Millî eğitim, kurucu değerler ve çarpıtılan kavramlar

Prof. Dr. Mustafa Gündüz/ Eğitim Tarihçisi
5.07.2023

Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişte en keskin ideolojik dönüşümün 1924'ten itibaren hayata geçirildiği ve bu tarihten itibaren millî eğitimin aslında iktidarın siyasî tercih ve görüşüne göre belirlendiği açıktır. Din, tarih ve kültürel değerlerden soyutlanmış bir millî eğitimin düşünülemeyeceği realitesi, erken cumhuriyet eğitimcilerine millî eğitimi ancak “muğlak ve biçimsiz” bırakma seçeneği bırakmıştır.


Millî eğitim, kurucu değerler ve çarpıtılan kavramlar

Prof. Dr. Mustafa Gündüz/ Eğitim Tarihçisi

Eğitim sisteminin niteliği, değişimi ve reform tartışmaları dinamizminden hiçbir şey kaybetmezken, son zamanlarda millî eğitim, çağdaşlık, laik eğitim, tevhid-i tedrisat, imam hatipler, din ve değerler eğitimi gibi konularda ideolojik ve otokratik vurguları güçlü, tarihî, felsefî ve pedagojik zeminleri son derece sığ, tartışmalı gazete yazıları sürekli kendini göstermektedir. Bu yazılar, Türkiye'de millî eğitimin yakın tarihindeki oluşum ve dönüşüm sürecini büyük ölçüde görmezden gelirken yirminci yüzyılın başından kalma tam batıcı, ideolojik, ülke gerçeklerinden kopuk, sürekli çatışma üreten ötekileştirici üsluplarını sürdürmekte ısrar etmektedir. Eğitimimizin ciddi yapısal meselelerinin olduğu ve bunun Cumhuriyet öncesine uzanan karmaşık ve tabakalı kavramsal zeminlerden kaynaklandığını bilmek ve onun üzerine düşünmek sorunların çözümü için daha anlamlı bir başlangıç olacaktır.

19. yüzyılın başlarından itibaren modern hayatın kuşatıcı dinamiklerinden biri merkezî kontrol ve planlama niteliği güçlü "millî eğitim" sistemleridir. Daha önce örneğine ve pratiğine rastlanmayan bu yeni oluşumdaki millîlik vurgusu Fransız İhtilali sonrasında tezahür eden "nation/ulus" kavramsallaştırmasıyla doğrudan ilgili bir tasavvurdu. Arapçadan dilimize geçen "millet" kavramı Osmanlı-Türk ilim terminolojisinde "aynı dine inanan insanlar topluluğu" manasını taşırken, "ümmet" ise kısmen kökene ve asabiyete vurgu yaparak daha siyasî bir muhteva taşıyordu. 19. yüzyılda Avrupa'da yeşeren "nation"a karşılık bulma sürecinde bu iki kavram taban tabana yer değiştirdi. Tanzimat'ın ilk senelerinden itibaren kültür ve siyasete de işlevsel eşlik eden 'nation'a karşılık kullanılmaya başlanan millet ve millî kavramlarının mahiyeti II. Meşrutiyet'e kadar dinî yönü ağır basarak kullanılmaya devam etti. Ziya Gökalp millet ve onunla iltisaklı kavramların mahiyetini modern paradigma doğrultusunda doldurarak yeniden tanımladı ve böylece 'millet'e şamil olan hususları anlatan millî kavramının ne olduğuna dair tartışmalar başladı. "Millî terbiye" (millî eğitim) de ilk defa bu dönemde kapsamlı bir şekilde gündeme geldi. Gökalp'e göre millet, "ne coğrafî ne ırkî, ne siyasî ne de iradî bir zümre değildi. Millet, dilce müşterek olan, aynı terbiyeyi almış fertlerden müteşekkil kültürel bir zümreydi". Buradaki kritik kavram elbette "kültür"dü. Şu halde kültür ve onun temel bileşenleri neydi? Buna verilecek cevap aynı zamanda "millî terbiyeyi" de açıklayacak bir zemin sunacaktı. Nitekim Gökalp'in gerek kültüre gerekse millî terbiyeye yönelik yaptığı tanımlama ve sınırlama erken cumhuriyet döneminde aynen kullanıldıysa da kısa bir süre sonra dönüştürüldü ve muğlak hale getirildi.

