ABD’nin Suriye’den çekilme kararının en çok tedirgin ettiği ülkelerden biri İran. Çünkü İran, krizi yalnızca bir dış politika konusu olarak değil, aynı zamanda bir ulusal güvenlik meselesi olarak değerlendiriyor. Bir yandan Suriye’yi “kaybetmenin” bölgede kendisini daha da yalnızlaştıracağını düşünürken diğer yandan da Suriye’den sonra hedefin kendisi olduğunu söylüyor.
Dr. Serhan Afacan İRAM Genel Yayın Yönetmeni
11 Eylül saldırılarına tepki olarak ABD’nin 2001’de Afganistan ve 2003’de Irak işgaline girişmesinin ardından Ortadoğu ve mücavir alanında başlayan istikrarsız ortam günümüze kadar katlanarak geldi. Somut hedefi, ABD tarafından “şer ekseni” olarak tanımlanan devletlere ve devlet dışı yapılara bu ülke ve müttefiklerince “dersini vermek” olan operasyonlar, süreç içinde zaten son derece tartışmalı olan meşruiyet alanının tamamen dışına çıkarak bölgede ortaya derin bir istikrarsızlık çıkardı. Öyle ki, başlangıçta sıkça başvurulan terörle mücadele, aşırılıkla savaş ve demokrasi getirme gibi bulanık kavramlar dahi bütünüyle anlamını yitirdi ve zemin tam aksi gelişmelere elverişli hale geldi. Geride kalan yıllar boyunca yıkımın merkezleri değişse de Afganistan ve Irak işgallerinin ardından sürekli sorulan “sırada ne ya da hangi ülke var?” sorusu hep kalıcı oldu. Bu sorunun bazı bölge devletlerinin tepesinde Demokles’in Kılıcı gibi durduğu bir ortamda istikrardan bahsetmek ise imkânsız. Peki, sahiden Ortadoğu’da sırada ne var?
ABD-İran gerilimi
Afganistan ve Irak’ın işgalinden sonra birçok gözlemci ABD’nin bu defa hedefe İran’ı koyacağını iddia etti. 1979’dan beri diplomatik ilişkileri olmayan iki hasım ülke konumundaki ABD ve İran arasında her an alevlenmeye müsait bir gerilim bulunması bu değerlendirmelere gerekçe teşkil etti. Ne var ki, dört temel etken ABD’deki şahin İran karşıtlarını frenledi. İlk olarak İran, Rusya ve Çin ve hatta AB gibi küresel ölçekli güç merkezlerinin önemli menfaati bulunan bir ülke. İkinci olarak İran, enerji kaynakları ve enerji yollarındaki konumu nedeniyle uluslararası enerji piyasalarında kritik bir yere sahip. Üçüncü olarak, İran’ın Afganistan’dan da Irak’tan da daha esaslı bir askeri kapasiteye ve saldırıya karşılık verme potansiyeline sahip olduğu aşikâr. Dördüncü olarak ise, İran kendi sınırları dışında hasımlarına ya da onların müttefiklerine zarar verecek çeşitli araçlara sahip. Geçtiğimiz on yıllık dönem boyunca ABD’nin attığı bazı adımlarla İran’ı bu dört kozdan da mahrum etmeye çalıştığı görülüyor.
ABD, yıllar boyunca İran’a karşı BM Güvenlik Konseyi kanalıyla ya da tek taraflı olarak devreye soktuğu yaptırımlarla bu ülkeyle iş yapmayı ve bu ülkeyi himaye etmeyi maliyetli hale getirmeye çalıştı. Nitekim ABD’nin tek taraflı son yaptırımlarında Çin ve Rusya’nın bir noktadan sonra İran’a destek vermenin risklerini almamayı tercih ettiği görüldü. Benzer bir durum AB için de geçerli. Zira, Trump yönetiminin Mayıs 2018’de nükleer anlaşmadan çekilmesiyle anlaşmanın çıkmaza girmesini müteakip İran’a doları ve ABD etkisindeki para transfer sistemlerini kullanmadan ekonomik ilişkileri sürdürecek bir model geliştireceğini vaat eden AB büyük beklentilere rağmen somut bir adım atmış değil. Diğer yandan, yine son yaptırımlarla İran’ın petrol ihracatını sıfırlamak isteyen ABD yönetimi bunun petrol piyasalarını olumsuz etkilememesi için Suudi Arabistan gibi ülkelerden üretim artışı talep etmiş, benzer bir hamle Rusya’dan da gelmiş ve ABD kendi kaya gazını daha büyük miktarlarda ihrac etmeye başlamıştı. ABD’nin kaya gazını daha etkin şekilde işlemesinin orta ve uzun vadede İran dahil hemen hemen bütün petrol ihracatçısı ülkeleri doğrudan etkileyeceğini de yeri gelmişken not etmek gerekir. Ne var ki ABD, İran’a yaptırım uygularken ya da alternatif petrol kaynaklarını harekete geçirirken dahi İran’ı köşeye sıkıştırma politikasında henüz net bir başarı elde edememişken diğer iki maddenin taşıdığı risklerin bütünüyle ortadan kaldırılması söz konusu değildir.
