Nüfus yük değil, güçtür

Ufuk Batum/ Yazar
28.06.2024

TÜİK verilerine göre 2000'lerin başında 2,4 olan Türkiye'deki doğurganlık oranı 2023 yılı itibariyle 1,5 seviyesine kadar gerilemiş durumda. Bu düşüş öyle az buz bir gerileme değil; bilakis kayda değer ve alarm veren bir düşüş! Yani dün nasıl pandemiyi konuştuysak, bugünlerde de harıl harıl iklim değişikliğini ve üçüncü dünya savaşının çıkıp çıkmayacağını ele almaya çalışıyorsak, Türkiye'nin demografik eğilimlerini, istatistiklerini, gelişimini de o denli önem vererek ele almalı, tartışmalıyız.


Nüfus yük değil, güçtür

Ufuk Batum/ Yazar

Çok ilginç buluyorum doğrusu; çıkıyor, toplumun bilgisinin, beklentisinin aksine birşeyler söylüyor, önce bir tepki ile karşılaşıyor, hatta zaman zaman da belli kesimlerce linç bile yiyor ama yine de düşündüğünü, inandığını ifade etmekten geri durmuyor. Tek başına kalacağını bilse her fırsatta tekrar tekrar aynı savı dile getiriyor. Daha ilginci ise sonrasında yaşanan gelişmeler neticesinde adam mütemadiyen haklı çıkıyor. Kolay bir konum, herkesin yüklenebileceği bir sorumluluk değil doğrusu!

Erdoğan'ı söylüyorum: Siz deyin 10-15 yıldır, ben diyeyim 20 yıldır biliyoruz ki Erdoğan çıktığı meydanlarda Türk toplumuna, ailelere en az üç çocuk yapmanın önemini anlatıyor. Kabul edelim ki çoğumuz bu öneriye ya burun kıvırdı, açık açık eleştiri getirerek az nüfuslu olmanın erdemini savundu ya da üzerinde durup düşünülecek bir fikir gibi görmeyip gülüp geçti. Kanaatime göre Erdoğan bunu hem demografik, sosyo ekonomik, dolayısıyla stratejik açıdan ifade ediyordu, hem de geleneğimiz ve inancımız ile destekliyor ve konunun önemini toplumun geneline yaymaya çalışıyordu. Haklıydı, hem de çok... Ama dünyanın içinden geçtiği korku tüneli, yıpratılan aile yapısı, sosyal medyanın yalan dünyası, LGBT'nin küresel düzeyde pompalanması ve Hollywood yapımları sonuçta galip geldi. Beklediğimizden daha erken bir şekilde demografimizde bozulma ve yaşlanma başlamış oldu.

Alarma kulak ver!

TÜİK verilerine göre 2000'lerin başında 2,4 olan Türkiye'deki doğurganlık oranı 2023 yılı itibariyle 1,5 seviyesine kadar gerilemiş durumda. Bu düşüş öyle az buz bir gerileme değil; bilakis kayda değer ve alarm veren bir düşüş! Yani dün nasıl pandemiyi konuştuysak, bugünlerde de harıl harıl iklim değişikliğini ve üçüncü dünya savaşının çıkıp çıkmayacağını ele almaya çalışıyorsak, Türkiye'nin demografik eğilimlerini, istatistiklerini, gelişimini de o denli önem vererek ele almalı, tartışmalıyız. Çünkü nüfusun kendini yenileme eşiğinin, yani sabit kalması için gereken doğum oranının yüzde 2,1 seviyesinin altına düşmemesi hesap edilmekte. Ne yazık ki bizim bu oranın altına düşmemiz aslında çok da yeni bir hadise değil. 2014'ten beri son 10 yıl boyunca adım adım 2,1'den gerileyerek bugünün 1,51 seviyesine inmiş olduk.

Nüfus nedir? İyi planlanabilir, stratejik olarak donatılabilirse nüfus çok önemli bir güçtür. Son 30-40 yıldır Avrupa ülkeleri için mevzubahis edilen "yaşlanan ve küçülen nüfus" meselesi umuttan yatırıma, savunmadan aktüeryaya, tarım ve gıda güvenliğinden teknoloji gelişimine, hizmetlerden altyapı yatırımlarına kadar hemen her alanı fazlaca etkiliyor. Bugün Avrupa'nın artık önemli bir güç olarak değerlendirilmemesinin, yanlışlarla dolu ABD politikalarına koşar adım ortak olmak zorunda kalmasının arkasında yaşlanan ve umudunu yitiren eski kıtanın yetersizlikleri yatmaktadır.

