur. Attila İlhan'ın şu cümlelerinin peşini yaşanan zamanda kurabilecek olan varsa beri gelsin: "İngiliz aydını, İngiliz halkından, ancak 'derece' itibariyle 'yüksek'te durur, 'mahiyetleri' değişmez: ikisi de Batı'dadırlar, ikisi de Batılı! Türk aydını Türk halkından, mahiyet itibariyle yüksekte duruyor: O Batı'dadır, Batılı geçinir; halkı ise Doğu'da, en azından Ortadoğu'da, halk kendi tarihini ve kültürünü yaşar; aydınlar, 'sistem'in ona biçtiği, tarih ve kültürü! Üstelik bunu ayrıcalık sanıp affedilmez kopukluklarının sorumluluğunu, halkın anlayışsızlığına yükleyip dururlar. " (2) İlhan'ın tespitlerinin üzerinden geçen zaman içinde, küresel kapitalizm, İlhan'ın söz ettiği aydının başaramadığı Türk halkını Batılılaştırma işini maalesef başarmak, insanımızı başkalaşıma uğratmak üzeredir. İlhan'ın peşi sıra giden şair çıkarsa bu vakıa öncelikli meselesi olacaktır kuşkusuz.
Türkiye'de tefekkür, tahayyül dünyasını ve tabii hayatını İslâm üzere kurmuş şairin de işi zordur. Mehmet Âkif, Necip Fazıl için sarf edilen "gerici" kelimeleri sayılsa dünyanın etrafında birkaç tur atılabilir. Yukarıda da ifade ettiğim gibi Türkiye'de sol düşünce, başından beri, kendini İslam karşıtı olarak tanımladığı için İslâmî olan her şeye karşı "gerici" kelimesini bir sopa gibi kullanır durur. Dünya şekilden şekle girer, komünizm çöker, kapitalizm küreselleşir ama Türkiye'de sol düşünce maalesef azıcık olsun yerlileşemez. Sağın, İslam'ı istismar ederek kat ettiği yolu sol, karşıtı olarak kat etmek ister. Bu şartlar altında Türkiye'de Müslümanca düşünen, düş kuran bir şairin işi tarifsiz zor olacaktır.
Resmî ideoloji için öcü
Sezai Karakoç'un başına da bundan başkası gelmez. 1950'lı yılların ortalarında adeta patlak veren bir şiir tarzına başkaları "İkinci Yeni Şiir", derken o, "Yeni Gerçekçi Şiir" diyerek enfes bir adlandırma yapar. Daha da ileri gider ve Edip Cansever'in Yerçekimli Karanfil kitabındaki şiirlerin materyalist bir zihnin ürünü olduğunu tespit ederek şiirde metafizik olanın yerini en güçlü perdeden seslendirmiş olur. Olur da ne mi olur? Cemal Süreya haricindeki dönemin tüm materyalist, pozitivist, laiklik şampiyonu şairleri, eleştirmenleri üstüne çullanır. Karakoç, altta kalmasa da anlar ki Türkiye'de cahillerle tartışılmaz. Bu yüzden de kendi kuşağından başlayarak sol edebiyat iktidarını dışlar. Tabii onlar tarafından dışlanır da. Bu bakımdan Ahmet Oktay'ın 1970'lerin sonunda kaleme aldığı "Resmî İdeoloji Tarafından Dışlanan Yazınsal İktidarı Dışlayan Bir Şair: Sezai Karakoç" yazısı bu resmi yansıtır. Resmî ideoloji için Âkif, Necip Fazıl gibi Sezai Karakoç da öcüdür ona göre. Şöyle der Oktay: "Mehmet Akif, Türkiye'nin gelişim süreci içinde nasıl Tevfik Fikret'e karşı yitirdiyse, aynı nedenler ve gerekçelerle Karakoç da kendisinden çok daha değersiz şairlere karşı yitiriyor." (3)
