Ankara, Suriyeli mültecilerin güvenle evlerine dönebilmeleri, bundan sonraki yaşantılarını daha huzurlu yaşayabilmeleri için çok denklemli oldukça zor bir süreci yürütmeye çalışıyor. Ve bu adımları atmaya çalışırken provokasyonlar, yalan haberler hatta Türkiye'yi zan altında bırakacak planlı saldırılar düzenleniyor.
Faruk Önalan/ Yazar
Genel çerçevede devletler arasındaki ilişkiler -en kötü dönemlerde, pamuk ipliğine bağlı dahi olsa- devam eder. En azından istihbarat kurumları arasında diyaloglar sürer. İstihbarat teşkilatları kurumsal kimlikleri gereğince herkes ile her şart ve durumda bağlantı kurabilirler. İlk diplomatik temaslar da buradan alınacak sonuçlara göre şekillenir. Arap medyasında zaman zaman MİT Başkanı Hakan Fidan ile Şam Rejimi İstihbarat Şefi Ali Memluk'un -değişik ülkelerde- bir araya geldiğine dair haberler çıkar. Bazıları doğru bazıları yalan olabilir. Ancak görüşmüş olma ihtimalleri yadırganacak bir durum değildir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın "devletler arasında hiçbir zaman siyasi diyalog veya diplomasi kesip atılamaz" sözünü de bu kapsamda değerlendirmek gerekir.
Tarihsel bağlarımız var
Son yıllarda, özellikle bölgemizde yaşanan kitlesel olaylar zorlu süreçlerin yaşanmasına neden olmuştur. Yerinden, yurdundan edilmiş milyonlarca insan mülteci durumuna düşmüştür. Bu doğrultuda maalesef en fazla yükü, -insani ve ahlaki davranışın bir gereği olarak- "açık kapı" politikasını benimseyen Türkiye karşılamaktadır. Üstelik bombalardan kaçıp sınır hattına yığılan bu insanlarla tarihsel bağlarımız vardır. Bunu net olarak idrak edebilmek için Çanakkale Şehitliği'ne bakmak yeterlidir. (Halep, Hama, Idlib, Musul, Süleymaniye, Gazze, Beyrut vd. birçok bölgeden gelip Çanakkale'de şehit olan binlerce insan nasıl unutabilir ki?)
Suriye iç savaşı başlamadan önce Şam ile hem ticari hem de diplomatik ilişkiler oldukça ileri seviyedeydi. Vizeler kaldırılmıştı, yüksek düzeyli stratejik işbirliği toplantıları yapılıyordu. Türk iş insanlarının yatırımı bir milyar avroya ulaşmıştı. Diyaloğun her alanda bu kadar olumlu yürütüldüğü bir ortamda her şeyin altüst olmasını kim isteyebilir? Burada önemli bir diğer nokta da, -ilişkilerin iyi olduğu bu dönemde- Ankara'nın, halkın reform taleplerinin karşılanmasını istemesiydi. 15 Mart 2011 tarihinde barışçıl protestolar ordu ve polis tarafından sert şekilde bastırılmaya başlayınca Ankara tekrar devreye girdi. Esad, söz konusu olaylarla ilgili soruşturma başlatıldığını duyurmuş, meşru talepler konusunda adım atılacağını belirtmişti. Bu durum 25 Mart 2011 tarihindeki Türk Dışişleri Bakanlığı açıklamasına da yansıdı: "Cumhurbaşkanı Beşar Esad'ın talimatı doğrultusunda, olaylarda meydana gelen can kayıplarının faillerini saptamak için soruşturma başlatılmasını ve gözaltına alınan kişilerin salıverilmesi kararını doğru yönde atılmış adımlar olarak değerlendiriyoruz. Suriyeli yetkililerin halkın meşru taleplerinin ve beklentilerinin karşılanmasını teminen siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda reform çalışmalarının başlatılması konusundaki açıklamalarını memnuniyetle karşılıyoruz. Gerekli çalışmaların süratle tamamlanarak alınacak kararların zaman kaybedilmeden uygulamaya konulması son derece önemlidir." Ankara, siyasi partilerin kurulması, sivil toplum kuruluşlarının inşası gibi başlıklar altında birtakım önerilerde bulunmuş, Esad da bu önerilere olumlu yaklaşmıştı. Ancak söz konusu tavsiyeler uygulamaya geçirilmedi. –Başbakan- Erdoğan, 2011 genel seçimlerinde Ak Parti'nin başarısından dolayı kendisini tebrik etmek için arayan Esad'a bu durumu bizzat iletti. Öncesinde, katıldığı bir televizyon programında, Mahir Esad'ın gerçekleştirdiği katliamlardan duyduğu rahatsızlığı dile getirmişti. Telefon görüşmesinde de bunu gündeme getirdi.