'Milli eğitim" yerine kullanılan "millî terbiye" kavramı büyük ölçüde II. Abdülhamid döneminde kendini gösterdi. Aslında o dönemde bugün "eğitim" yerine kullanılan "maarif" bir üst/çatı kavram olarak, altına "talim ve terbiye" alarak kapsayıcı bir anlam dünyasına sahipti. II. Meşrutiyet'ten itibaren maarifin giderek genişleyen ve iyice muğlak hale gelen anlam dünyası içinden "terbiye", modern eğitim sistemine karşılık kullanılmaya başlandı. Böylece her ne kadar terbiye, eğitim sisteminin bütününü anlatmasa da en azından bilgi, davranış ve somut eylemler kısmını anlatan bir kavram olarak dile yerleşti.

Dinî millî ve vatanî mücahede

Modern batının bilim, fen, teknik ve günlük hayat pratiklerindeki dönüşümlerine karşı bir Tanzimat icadı olan "maarif", Cumhuriyet'e doğru gelirken yerini daha alt derecedeki talim ve terbiyeye bırakırken, millî terbiyenin ne olduğu da en sık tartışılan kavramlardan biri haline geldi. Mondros mütarekesini müteakiben, bu vatanda bağımsız ve onurlu bir şekilde yaşayabilmek için başlatılan mücadelede Mustafa Kemal'in de sıklıkla tercih ettiği söylem büyük ölçüde "dinî millî ve vatanî mücahede" kavramlarıyla örülüydü. 23 Nisan 1923'te Ankara'da kurulan Büyük Millet Meclisi'nde oluşturulan irca vekillikleri arasında "maarif"in de olması, mücadelenin başarılacağına duyulan güven göstergelerinden biriydi. Zira vatanın işgalden kurtarılmasını müteakiben asıl mücadele sahalarından birinin talim ve terbiye olduğuna uzun zamandan beri vurgu yapılıyordu. Şu halde Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu değerlerinin zemini olan TBMM'nin maarif siyaseti neye müstenitti? Eğitim amaçları nasıl belirlenmişti? Bu sorunun cevabını 9 Mayıs 1920 Pazar günü yapılan Büyük Millet Meclisi'nin ilk toplantısında, ilk Maarif Vekili Rıza Nur Bey'in maarife dair program sunumunda bulmak mümkündür. Maarif Vekili, TBMM'nin "çocuklara verilecek terbiyedeki temel gayesinin her manasıyla dinî ve millî olacağını vurguladıktan sonra, onları hayat mücadelesinde muvaffak kılacak, dayanak noktasını kendi nefislerinde bulacak kudret sahibi insanlar yetiştirmek" olduğunu dile getirmişti. Vekil devamında TBMM'nin maarif amaçlarını "Bütün mekteplerimizi en ilmî ve en asrî (çağdaş) esaslara dayalı olarak yeniden tanzim ve programlarını ıslah etmek, milletin mizacına, coğrafyanın şartlarına, iklime, gelenek ve göreneklere, tarihe ve topluma uyumlu ilmî ders kitapları hazırlamak, zengin bir Türkçe sözlük hazırlamak, millî ruhu canlandıracak tarihî, edebî ve içtimaî eserleri erbabına yazdırmak, bu milletin kendi öz tarihi eserlerini tescil ve muhafaza etmek, Şarkın ve Garbın ilmî ve fennî eserlerini tercüme etmektir" şeklinde dile getirmişti.

TBMM'nin eğitim programından sonra 'millî terbiye'nin millî, dinî ve asrî (çağdaş) temele oturtulacağına yönelik söylemler geniş kabul bulduysa da millî ve dinî kavramlarına yönelik tartışmalar başladı. Ziya Gökalp başta olmak üzere dönemin önde gelen terbiyecileri ve aydınları millî ve dinî terbiye kavramlarının birbirine içkin olduğunu vurguladılar. Buna göre, millî eğitim dinî eğitim demekti, muhtevasında dinî eğitim olmayan bir eğitim zaten millî de olamazdı. Kültürün mahiyetini büyük ölçüde dil ve din belirlediğine göre, eğitimin millî olması da dinî olmasından geçebilirdi. Bu bakımdan TBMM istikbaldeki eğitimin millî ve asrî karakterine vurgu yaptı ve bu kabul 1924'ün ortalarına kadar devam etti.