Ekonomik yıpratma
İran hala askeri anlamda bölgenin en önemli devletlerinden biri konumundadır ve bu konuda maruz kaldığı baskılara rağmen savunmasının ayrılmaz parçası olarak gördüğü balistik füze programını sürdürmektedir. Diğer yandan, baskıların arttığı dönemde ülkenin başat silahlı gücü konumundaki Devrim Muhafızları Ordusu pozisyonunu daha fazla tahkim etmektedir. Son yıllarda bu ordunun üst komutasındaki bazı isimler arasında fikir ayrılıkları olduğu ve hatta bazı isimlerin Rıza Pehlevi gibi diasporadaki rejim muhalifleriyle temasta bulunduğu yönündeki iddiaların spekülasyondan öte bir anlam taşımadığı ortada. İran’ın ulusal askeri gücüne benzer bir durum İran’ın bölgedeki vekil güçleri için de geçerli. İran, işin hayat memat noktasına gelmesi durumunda Yemen, Irak, Lübnan, Suriye ve hatta Afganistan’da üzerinde etki sahibi olduğu örgütleri harekete geçirmeye çalışacaktır. Bu da olası bir çatışmayı İran için olduğu kadar hasımları için de fazlasıyla riskli hale getirecektir. Ne var ki elindeki araçların İran’ı güvende hissettirmeye yetmeyeceği ortada. Zira, görüldüğü kadarıyla ABD’deki mevcut Trump yönetimi İran’la doğrudan askeri bir çatışmaya girmeden bu ülkeye saldırmış kadar olmayı planlıyor. Gerek daha önceki deneyimler gerekse de 5 Kasım 2018’de devreye giren yaptırımlardan sonra ortaya çıkan göstergeler Trump ve ekibini cesaretlendirir mahiyette.
ABD’nin İran’ı “yola getirmek” için elindeki en önemli koz ekonomik yıpratma savaşıdır. 1908’de İran’da petrol bulunmasıyla bu ülke artan şekilde uluslararası enerji piyasalarına entegre oldu ve bundan önemli kazanımlar elde etti. 1900’lerin başında gerçek anlamda “başarısız devlet” durumunda olan İran, petrol gelirleri olmaksızın altyapı sorunlarını çözemez ve sanayi atılımı yapamazdı. Ancak bu, işin avantajlı kısmı. İşin dezavantajlı kısmında ise İran ekonomisinin ezici oranda petrole bağımlı olması ve uluslararası piyasalardaki iniş çıkışlardan doğrudan etkilenmesi bulunuyor. Sistemin kontrolünü elinde tutma iddiasındaki ABD de bunun fazlasıyla farkında. Her ne kadar İranlı yetkililer ABD yaptırımlarının kendilerine zarar veremeyeceği ve kendilerinin direnme kapasitesine sahip bulunduğu konusunda ısrar etseler de ABD’nin yaptırımlar konusundaki başarısızlığı iyi ihtimalle kardan zarar etmenin ötesine geçmiyor. ABD Başkanı Trump’ın ve Dışişleri Bakanı Pompeo’nun İran’ın petrol ihracatını sıfırlama ihtirası gerçekçi olmasa da ülke şimdiden petrol ihracatında ciddi sıkıntılar yaşamaya başladı. Dahası, İran’da Ruhani hükümetinin 1398 yılı (Mart 2019-Mart 2020) için hazırladığı bütçe, pay ayırdığı ve ayırmadığı alanlarla işlerin ne kadar sıkıntılı olduğunu gözler önüne serdi. İşsizlik ve gelir adaletsizliği gibi kronik sorunların bulunduğu İran’da bütçenin bakanlık politikalarını hayata geçirmeyi imkansız hale getirdiği gerekçesiyle Sağlık Bakanı istifa etti. Bütçeye ilişkin ülkede şikayetleri olan birçok başka kesim de bulunuyor. Yani ABD, İran’ı savaş ekonomisine zorlayarak bunaltmaya çoktan başladı. Ancak İran etrafındaki gelişmeler bununla sınırlı değil.