Avrupa'da nüfus verileri

Aile kavramının yerle yeksan edildiği Anglo Saksonlara baktığımızda İngiltere, Hollanda ve Almanya'da doğurganlık oranları uzun süredir 1,49 seviyelerinde geziyor. Yani kendi öz nüfusları uzun süredir azalıyor. Tabii bilindiği üzere bu ülkeler sanayi ve üretim politikalarında sürdürülebilirliği yakalamak için 1960'lardan beri birçok göçmen politikasını geliştirip uyguluyor.

Bu bağlamda Avrupa'nın diğer bazı ülkelerinde de durum hiç iyi değil. Örneğin İsveç (1,53), Norveç (1,41), Finlandiya ise sadece 1,32. İsviçre ve Avusturya ikilisi ise sırasıyla 1,39 ve 1,41. Şimdi gelelim Hemingway'in önemli romanlarından biri olan "Çanlar Kimin için Çalıyor" başlığına! Korkutucu rakamları sırayla verelim: Polonya (1,29), Litvanya (1,27), İtalya (1,24) ve İspanya (1,16). Özellikle İtalya ve İspanya çok kritik çünkü geleneksel anlamda Hristiyanlık üzerinden inanç ve aile meselesinin önemli olduğu, bunların sosyal kodlarda taşındığı Avrupa'nın güney kanadını, Akdenizliliği temsil eden bu büyük nüfuslu iki ülkede doğurganlık oranları çok çok düşük. Yani kendi haline bıraksan, önümüzdeki 25-30 yılda nüfuslarının önemli bir kısmını kaybetmiş, genç nüfusunun dışarıya göç ettiği, üretimin zora girdiği, refahın düştüğü bir İspanya ve İtalya ortaya çıkabilir.

Şampiyon kim?

Avrupa bağlamında bir şampiyon aradığımızda doğal olarak akla ilk gelecek ülke genç ve dinamik nüfusu ile Türkiye'dir. Nitekim, 5-10 yıl öncesine kadar Türkiye gerçekten de nüfusunu yenileyebilen hatta arttırabilen, doğal olarak Avrupa açısından her daim potansiyel olarak değerlendirilen bir ülkeydi. Ancak ne yazık ki, yukarıda ifade edildiği üzere özellikle 2014 sonrasında yüzde 2,1 seviyesi muhafaza edilemeyerek adım adım yüzde 1,50'lere kadar düşüldü.

Şimdi yerinizde sağlam durun! Çünkü aradığımız şampiyon hiç beklemediğiniz bir şekilde Avrupa'nın kalbinde oturan, her ne kadar son üç başkandır yönetiminde bozulma, gevşeme ve savrulma görülse de öncesinde başarıyla uygulanan göçmen politikaları ile öne çıkan bir ülke. Başta Türkiye, Cezayir, Tunus ve Fas gibi Müslüman ülkelerden gelen planlı göçlerle bugün Avrupa'nın göreceli en dengeli demografik dinamiğine sahip olan ülke Fransa'dır. Fransa'nın bugün doğurganlık oranı 1,79 civarındadır. Yeterli değil ama Avrupa'nın en yüksek oranı.

Sarkozy, Holland ve Macron'un arka arkaya başkanlık yaptığı dönem dikkate alınırsa, aslında Fransa'nın geleneksel ve eskiden başarılı bulunan politikalarının da erozyona tabi olduğu söylenebilir. Nitekim politikalarda uygulama hataları, yaşanan çifte standartlar, demokrasiden verilen tavizler, yabancı düşmanlığının tırmandırılması ve İslamofobi tersine bir hamle yapılmaması durumunda Fransa'yı da demografik gücünden mahrum bırakacak gibi görünüyor. Adeta yüzyıl önceki faşist Avrupa'ya benzeyen bir iklimin oluşması; Avrupa'da yok olan liderlik ve erozyona uğrayan yönetim kapasitesiyle ilgili olduğu kadar yatırımın, üretimin, sermaye ve pazar hareketliliğinin Asya'ya kaymasıyla da ilgilidir.

Türkiye gerçeği

Kendimizi küçümsemekle ve yerin dibine batırmakla hiçbir yere varamayız. Türkiye kendi haline bırakıldığında son derece ilginç ve dinamik bir ülkedir. İşte bu dinamizmi özellikle 2002-2010 yılları arasında tanzim eden ve harekete geçiren yönetim anlayışı ve heyecanı; altyapı yatırımlarından kapasitenin inşasına, çekilen yabancı yatırım tutarından okullaşmaya, dış ticaret artışından savunma sanayisinin millileştirilmesine, iyi işleyen rekabetçi piyasa ekonomisinden istekli ve atak yönetim anlayışına kadar hemen her konuda kendini göstermişti.

