Otoriter ve liberal öjeni

Dr. Hülya Bulut/ Yazar
10.09.2024

Genetik müdahalelerde, kişinin daha doğmadan önceki yaşam durumuna müdahale söz konusu olduğundan, insanlık onuru ile oynanan kişi çok önceden insan hakları ihlallerine maruz kalmış sayılmaz mı? Dolayısıyla, ilk etapta bireylerin özgürlüklerini kısıtlayan, sonrasında onların yerine kararlar alan bir mekanizma demokrasinin temelleri ile çelişmez mi?


Otoriter ve liberal öjeni

Dr. Hülya Bulut/ Yazar

Geçenlerde gözüme çarpan, belki de sıradan bir bakış açısıyla gelişmelerin izlenmesi için zamana bırakılan haberin başlığı şöyleydi: 'Sentetik insan embriyosu üretildi!'

"Cambridge Üniversitesi ve California Teknoloji Enstitüsü'nde görev yapan Prof. Magdalena Zernica-Goetz liderliğinde çalışan bilim insanları genetik bozuklukların etkilerini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir çalışmaya imza attılar. Her biri tek bir embriyonik kök hücreden yetiştirilen model yapılar, embriyonun sürekli bir hücre tabakasından farklı hücre hatları oluşturmaya ve vücudun temel eksenlerini kurmaya dönüştüğü gastrulasyon olarak bilinen gelişimsel bir dönüm noktasının başlangıcına ulaşmış durumda.

Konunun uzmanları, herhangi bir yumurtaya veya sperme ihtiyaç duymadan geliştirilen embriyoların,14 günlük gelişim sürecinin ötesindeki bir aşamaya kadar olgunlaştığını ve bu süreçte henüz atan bir kalbe, bağırsağa ya da beyin başlangıcına sahip olmadığına vurgu yapıyor. Bununla beraber araştırmacılar, sentetik embriyoların kısa sürede klinik amaçlı kullanılma ihtimali olmadığını, bunları bir kadının rahmine yerleştirmenin yasal altyapısının bulunmadığını da belirtiyor. Ancak, görünen o ki gelecekte yapay insan üretmek artık mümkün!"

Felsefe, hüzünlü bilim

Peki o zaman. Düşünmeye başlayalım...

İnsanı kamusal alanın en temel unsurlarından biri olarak kabul edecek olursak, bu durumda kamusal alanın mahremiyetinin kökenlerini de sorgulamamız gerekmez mi? Olaya bu açıdan baktığımızda, işin içine etik kavramını dahil etmemek doğru olur mu?

Felsefenin, ilgililerinden gelen hem bireysel hem de kollektif yaşamın sürdürülmesine yönelik sorulara 'işte, aradığınız cevap tam da bu!' diyerek yeterince net olamaması ve hatta buna tam olarak cesaret bile edememesi sorgulanması gereken başka bir nokta olarak şimdilik bir kenarda bekleyedursun... Gelin biz Adorno'nun: 'Dostlarıma sunduğum bu hüzünlü bilim, uzun zamandır felsefenin en geçerli doğru yaşam öğretisi olarak kabul edilen konuları ele almaktadır. Etik, yalnızca hasarlı yaşamdan yansımalar üzerine dağınık aforizmalara izin verebildiğinden, hüzünlü bilim seviyesine düşmüştür"sözünü de aklımızın bir kenarında tutalım ve düşünmeye devam edelim...

Doğal ve yapay ayırımı

İnsan doğasına yapılan müdahalelerin 'ruhsuzca' olduğunu kabul edersek, kendi doğalı içinde gelişen (öznel) ile insan müdahalesiyle oluşan (nesnel)arasındaki keskin ayırım, kişiye bedensel varlığına ilişkin öz referansını da kaybettirebileceği için gittikçe karmaşıklaşacaktır. Dolayısıyla, klinik davranışların biyo-teknolojik uygulamalara daha yakın hale gelmesi, genetiğine yapılan müdahaleler aracılığıyla hem insanın özerk yaşamı ve etiksel öz anlayışı gibi kavramların içini boşaltmakta, hem de insan üzerinde öz hakimiyet kurmaya çalışmaktadır.

Durum böyle olunca eğitim, inanç, toplum, mimari, şehircilik, ekonomi ve siyaset... gibi temel yapı taşı 'insan' olan her türlü bireysel ve kamusal sistemde 'evrensel ahlaki normlar' aracılığıyla söz sahibi olacak kişi veya gruplar kimler olacaktır? sorusu önemli bir tartışma konusu olarak gündeme geliyor. Jonas'a göre bu bilimsel çalışmalar ve yaşananlar bazen şimdinin gelecek, bazen de geleceğin şimdi üzerindeki etkisine bağlı olarak değişmekte! (Önemli bir nokta, dikkat çekmek isterim!)

Öyküsüzlük

Doğal yollarla ya da genetik olarak programlanmış olarak dünyaya gelen her bireyin ahlaki olarak sahip olduğu özgürlüklere müdahale edilmemesini anlayabiliyorum da...