Türkiye yeni kriz istemiyor
ABD’nin Suriye’den çekilme kararının en çok tedirgin ettiği ülkelerden biri İran. Suriye krizinin başından itibaren sürece en fazla müdahil olan ülkelerden biri konumundaki İran, krizi yalnızca bir dış politika konusu olarak değil, aynı zamanda bir ulusal güvenlik meselesi olarak değerlendiriyor. İran İslam Cumhuriyeti, bir yandan Suriye’yi “kaybetmenin” bölgede kendisini daha da yalnızlaştıracağını düşünürken diğer yandan da Suriye’den sonra hedefin kendisi olduğunu söylüyor. Pompeo’nun 8 Ocak’ta başlayarak bir hafta süren Ortadoğu turunda sık sık verdiği İran karşıtı sert mesajlar da bu endişeyi körüklemiş durumda. Suriye’nin giderek Rusya ve Suudi Arabistan cenahına yakınlaşma olasılığından tedirgin olan İranlı yetkililer bu endişelerini mesajlarına da yansıtmaktadır. Örneğin, İranlı Milletvekili Behruz Bünyadi, Putin ile Esed arasındaki İran’ı dışta bırakmaya dönük olduğunu düşündüğü yakınlaşmayı eleştirerek 26 Haziran 2018’de Esed’i “utanmazlıkla” itham etti ve “çok geçmeden bu iki siyasi aktör kendi çıkarları doğrultusunda Netanyahu ile Trump için bizi feda edecektir” ifadelerini kullandı. Her ne kadar sürecin bu yöne evirileceği henüz kesinleşmemişse de Esed’in ABD’nin kendisine karşı tavrını yumuşatmak için bu yönde hareket etmeyi seçmesi ihtimal dairesindedir. İsrail ve Suudi Arabistan’ın bu konudaki tavizsiz tutumu ise izahtan varestedir. İran’ın istikrarsızlaşmasının doğuracağı risklerin farkında olan Türkiye ise bir yandan İran’ın bölgede daha yapıcı bir pozisyona çekilmesi gerektiğini düşünürken diğer yandan bölgenin yeni bir krizle çalkalanmasını istemiyor. Türkiye’nin Suriye krizinin Astana süreci zemininde ve güney sınırlarındaki PYD-YPG terör unsurlarının temizlenmesi ekseninde çözüme kavuşması yönündeki ısrarında bu değerlendirme önemli bir yer işgal ediyor. Bu noktada öne çıkan konu ise İran’ın içinde bulunduğumuz süreçte hangi mesajı aldığıdır.
İran ne yapar?
İran’ın ABD ile girdiği gergin süreçte iki seçeneği bulunuyor. İranlı yetkililer ya nükleer anlaşmadan çekilen Trump’ın yeni bir anlaşma imzalama çağrısına kulak verecek ya da onun ikinci dönem için seçilemeyeceği beklentisiyle ikili ilişkilerdeki krizi iki sene daha bu şekliyle sürdürmeye çalışacak. İranlı yetkililer daha etraflı ideolojik ve kurumsal boyutu olan bu yaklaşıma “Direniş Ekonomisi” diyor. Krizi zamana yaymak konusunda İran’ın en belirgin zaafı ise ekonomik kırılganlığı. 80 milyonu aşkın nüfusuyla İran’da halihazırda işler kötüyken artan baskıların olumsuz etki meydana getirmemesi düşünülemez. Bu durumda geriye yalnızca Trump’ın sert ve tehditkar söylemini ve İran tarafının kabul etmesi imkansız olan ağır koşullarını yumuşatması suretiyle yeni bir müzakere masasının kurulması kalıyor. Bu noktada da İran son haftalarda sorunlar yaşadığı Fransa, Almanya ve İngiltere gibi Avrupa ülkelerinin arabuluculuğuna muhtaç durumda. Kesin olan ise İran’ın kaçınılmaz olmadığı ve karşı taraf fitili ateşlemediği sürece ABD ile sıcak bir çatışmaya girmekten geri duracağıdır.
Kesin olan bir diğer konu da ABD ve bölgede onunla eşgüdümlü hareket eden ülkelerin “sırada İran var” retoriğinde ısrar etmesinin hiçbir şeyi kolaylaştırmadığı. Bölgeyi bir güvenlik sarmalına ve kısır döngüye iten bu yaklaşım beraberinde, bazı güvenlik endişeleri makul ölçekte olan İran’ın, bu endişeleri gidermek için attığı sorunlu bazı adımları getiriyor. Kategorik olarak ABD’nin Suriye’deki varlığından rahatsız olmayan ancak bu varlığın kayda değer bir süredir terör unsurlarını himaye etmeye yönelik olduğunu gören Türkiye, Trump’ın Suriye’den çekilmesine olumlu yaklaşıyor. Türkiye güney sınırındaki terör tehdidi konusunda Astana ortaklarından beklediği hassasiyeti de her fırsatta yineliyor. Ancak Türkiye, ABD’nin ölümü gösterip sıtmaya razı etme stratejisini de kabul etmeyecektir. Diğer bir ifadeyle, ABD’nin belirli alanlarda İran’ı kısıtlamaya çalışması doğrudan Türkiye’nin sorunu olmasa da İran’ı istikrarsızlaştıracak radikal adımlara Türkiye olumlu yaklaşmayacaktır. Durumun nezaketinin farkında olan İranlı yetkililerin Türkiye dahil mutedil taraflarla temasını hızlandırması bu anlamda önemli bir yaklaşım. Temel beklenti ise artık Ortadoğu’da sırada istikrarın olması.
@serafcan