İran'ın desteklediği isim
Beşar Esad'ın kardeşi Mahir'in İran yanlısı olduğu ve İran istihbaratı tarafından desteklendiği bilinen bir gerçek. Şam ile ilişkilerin henüz bozulmadığı dönemlerde İran resmi/yarı resmi haber ajansları, Şam'a bağlı sitelerde Türkiye aleyhinde kışkırtıcı propaganda yürütülüyordu. Muhaberat ajanlarının organize ettiği, Türkiye içindeki rejim yanlısı gösterilerin, Türkiye'nin Şam Büyükelçiliği ve Halep Başkonsolosluğu önündeki protestoların ardında, Mahir Esad ve onun destekçisi İran vardı. Dera, Hama katliamları derken iki bine yakın Suriyelinin rejim tarafından katledildiği bir dönemde Başbakan Erdoğan tekrar iletişime geçti. Çünkü saldırılardan kaçan halk Türkiye sınırına doğru doğru akın akın kaçmaya başlamıştı.
"Artık burada da sabrın son anlarına geldik. Ve bunun içinde bu süreç içerisinde salı günü Dışişleri Bakanımı Suriye'ye gönderiyorum. Kendileriyle gerekli olan görüşmeleri orada yapacaklar. Ve bu görüşmelerde mesajlarımız kendilerine artık kararlı bir şekilde iletilecektir. Ondan sonraki süreç verilecek cevaba ve uygulamaya göre şekillenecektir.'' Yapılan son uyarılar da dikkate alınmadı. Ve bugün, yüzbinlerce insanın hayatını kaybettiği, milyonlarcasının yerinden edildiği, parçalanmış bir Suriye karşımızda durmaktadır.
Tehlikeli komplo
Ankara iç savaşın çıktığı ilk günden itibaren güvenli gölge, uçuşa yasak alan konusunu sürekli gündemde tuttu. İran ise bu fikre açıkça karşıydı. Dini lider Hamaney'in, -Esad'ın Tahran ziyareti esnasında- Ankara'nın Suriye'nin kuzeyinde oluşturmayı planladığı "güvenli bölge" amacı ile ilgili "tehlikeli komplolardan biri, güçlü şekilde karşı çıkılmalı" cümlesini yeniden hatırlayalım. Yeri gelmişken, bu ziyarette Esad'a Tahran'a kadar eşlik eden ve Hamaney'in önüne çıkaran Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani'den başkası değildi. Öyle bir ziyaretti ki bu, dönemin Dışişleri Bakanı Cevad Zarif'in bile haberi sonradan olmuştu.
