Müziğin sosyolojisi, sosyolojinin müziği

Prof. Dr. Mazhar Bağlı/ Akademisyen, Yazar
8.01.2025

Ülkenin içinde bulunduğu kör düğümün ve çelişkilerin belki de en çarpıcı sosyolojik olgusudur arabesk müzik sanatçıları ve dinleyicileri. Ferdi Tayfur'un hikayesi ile Türkiye'nin hikayesi çok benzer, köklerimize ve köyümüze geri dönme sevinci hep kursağımızda kaldı ve kalacaktır maalesef.


Müziğin sosyolojisi, sosyolojinin müziği

Prof. Dr. Mazhar Bağlı/ Akademisyen, Yazar

Müzik, kısaca dolaysız bir yoldan ruha ulaşan esintilerdir. Musikiye olan ilgimiz esasında rasyonel bir nedenle değildir. Belki de hiçbir zaman kesin nedenini bilmediğimiz bir coşkudur musikiyi hayatımıza dahil eden.

Bir Hint efsanesine göre Siva tarafından insanlığa ilk açıklanan sanat müziktir. Müzikteki ahenk yapısı aynı zamanda kainatın anahtarıdır. Çünkü müzik, insanı varlıktaki en yüce kudrete taşır. Tanrısal varlığına yaklaştırır. Geldiği yer, ruhun derinlikleri olunca da tabii ki karşılığını da ruhun derinliklerinde bulacaktır. O dolaysız yoldan ruha ulaşan bir esintidir. Tabiattaki en güzel sesten daha dokunaklıdır musiki. Onun büyüsü sadece biçim ile de ilgili değildir. Aynı zamanda yorumcunun nefesi vardır içinde.

Aslında "müzik" kelimesi, Yunan mitolojisindeki Musalardan gelmektedir. Musa'ya ait, Musa'ya yaraşır bir sanat anlamındadır. Moses, dokuz eş yürekli kızlardır. Bunlar: Kalliope, destan şairi yada lirik şiir; Kilo, tarih; Polhymnia, pandomim; Euterpe, flüt; Terpsikhore, dans; Erato, korolu şiir; Melpomene, tragedya; Thalia, komedya; Urania, gökbilimi. Bunların asıl görevi ise Tanrıların şenliklerinde ezgiler söylemek ve dans etmektir.

Müziği daha da gizemli kılan bir diğer konu ise müzik enstrümanlarıyla ilgili dilden dile dolaşan efsanelerdir, hikayelerdir. Bu efsaneler, enstrümanın ritmi ile birleşince insanı fizik bir mekândan alıp metafizik bir diyara götürür. Belki de insanı kendi gerçeği (kendi öyküsü) ile yüzleştirerek, bir başka gerçeklik için yol yordam öğretirler.

Düşmanın sırrı

Rivayete göre temiz kalpli karısını ıssız bir mekanda boğazlayan gaddar kocanın cinayetine şahit olan Çoban Kirazı ağacından yapılan kavalın acıklı iniltisi, kadının son nefesinde söylediği ağıtı dile getirirmiş. Koyunların bunu itina ile dinlemesi ise kavaldan gelen ezginin katil (insanın)in kim olduğunu fısıldıyor olması ve onu açığa çıkarmasındanmış. Bunun için de koyunlar hep kaval sesine yönelirlermiş ki düşmanlarının sırrına vakıf olsunlar, gerçeği bilsinler diye.

Birçok filozof ilimler tasnifinde müziği, matematik ilimler kategorisine dahil etmiştir. Kadim gelenekte ve kültürde musiki, İdris peygambere nispet edilir. Nuh peygamberin oğluna da nisbet edenler vardır. Ve bunların icat ettiği musikiyi bir ilim haline getirenin ise Hz Davut olduğu söylenir. Hatta denilir ki, ilk ud'u da icat eden odur. Ki bundan dolayı da bizde güzel ses için Davudî tanımlaması yapılır. Bir başka rivayete göre ise musikinin mucidi Pythagoras'tır. Onun da musikiyi bir rüya ile keşfettiğini biliyoruz.

Doğadaki uyumu taklit etme çabası olan müzik aynı zamanda toplumun ve toplumsalın da tarihidir. Ki zaten bizim ülkemizin siyasi tarihinin en kritik ideolojik aygıtlarından birisidir müzik. Genç cumhuriyetin ilanından sonra elli yıl boyunca Türk Müziğinin eğitiminin, icrasının ve dinlenmesinin yasaklanması onun kimlik inşa edebilme ve sosyalizasyon sağlayıcı işlevine yöneliktir.