Henüz doğumundan önceki bir aşamada, laboratuvarda genetiği ile oynanmış bir kişinin özerk ve sorumlu bir birey olarak eylemde bulunma bilincinin doğal koşullarına önemli ölçüde zarar verilmiş olmasını anlayamıyorum doğrusu!

Bundan da, aman bana ne günahı işleyenin boynuna demekle kurtulabilir miyiz, dersiniz? Ne yazık ki, o kadar kolay değil sanırım. Çünkü, bir boyutuyla ontolojiye de dokunan bu durum Arendt'e göre, önceki nesillerle temelde geçmişsizlik yani bir tür yaşam öyküsüzlük ile koşulsuz eşitlikten yoksunluk gibi iki ciddi ayrışma riskini de beraberinde getiriyor. (Eklemek isterim ki, bu durum da adeta bir 'sistemik risk' etkisine sahip!)

Bir kişinin her türlü eylemiyle aidiyet duygusu kurabilmesi ve bu eylemlerinin sorumluluğunu üstlenebilmesi için, yaşam öyküsündeki benliğinin kesintisizliğini sağlamak gerekir. (Şöyle genişletmeye çalışayım; kişinin sorumluluk taşıyan eylemlerin sahibi ve geçerli taleplerin kaynağı olarak kendini görebilmesi için, yaşam öyküsündeki benliğinin sürekliliği önemlidir. Eğer bu sürekli benlik anlayışı yoksa, toplumsal rolümüzle yüzleşmeyi ve kendimizi yenileyen bir öz anlayış geliştirmeyi nasıl başarabiliriz? Mesela, böyle bir kişi nasıl tövbe edebilir?)

Kendi olmanın sürekliliği

Kaldı ki, kendi olmanın sürekliliği, yaşam öykümüzdeki değişim ile başımıza gelenler arasındaki ayrımı koruyabilmemiz, toplumsallaşma sürecinin arkasında yatan doğal yazgıyı sürdüren bedenimiz sayesinde mümkündür. Çünkü, önceden belirlenmiş doğal yazgı üzerinde değişiklik yapamamak, özgürlük bilincimiz açısından temel bir etkendir. Bu durumda, doğumun yeni bir başlangıç yapabilme anlamı ortadan kalkacağından, genetik yapısında dışsal amaçlarla karşılaşan, yani var oluşuna müdahale edilen kişiler doğa yasalarını kendi eylem alanlarını sınırlayan bir unsur olarak göremeyebilirler.

Habermas'ın vurguladığı gibi, bilim insanlarının belki de son derece sıradan insanlar olabilecek embriyoları, daha laboratuvar ortamında iken mutlak olarak geçerli temel haklara sahip 'ötekiler' olarak kabul etmeleri ve onların yaşam öyküsüne müdahale etmelerinin bedelini kim öder, sizce? (Bu grupta yer alan embriyoları, potansiyel olarak homo distractus -odağını şaşırmış insan- olarak görmemiz ve hatta kendilikleri (kulluk) hakkında akıl yürütmemiz mümkün olur mu, dersiniz?)

Paternalizm ve demokrasi

Gelelim diğer bir noktaya... Madem insan tamamen başkasına bağımlı olmamalı, o zaman genetik programlama, birçok açıdan dengesiz bir ilişkiyi ve kendine özgü bir paternalizmi de beraberinde getirmez mi? (Paternalizm, bir kişi veya kurumun diğerlerinin iyiliği için kararlar alması ve onları yönlendirmesi anlamına gelir, bu da bireylerin kendi seçimlerine müdahaleyi içerir. Bu tür müdahalelerin amacı, aile ve devlet örneğinde olduğu gibi bireylerin çıkarlarını korumak ve zarar görmelerini önlemek olabilir.)

Oysaki, bu tür genetik müdahalelerde, kişinin daha doğmadan önceki yaşam durumuna müdahale söz konusu olduğundan, insanlık onuru ile oynanan kişi çok önceden insan hakları ihlallerine maruz kalmış sayılmaz mı? Dolayısıyla, ilk etapta bireylerin özgürlüklerini kısıtlayan, sonrasında onların yerine kararlar alan bir mekanizma demokrasinin temelleri ile çelişmez mi?

Mademki teknoloji ve bilim aracılığıyla 'insan' gelenek ötesine taşınarak yeni bir varoluşçu sistemin dolayısıyla da açık toplumun inşasında bir yapı taşı olarak ele alınmak isteniyor, o halde teknoloji ve bilimin gizli gündeminin olmadığını ve hatta kadim insanlık onuruna, insan haklarına, demokrasiye, dil, din, ırk ayırt etmeksizin her durum ve koşulda dünya barışına katkıda bulunduğunu söyleyenler kim veya kimler?

NOT: Açık Toplum Teorisi, İngiliz filozof Karl Popper tarafından geliştirilmiş bir konsepttir ve bu teoriyi destekleyen önemli bir katkı, Yahudi kökenli milyarder George Soros tarafından Açık Toplum Vakıflarına yapılan 32 milyar dolardan fazla bağışla sağlanmıştır. Bu projenin temel amacı, otoritenin ortadan kaldırılması olarak ifade edilebilir.

[email protected]