Ankara'nın çağrılarına Amerika'dan cılız da olsa destekler geliyordu. Cumhuriyetçi Senatör John McCain başta olmak üzere önemli politikacılar Suriye muhalefetinin silahlandırılması ve Esad karşıtlarının sığınabileceği güvenli bölge oluşturulması çağrısında bulunuyordu. Hatta dönemin Savunma Bakanı aynı zamanda eski CIA Direktörü olan Leon Panetta, eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile birlikte Obama'ya "Suriyeli muhalifleri silahlandıralım" önerisinde bulunduklarını yazmıştı. ABD Suriyeli muhaliflere yönelik bir dönem eğit-donat faaliyeti yürüttü ancak daha bunu sonlandırıp PKK ile işbirliğine gitme yolunu seçti. Tabii bunun için, terör örgütleri listesinde (Suriye uzantısıyla birlikte) bulunan PKK/YPG'yi meşrulaştırmaları gerekiyordu. Aradıkları fırsat (!) ayaklarına gelmişti, tam bu esnada DEAŞ terör örgütü Irak'tan sonra Suriye'de eylemlere başlamış ve mevzi kazanmaya başlamıştı. Terör örgütü PKK/YPG'ye "demokratik" kılıfı giydirip "Suriye Demokratik Güçleri" haline getirdiler ve sonra DEAŞ'ın karşısına çıkarıp dünya kamuoyuna PR'ını yaptılar. Oysa PKK/PYD iç savaşın ilk çıktığı dönemde Esad ile yaptıkları anlaşma gereği Şam'ın onlara bıraktığı yerlere, tek kurşun atmadan yerleşmişler adına da sözde "Rojava Devrimi" demişlerdi. Bugün bile PKK/PYD kontrolündeki Haseke'de çalışanların maaşını Şam yönetimi vermektedir. ABD koruması altında, elde ettikleri doğal gaz ve petrolü Şam'a satıp ekstra gelir etmektedirler. Geldiğimiz noktada bu duruma ne Şam, ne Tahran, ne Moskova ne de Washington itiraz etmemektedir. Aynı ülkeler, Türkiye'nin sınırlarını güvenli hale getirmek için yapmayı planladığı sınır ötesi operasyon karşısında, ortak paydada birleşip karşı çıkmaktadırlar. Bir önceki ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, "Suriye'de İran postallarını çıkarana kadar mücadele edeceğiz" diyordu. Lakin söz konusu Türkiye'nin çıkarları olunca İran'la da aynı çizgide buluşabiliyorlar. Hali hazırda Rusya Akdeniz kıyısındaki stratejik Tartus Limanı'nı, İran da Lazkiye limanını işletmektedir.
'Dört katını veririz'
Diğer yandan ülkelerine mülteci gelmesini istemeyen Avrupa ülkeleri de, Suriyelilerin gönüllü ve onurlu şekilde geri dönüşlerini temin edecek operasyona, dolayısıyla oluşturulacak güvenli bölgeye destek vermemektedirler. Türkiye bugüne kadar on binlerce briket evi kendi imkânları ile inşa etti. AB, yardımın ne şekilde, hangi organizasyon üzerinden yapılacağını tartışıp, oyalama taktiğini sürdürmektedir. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun açıklamalarından anlaşılacağı üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan oldukça manidar bir tepki vermişti: "Mültecileri şartsız koşulsuz siz alın, vereceğiniz yardımın dört katını ben size vereyim."
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin oy birliği kabul ettiği, 18 Aralık 2015 tarih ve 2254 sayılı karar doğrultusunda Suriye'de güvenilir, kapsayıcı ve bir mezhebe dayanmayan bir hükûmet oluşturulması planını Türkiye desteklemektedir. Hatta Türkiye'nin gayretlerinin bir neticesi olan Astana sürecinin sonuçlarından Anayasa Komitesi'nin oluşturulması son derece önemli bir adımdır. Bu komite elli kişi Şam yönetiminden, elli kişi muhaliflerden elli kişi de BM'nin davet ettiği temsilcilerden olmak üzere toplam yüz elli kişiden oluşmaktadır. Ayrıca, Ankara'nın sağlam tavrı sayesinde PKK/PYD'nin masada olmasının önüne geçilmiştir. Cenevre'de gerçekleştirilen görüşmelerde şimdiye kadar sekiz tur gerçekleştirildi. Dokuzuncu tur Temmuz ayı sonunda yapılacaktı ancak ileri bir tarihe ertelendi. Henüz bir sonuç çıkmayan toplantılarda karar alınması için üyelerin en az yüzde 75'nin "evet" oyu vermesi gerekmektedir. Türkiye'nin son zamanlardaki gayretlerini de bu çalışmaların doğrultusunda değerlendirmek daha hakkaniyetli olacaktır. Zira Türkiye'nin yapmak istediği, muhalifler ile Şam rejimini barıştırmak değil belli konularda uzlaştırmaktır. Yukarıda da belirttiğim üzere Ankara, Suriyeli mültecilerin güvenle evlerine dönebilmeleri, bundan sonraki yaşantılarını daha huzurlu yaşayabilmeleri için çok denklemli oldukça zor bir süreci yürütmeye çalışıyor. Ve bu adımları atmaya çalışırken provokasyonlar, yalan haberler hatta Türkiye'yi zan altında bırakacak planlı saldırılar düzenleniyor.