Avrupa'da şatoların kurulmasıyla birlikte müziğin önemli ölçüde kiliseden koptuğunu ve artık buralarda icra edildiğini görüyoruz. Müziğe dair her tür belirleyiciliğe kilise sahipken, Ortaçağ'da Gregorius ezgileri giderek yaygınlaşır ve çocuklar gerek okulda gerek oyunda bu ezgileri söylemeye başlarlar. Kutsal olan müzik artık gündelik hayata indirgenmiştir. Diğer taraftan kilisenin dışında dünyasal konulara bağlı müzik de gizliden gizliye halk arasında yaygınlık kazanmaya başlar. Ki bu aynı zamanda siyasi alanda da din dışı uygulamaların daha çok yaygınlaşması ve güçlenmesi anlamına geliyordu.

Gerçi bu din dışı konulara ait olan müzik yine de kilise müziği formundaydı ama içeriği dünyevileşmişti. Artık Avrupa derebeylerinin şatolarında şarkı söyleyip şiir okuyan ozanlar çoğalmıştı ve bunlar kilisenin baskısından da kurtulmuşlardı. Nitekim aynı dönemde siyaset de kilisenin baskısından kurtulmanın ilk adımlarını atıyordu.

Toplum tarihi ve müzik

Neo Marxistler bu işi bir adım daha ileri taşıyıp, kapitalistleşme sürecinde müziğin toplumla varolan cari bağlantısının artık bir tüketim ilişkisine dönüştüğünü söyleyecekler. Ki Türkiye'de rahmetli Ünsal Oskay Hoca da müziğin en büyük sorununun artık onun emprisizmin egemen olduğu bir bilinçten üretilmesi olduğunu söyleyecekti.

Ez cümle topum tarihi ile müzik tarihini örtüştüren okumalar yabana atılamayacak kadar derin analizler içermektedir.

Aynı vetireyi bizim ülkenin siyasi ve toplum tarihi için de izleyebiliriz. Nitekim geçen hafta vefat eden arabesk müziğin usta ismi Ferdi Tayfur için özellikle ulusalcı sol çevrelerin "kendisi de müziği de son derece iticiydi" mealindeki ifadeleri, ülkemiz solculuğunun "toplumsal gerçeklik" ile olan bağını bir kez daha gözler önüne serdi. Hümanizmden bahsedip faşist olmak, eşitlikten bahsedip kendisini toplum üstü bir sınıfta konumlandırmak ve halkçı olduğunu iddia edip halka içten içe kin ve nefret duymak katlanılabilir bir ruh hali değil ama o kadar başarılılar ki yüz yıla yakın bir süredir hala dimdik ayaktalar ve pervasızlıklarına da devam edebiliyorlar.

Müzik ile toplum arasındaki ilişkiyi kabaca tasnif ettiğimizde solcuların devrim şarkıları, beyazların Türk sanat müziği, muhafazakarların ilahi, köylülerin türkü, ulusalcıların Batı tarzı ve apolitik kişilerin de pop dinlediklerini kabaca ifade edebiliriz. Türk sanat musikisi ile saray ve saltanat tarihi arasında, halk ozanları ve şairleri ile köylüler ve köylülük arasında ve metropollerdeki itilmişlerin, gecekondularda yaşayanların tarihi ile arabesk müzik tarihi arasında bir ilişki kurulabilir.

'Amatör filozof'

Arabesk müziğin "kralları" ve öncü aktörleri olarak Orhan Abi, Müslüm Baba, Ferdi, Bergen ve İbo beşlisinin her birisi bahse konu gecekondu sosyolojisinin bir yüzünü, tipik özelliklerinden birisini yansıtır bize. Orhan Abi'nin "amatör bir filozof" olarak gecekondudaki sosyolojinin kendine ait bir felsefesi ve hayatı okuma tarzıyla özgün bir dilinin olduğunu, Müslüm Baba'nın bu sosyolojinin acısına ve hüznüne babalık ettiğini görüyoruz. Ki zaten bu kitleler her ne kadar biyolojik babaları hayattaysa da güvenecekleri bir liman olarak bir baba kültünden mahrumdurlar ve kendilerini hep yetim olarak görürler. O da bu rol için kalabalıkları kendine çeker. Ferdi Tayfur ise karamsarlığın, başarısızlığın ve pes etmenin eşiğindedir. İtilmişliğin ve horlanmışlığın hatıralarını bırakıp dönerken sevinçlidir sadece. Sosyolog Ramazan Yelken, "O yıllarda kaderine terkedilmiş, yoksulluğun, sefaletin bir o kadar da dayanışmanın, hayatta kalmanın, umudun, kavganın, mücadelenin diplerini ve doruklarını yaşayan bütün kenar mahalleler, varoşlar, gecekondular hem Ferdi, hem Orhan, hem Müslüm dinlerdi. ... Fakat Ferdi Tayfur benim için çok özeldi. Gençliğimin en derin duygularının, aşklarımın, kavgalarımın, umutlarımın, yenilgilerimin, ifadesini onun dizelerinde, tınılarında dinledim, yaşadım, hissettim. Resmi otoriteler, devlet ve onun seçkinleri onu TRT'ye, salonlara, konservatuarlara, kendi "seçkin" mekanlarına almadılar, küçümsediler, aşağıladılar. Analiz edemediler, anlayamadılar. Çünkü halksız, köksüz, katı modernleşme adına binlerce yıllık geleneklerinden, köklerinden kopmuşlardı. Oysa çok basit idi: Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu o yıllarda olsa Ferdi, Orhan, Müslüm gibi söylerdi. Çünkü seçkinler gecekonduyu, sabahçı kahvesini, varoşları bilmiyorlardı. Belki de bilmek, görmek istemiyorlardı" diye bir not düşmüş ölümünün ardından.