Selim, ruhlu bir Müslümanlık

Millî mücadelenin yoğun bir şekilde devam ettiği süreçte eğitim mücahedesi de dinî ve millî söyleme vurgu yapılarak aksatılmamaya gayret edilmişti. 15 Temmuz 1921'de Maarif Vekili Hamdullah Suphi'nin önderliğinde Ankara'da toplanan Maarif Kongresi'nin açılış konuşmasında Mustafa Kemal, "dikkat ve itina ile işlenmiş bir millî terbiye programı vücuda getireceklerini ve mevcut maarif teşkilatını daha verimli hale getirmek için çalışacaklarını" dile getirdi. "Şimdiye kadar takip edilen tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin geri kalmasında en mühim bir amil olduğu" kanaatini belirttikten sonra "millî terbiye programının eski devrin hurafâtından ve evsaf-ı fıtriyemizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, Şarktan ve Garptan gelen bil-cümle tesirlerden tamamen uzak, seciye-i milliye ve tarihiyemizle mütenasip bir kültürden" bahsetmişti. 1922'de yeni dönemin eğitim ve kültür hayatına katkı vermek amacıyla Anadolu Terbiye Mecmuası adında bir dergi yayımlamaya başlayan geleceğin sıkı Kemalist'i Kazım Nami (Duru), "memleketin içinde bulunduğu maddî, manevî, iktisadî ve medenî zavallı durumdan yalnız ilim ve sanatla kurtarılamayacağını, yeni nesle kuvvetli bir dinî his vermeye şiddetle ihtiyaç olduğunu" vurgulamıştı. Ona göre bu ihtiyaç "korkunç bir taassupla değil, selim, ruhlu bir Müslümanlıkla temin" olunabilirdi.

8 Mart 1923'te İsmail Safa (Özler) tarafından yayımlanan ve kamuoyunda Misâk-ı Maarif (Eğitim Andı) adıyla meşhur olan genelge ile Maarif Vekâleti'nin eğitim amaçlarının uygulamaya konulduğu bildiriliyordu. Buna göre eğitimin ilk amacı, "millî ve asrî eğitimi yurdun en uzak köşelerine kadar yaymak, gençlere kuvvetli bir millî his vermek, onları çalışkan ve üretici, kuvvetli ve azimli bireyler olarak yetiştirmekti". Her öğrenim basamağının belirli amaçları vardı: İlkokulun temel amacı "çocukta dinî kişiliği, dinî bilgi ve duyguyu oluşturmaktı". Eğitimin ruhunu, millî-dinî ve asrî vasfını Mustafa Kemal 22 Mart 1923'te Konya Darü'l-Hilâfe Medresesi'ni ziyaretinde hocalara ve talebelere hitaben daha da kuvvetli bir şekilde, "tedris ve tederrüs cidden hakikat-i diniye dairesindedir. İnşallah memleketimizi, milletimizi ihya edecek asrî ve hakiki ulema siz olacaksınız" sözleriyle bir kez daha vurgulamıştı.

Millî mücadelenin zaferle neticelenmesinden sonra artık geleceğin nesli ve eğitimi meselesine daha geniş ve derinlikli bakmak gerektiğinden millî eğitim konularını genişçe ele alabilmek için her kesimden katılımcıyla tartışıp bir plan ve programa bağlamak amacıyla 15 Temmuz 1923'te Ziya Gökalp'in başkanlığında dönemin pek çok eğitimci, felsefeci ve aydınının da katıldığı Birinci Heyet-i İlmiye toplandı. Eğitimin "millîlik ve asrilik" yönü bu toplantıda dikkatlice ele alındı ve "millî terbiyenin dinî terbiyeyi muhtevi bir unsur olduğuna vurgu yapılarak, ikisinin toplamının asrî/çağdaş olduğu dile getirildi. Millîlik kavramının içeriği hakkında anlaşıldıktan sonra ona ilişen diğer pek çok başlık (maarif-i umumiye icraat programı, millî kültür, tercüme, millî sözlük ve dilbilgisi, millî müzik, dil ve edebiyat, millî tarih kitaplığı, millî hazine-i evrak (arşiv), millî tarih ve coğrafya enstitüleri, millî müze vd.) toplantında görüşüldü. Burada üzerinde durulan önemli konulardan biri de "din eğitim ve öğretiminin ezberden kurtarılıp nitelikli ve dini sevdirici hale getirilmesi" idi. 15 Eylül 1923'te TBMM 4. İcra Vekilleri Heyeti Programı'nın maarif bölümünde maarifin millî ve asrî yönüne yeniden yer verildi, terbiye ve talimin millî kültüre ve asrî medeniyete dayalı olacağı belirtildi.