Geçtiğimiz aylarda düzenlenen Tahran zirvesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye'de PKK/YPG'ye yönelik harekât konusunda kararlılığını bildirmişti. Hemen bir gün sonra Kuzey Irak Zaho'da bir piknik alanına saldırı düzenlendi. Henüz cenazeler yerdeyken saldırının TSK tarafından gerçekleştirildiğine dair yalan haberler anında servis edildi. İran yanlısı milisler ve PKK'nın organize ettiği protesto gösterileri düzenlendi. Kuzey Irak'taki Türk üslerine saldırı girişimlerinde bulunuldu.
Mevlüt Çavuşoğlu'nun "uzlaştırma" açıklaması çarpıtılarak servis edildi. Suriye'nin kuzeyinde Türk bayrağına yönelik saldırılar gerçekleştirildi. Yine geçtiğimiz günlerde İran Devrim Muhafızları'na yakın Tasnim Haber Ajansı, Ankara'nın Suriye Muhalefeti Ulusal Koalisyonundan Türkiye'yi terk etmesini ve kendilerine başka bir yer bulmasını istediğini yazdı. Bu haber de muhatapları tarafından kısa süre içinde yalanlandı. Çünkü daha bir hafta önce Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu Suriye Ulusal Koalisyonu Başkanı Salem Al-Meslet, Müzakere Komisyonu Başkanı Bedr Camus ve Geçici Hükümet Başbakanı Abdurrahman Mustafa ile görüşmüştü. Ayrıca Suriye muhalefetinin, BM Güvenlik Konseyi'nin 2254 sayılı kararı çerçevesinde, siyasi sürece katkısını, Türkiye tarafından takdir edilip desteklendiğini bir kez daha deklare etti.
Şangay Beşlisi Eylül ayında toplanacak ve Putin bu zirveye Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı da davet etmişti. Tasnim Haber Ajansı, Putin'in toplantıda Erdoğan ve Esad'ı bir araya getireceğini iddia etti. Bu haber de Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu tarafından yalanlandı.
Sonuç olarak Türkiye, her türlü provokatif eylemlerin, saldırıların gölgesinde bazı adımlar atıyor. Şam yönetimi Dışişleri Bakanı Faysal Mikdad'ın talep ettiği üzere, Türkiye'nin mevcut şartlar altında Suriye'den çıkma gibi bir lüksü ise hiç yok. İstihbarat teşkilatlarının ve diplomatların belirli seviyede görüşmesi bir süre daha devam edeceğe benziyor. Buralardan kayda değer, sağlam garantiler alınırsa görüşme bakanlar düzeyine taşınabilir. Bunun da kısa vadede gerçekleşmesi zor görünüyor. Türkiye'nin beklentileri son derece net:
Sınırların terörist oluşumlardan tamamen temizlenmesi ve sınır güvenliği
Suriye'nin toprak ve siyasi bütünlüğü
Göçmenlerin güvenli ve onurlu bir şekilde evlerine geri dönebilmeleri