Onları gecekondularda yaşayanlara, kenar mahalle çocuklarına ve inşaatlarda çalışan işçilere asıl sevdiren şey ise sadece duygularına tercümanı olan ifadeler içeren müzikleri değildi. Aynı zamanda dinleyiciler için bu sanatçıların içinde kendilerinin diliyle konuşan bir vardı. O konuşunca sanki onların içindeki suskun adam konuşuyor gibiydi. Hatta ailelerinden birisi gibiydiler. Bizden birisiydi her biri. Hiçbiri jön değildi, moda ikonu değildi. Hiçbiri muktedirlerin sesi değildi.

Ferdi Tayfur'un hikayesi ile Türkiye'nin hikayesi çok benzer, köklerimize ve köyümüze geri dönme sevinci hep kursağımızda kaldı ve kalacaktır maalesef.

Ayrımcılığa, haksızlığa ve hakarete uğrayan kadınlığın niçin dünyaya geldiğini sorgularken kendi hayatından, hayatı zehir edilmiş olanların sesi olarak erken susturulmuştu Bergen. Sadece otuz yıl hayatta kalan Bergen; Doğuştan gülmezse insan gülmüyor/Yürekler acısı dertler dinmiyor/Bu hayat içime böyle sinmiyor/Allahım dünyaya biz neden geldik?" sorusunun kurbanı oldu adeta.

'Kendini öldürtecek kadar zengin oldu'

İbo, ki bendeniz kadim dostum Dr. Mehmet Akalın gibi kendisinin romantik bir hayranıyım, o da bu kitlenin bir başka özelliğine, onların içindeki gizli cevherlere işaret ederdi. Bir seferinde Sezen Aksu müzik konusunda mülaki olurken muhatabı ona "Sizin de hayranı olduğunuz bir sanatçı var mı?" diye sormuştu. O da tereddütsüz bir şekilde evet, İbrahim Tatlıses demişti. Gazetecinin çok şaşırdığını görünce de durumu izah etmek zorunda kalmıştı: Bakın ben bu işin akademisini okudum ve işin kitabını yazacak bir donanıma da sahibim ama bir sesi çıkarmak için en az altı ay çalışmam ve eğitim görmem gerekiyor ama o ise duyduğu anda o sesi içselleştiriyor ve aynısını söyleyebiliyor. O adeta itilmişlerin de önemli meziyetlere sahip oldukları veya olabileceklerin mümessiliydi ama o bununla yetinmeyip bulunduğu konuma ihanet edip çok çok zengin olmuştu. Diyarbakırlı meşhur sanatçı Bedri Aysel'i, "kendini öldürtecek kadar zengin oldu" dediğinden bir ay sonra vuruldu. Siyasete çok heves etti. Halkın ona verdiği desteğin sağladığı statü ile yetinmedi, milletin sevgisini yeterli görmedi. Tipik bir Doğulu gibi davranıp gücün şehvetiyle kendi kendisini bitirdi. Oysa o kara çadırın kızı olan sevgilisini almak için ölümü göze almıştı ve bu tam da kenar mahalle çocuklarının rüyasıydı. Acemice ve felsefi içerikten yoksun Yılmaz Güney öykünmesini bile sevmiştik.

Ülkenin içinde bulunduğu kör düğümün ve çelişkilerin belki de en çarpıcı sosyolojik olgusudur arabesk müzik sanatçıları ve dinleyicileri. Ne garip bir tesadüf ki halkçı devrimcilerin desteklediği jakoben beyazların, muktedirlerin yasakladığı bu "dolmuş ve gecekondu" müziğini, onların tanımı ile "Çankaya'nın şişmanı, işçi düşmanı" dedikleri bir muhafazakar lider olan Tugut Özal serbest etti.

Kurulu düzene, adaletsiz gelir dağılımına, ülkenin milli gelirinden mahrum kalmaya, Oxford'ta okuyamamaya, zenginin (ağanın) kızıyla evlenememeye isyan eden bu arkadaşlar daha ne yapsalardı acaba onlar için "muhalif sanatçı" olacaklardı? Halkın dinine ve inancına sövmeleri mi gerekiyor?

[email protected]