23 Nisan 1920'de kurulan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurucu iradesini temsil eden Meclis, 16 Nisan 1923'te son oturumunu yaptı. Seçimlerin yenilenmesiyle ileride tamamı Halk Fırkası grubunu oluşturan vekillerinden oluşan ve 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşmasını onaylayacak İkinci Meclis 11 Temmuz 1923'te göreve başladı. Cumhuriyet 29 Ekim'de ilan edildi ve kısa bir süre sonra 3 Mart 1924'te eğitim-öğretim hayatını derinden etkileyen Tevhid-i Tedrisat kanunu kabul edildi. 23 Nisan 1924'te Maarif Vekili Vasıf Bey (Çınar) başkanlığında İkinci Heyet-i İlmiye toplandı ve programlarda acil değişiklik kararı alındıysa da İlk Tedrisat Talimatnamesi bir sene öncesinin amaçlarını büyük ölçüde muhafaza etti. 1923'teki ilk tedrisat nizamnamesi 1913 programından çok farklı değildi. Çocuklara hayat için en çok lazım olan malumatı kazandırmak ve onları dindar, vatanperver, gayret ve devamlılıkla çalışan birer insan olarak yetiştirmek amacı tekrarlandı. Kur'an-ı Kerim, Malumat-ı diniye gibi dinî dersler programda varlığını sürdürdü.

Yabancı eğitim uzmanlarının akını

Ne olduysa bu tarihlerden sonra oldu! Millî terbiye, kurucu değerler ve tarihî ve toplumsal ruha uygun eğitime dair yapılan vurgular ve üzerinde uzlaşılan tanımlar, kavramlar bir anda yeniden tartışmaya açıldı. Türkiye bir kere daha geleceğin eğitim sistem ve felsefesini belirlemek üzere yabancı eğitim uzmanlarının akınına uğradı. Eğitimin millî vasfındaki dinî mahiyete ve Müslüman şuuruna vurgu yapan eğitimci pedagoglar bir anda daha önce yazıp söylediklerinin tam aksi görüşler serdetmeye başladılar. İsmayıl Hakkı (Baltacıoğlu), Ali Haydar (Taner), Kazım Nami (Duru), Sadrettin Celal (Antel) vb. gibi Cumhuriyet'in eğitim öncüleri, 1924'ün ortalarından itibaren "millî eğitimi" yeniden mahiyet itibariyle tartışmaya açtılar. 1924'ün ilk dönemi için hazırlanan İlkokul Programı Cumhuriyet'in Osmanlı'dan kendini ideolojik olarak ayırdığı ve vatandaşıyla olan ilişkilerini yeniden tanımladığı bir program olarak kendini gösterdi.

Dini unsurlar temizlendi

Mustafa Kemal Atatürk, Kasım 1924'te Samsun'da, "Türk Cumhuriyeti'nin yeni nesle vereceği terbiyenin millî terbiye olduğunu katiyetle ifade ederim. (...) Millî terbiyenin ne olduğunu bilmekte artık bir gûna teşevvüş kalmamalıdır" diyerek millî terbiyenin mahiyetindeki ciddi değişime işaret etti. Yeni devrin eğitimindeki millîlikten ne anlaşılması gerektiğini en açık şekilde 1925'te başbakan sıfatıyla İsmet İnönü Muallimler Birliği Kongresi'nde konuşurken şöyle ifade etti: "Millî terbiye istiyoruz, bu ne demektir? Bunu zıddıyla daha vazıh anlarız. Millî terbiyenin zıddı nedir derlerse söyleyebiliriz: Bu belki dinî terbiye yahut beynelmilel terbiyedir. Sizin vereceğiniz terbiye dinî değil, millîdir. Sizin vereceğiniz terbiye dinî değil, beynelmilel değil, millîdir". Böylece "millî eğitim" için bir sene öncesinin tamamen zıddı yepyeni bir mahiyet, zemin ve ruh belirlenmişti. Millî eğitimin mahiyetinde dinî unsurlar olamazdı! Bu tavır ve tanım hızla yaygınlık kazandı ve Ali Haydar Taner'in Millî Terbiye ve Reşit adında bir öğretmenin 1927'de yayımladığı Milli Terbiye ve Hedefleri başlığıyla kitapta daha ileri boyutlara taşındı. Örneğin Reşit'e göre "millî terbiye, millî bünyemize dayanacaktır. Millî bünyemizin yapısı nedir? Teokrasi ve despotizmin aksi. O halde millî eğitimimiz, teokrasinin amaçlarına karşıt olacaktır." Eğitim programcıları ve bürokratları ellerini çabuk tuttular ve hızla yeni programlar hazırlayarak eğitim-öğretim sürecinin bütün aşamalarından dinî unsurları, görünümleri, söylemleri temizlemeye giriştiler. Tevhid-i Tedrisat sonrasında bir genelge ile medreseler ve sıbyan mektepleri kapatıldı, kanunun amir hükmü gereği açılan 34 İmam Hatip Mektebi'nin 31'i iki sene içinde kapanmaya zorlandı. Kalanlar da üç sene sonra kapatıldı.