Ancak ne var ki, FETÖ'nün MİT Başkanı Hakan Fidan'ı hedefe koymasıyla başlayan ve Gezi kalkışması ve 15 Temmuz 2016'da yaşanan darbe girişimiyle devam eden pek çok sosyo ekonomik gelişme Türkiye'nin yolunda giden kalkınma süreçlerini gölgeledi, hatta yer yer olumsuz etkiledi, baltaladı. Bütün bu hay huy içerisinde Erdoğan'ın güçlü iradesiyle aslında Türkiye yine de uçlara savrulma riskinden kendisini koruyabildi. Örneğin Ukrayna'da gerçekleşen ABD (ve Avrupa) ile Rusya'nın savaşında Türkiye gıpta edilen bir diplomasi ve dış politika yürütebildi.

Venezuela'dan Bolivya'ya

Erdoğan'ın dirençli duruşu ve toplumun verilen mesajı doğru okuması Türkiye'de ilk kez bir darbeyi (15 Temmuz) boşa çıkartmış oldu. Diğer bir benzer durum da ABD'nin Venezuela'da yapmak istediği darbede yaşandı. Türkiye'nin yanında durduğu, Venezuela'nın seçilmiş hükümeti dünyayı şaşırtırcasına Amerikan darbesini boşa çıkartmayı başardı. Artık net bir şekilde biliyoruz ve görüyorum ki ABD güçten düşüyor. Kendisi de bunun farkında ve bu adeta gelişmenin paniğini yaşıyor. Gücünü daha da yitirmeden önce çıkarttığı bölgesel gerilim ve savaşları daha büyük çaplı küresel savaşlara dönüştürmek istiyor. Eli güçlüyken kumar oynamaktan, zarları tekrar atmaktan başka bir şansı yokmuş gibi hissediyor. ABD'nin bu iniş trendini yaşarken işin tuzu biberi de birkaç gündür yaşadığımız Bolivya darbe girişimi oldu. Dünya görüyor, deneyimliyor ve öğreniyor: "Darbelerin arkasında ABD var ama artık gücü bunlara yetmiyor!"

Hakan Fidan'ın geçenlerde yaptığı Çin ziyaretinin kodlarını daha önceki yazımızda ele almıştık. Nitekim, Çin ziyaretinin ardından açıkladığı gibi Fidan, BRICS toplantısına katıldı. Öyle anlaşılıyor ki, BRICS'in temel aktörlerinin Türkiye'yi BRICS ülkeleri arasında görmeyi arzu etmeleri tesadüf değil. Kısacası dünyada (örneğin Avrupa) bazı bloklar solar ve gözden düşerken yeni cepheler ve blokların ortaya çıkması kaçınılmaz. İşte bu bağlamda Türkiye Erdoğan'ın 22 yıllık kesintisiz deneyimi ve Hakan Fidan'ın istihbarat geçmişi ve dolayısıyla uluslararası ilişkileri doğru okumasıyla yeni kurulacak dünya düzeninde konumunu bulacaktır.

Liderlik kapasitesi

Beğenirsiniz beğenmezsiniz, oy verirsiniz vermezsiniz ama kabul edelim ki ana meselelerde "Adam haklı" çıkmaya devam ediyor. Bunda bir beis yok. Çünkü Erdoğan Türkiye'nin seçilmiş cumhurbaşkanı ve önümüzde dört yıl gibi seçimsiz bir dönem var. Yapacağı her iyi şey 85 milyonun lehine. Bu bakımdan, dış eğilimlerden ve baskılardan etkilenmeden, ülke içinde yaşanan kutuplaşmada kaybolmadan ister sosyal ve ekonomik meselelerde, ister uluslararası ilişkiler ve dış politikada problemlerin doğru kavranması ve dünyanın kaos ve korku tünelinden geçtiği bu dönemde ülkeyi daha da ileriye taşıyacak politikaların belirlenmesi ve uygulanması esastır.

Bu politikaların tabanda oluşturulması, uygulanması, kontrol mekanizmalarının geliştirilmesi ve her daim kendisini iyileştirecek doğru yönetişim modelinin kurulması sadece ve sadece nitelikli insan gücüyle mümkün olacaktır. Sonuç olarak tüm bu işlerin yapılması iyi donatılmış bir demografik güce dayalıdır. Evet nüfus önemlidir, güçtür... Nitelikli nüfus ise bilimdir, girişimdir, stratejidir, tasarımdır, markadır, katma değerdir...

[email protected]