Bir Marksist olarak Ahmet Oktay, vicdanlı bir eleştirmendir Karakoç'a karşı. Şairin dışlanmaya karşılık geliştirdiği dışlama gücünü de vurgulamaktan geri durmaz. Hatta daha da önemli bir tespit yaparak onun "sağ kesim"deki yerini netlikle saptar: "Bu yitirme sözcüğü daha çok Batıcı/laik görüşe bağlı yazınsal iktidar çevresinde geçerlidir ama sağcı ideolojinin baskıcı düzenlere eğilim duyan kesimlerinin de Karakoç'un sözünü desteklemediği söylenmelidir." Karakoç'un bana kalırsa asıl zorluk yaşadığı çevre buradadır: Onunla aynı "oyun"u oynuyor görünüp de oyuna kalkmayarak oyunun doğasını bozanlar. Karakoç'un oyuna bir lig kurmak isterken çektiği yalnızlık buradadır. O siparişi kendinden olan terziler gibi yaşamak zorunda kalmış ve bu durumu içselleştirmiştir. Oyunun adını koyan; kurallarını tarihin içinden alıp yaşanan zamana getiren; kaleciliğini, kaptanlığını, santrforluğunu yapan olmak durumunda kalmıştır. Diriliş dergisi, yayınları ve partisi, onun tek başınalığının değilse bile onunla aşık atacak oyuncularının olmayışının misalleriyle doludur. Parti kurulması icap ettiğinde üç beş isimden başkası bulunamaz. Dergide oyun icra edileceği vakit de aldıkları pasları zayi edeceklere boyun bükerek pas atmaya devam edecek kaptan olmak Karakoç'un severek benimsediği yazgısı olacaktır. Kuşkusuz seveni çok sevmiştir Karakoç'u ama onların da kaderi fazlasına elvermemiştir. Karakoç'un yazgısı yaşadığı zamanda meydana getirmenin estetiği demek olan İslam estetiğini diriltmektir. Başkalarının bir "kült" olarak andığı Hz. Hızır'la her akşam aynı saate Yenikapı sahilde kayalıklar arasındaki bir kahvede randevulaşır. O mübarek de ona, her buluşmada o muhteşem şiirin bir bölümünü armağan olarak verir. Daha yirmili yaşlarının başında Ping Pong Masası şiiriyle dirilttiği "aşk idesi"ni yıllar sonra geleneği rejenere ederek oyun sahasına getirir. Oyun sahası modernist, sosyalist gerçekçi eğilimli nice yeteneksiz şairle kaplanmıştır. İslamcı yeteneksizler de az değildir ama Karakoç, hepsine tahammül eder. Muhakkak bizim gibi onu yorumlamaya cüret edenlere de etmiştir. Oyunu defalarca yeniden kurar. Bu noktada İsmet Özel ile benzeşirler. Özel, tahammül edemediği yerde öfkelenir. Karakoç ise susar.
Onun mağlubuyum
Bendeniz ikisini de öfke ve suskunluklarıyla çok sevdim hep. Bu yüzden de uzun zamandır, bırakın Türkiye'yi, dünyanın iki büyük şairi Türkiye'de nefes alıyor. İkisi de has birer Müslüman. Lakin Türkiye'nin bundan haberi yok, deyip durdum. Şimdi Sezai Karakoç, dünya sürgününün uzatılmamasını diledikten tam kırk altı yıl sonra dileğine kavuştu. Rabbi onun sürgününü uzatarak bize ondan muhteşem bir oyun tahtası bıraktırdı. Bu oyunun poetik ve politik veçhelerini Türk kanonunun tarihî macerasından biliyoruz. Muhteşem bir "lig" oluşturmuştu. Hz. Mevlânâ'nın ontolojik, poetik veçhesini anlattığı bu oyun, bugün Müslümanca bir tefekkür, tahayyül ve hayat kurmak cehdindekilerin önünde yeniden "lig"ine kavuşmak üzere duruyor:
Oyun tahtasında bu oyundan başkası yoktu.
Oyna dedi; ilave yapmayı ne bilirim?
Ben mevcut olan bir oyunu oynadım;
Kendimi belâya attım.
Belâ içinde de onun tatlarını tadıyorum;
Onun mağlubuyum, onun mağlubuyum,
onun mağlubu.
Kaynaklar
1-Isaiah Berlin, Isaiah Berlin'le Konuşmalar, (Çev.: Zeynel Abidin Kılınç), İst., 2016, s. 178-179.
2-İlhan'ın iki kitanından derlenen bu görüşleri için bkz. Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, (Haz. Sabahattin Şen), Ank., 1995, s. 380.
3-Ahmet Oktay, Yazılanla Okunan, İst., 1983, s. 222.