1926'da hazırlanan yeni ilk ve orta öğretim programında sadece ilkokulda bir saat din dersi bırakıldı. Arapça ve Farsça dersleri kaldırıldı, sınıfta, okulda ve diğer eğitim ortamlarında dini hatırlatan hat, levha, yazı, ritüel, kutlama (Mevlid kandili) yasaklandı. Modernitenin kendini simge ve semboller üzerinden göstermek realitesinin Cumhuriyet inkılapları içindeki karşılığı alfabe devrimi oldu. Kamusal alanın dini hatırlatan alfabeden temizlenmesi kültürel değişimin ve yeni nesil yaratmanın en kesin ve kestirme icraatı oldu. 1929 İlk Mektep Talimatnamesi'nin amacı çocukları millî hayata bağlamaktı, bir sene sonra yapılan yeni programda ise din dersleri her haliyle programlardan çıkarıldı. (Köy okullarında bir saatlik ders 1937'ye kadar devam etti). İsmail Kara'nın ifadesiyle "dinin paranteze alınması ve statüsünün en alta çekilerek biçimsizleştirilmesi" 1930'ların başından itibaren hızlandı. Yeni rejim resmi kurumlardaki dinî eğitim ve öğretimi iyice aşağı çekip, dışarıda kalanları da pozitivist çerçeveye sokmaya çalışırken, sivil alanı tehdit ve tahdit edici uygulamalar başlattı.

"Millî eğitim" ve devlet ilişkisinin en kritik ve zirve noktası 1936'da yaşandı. Bu tarihte yeni bir ilköğretim programı hazırlandı ve buna göre Cumhuriyet Halk Fırkasının programı devletin genel eğitim programı haline getirildi. Halk eğitiminin temeli olarak görülen ilkokulun amacı "okula devam edecek çocukların kuvvetli cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik, inkılâpçı yurttaşlar olarak yetiştirmesini" sağlamak olarak belirlendi. Yeni yazdırılan ders kitapları ve 1926'da uygulamaya konulan toplu tedris yöntemiyle bütün derslerin içine yedirilen bu ideolojik kuşatma, her tür okulda ve her kademede âdeta kemikleşen bir pedagojik siyasallaştırmaya dönüştü.

Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişte en keskin ideolojik dönüşümün 1924'ten itibaren hayata geçirildiği ve bu tarihten itibaren millî eğitimin aslında iktidarın siyasî tercih ve görüşüne göre belirlendiği açıktır. Din, tarih ve kültürel değerlerden soyutlanmış bir millî eğitimin düşünülemeyeceği realitesi, erken cumhuriyet eğitimcilerine millî eğitimi ancak "muğlak ve biçimsiz" bırakma seçeneği bırakmıştır. Türkiye'de eğitimin millîlik muhtevasının muğlaklığı ve 1936'daki parti-devlet bütünleşmesi garabetinin ruhunun hâlâ yaşadığı söylenebilir. Buna karşın, son yirmi senede daha çok fiziki sahaya yönelik eğitim reformlarını, bilim, çağdaşlık, laiklik, ilerleme, karşı-devrim vb. üstten ve ötekileştirici söylemlerle eleştirenlerin, millî iradenin kenara itilmesinden sonra muğlaklaştırılan, biçimsizleştirilen, içi boşaltılan ve sırf kendilerine çıkar sağlayan kamusal düzenleme ve imtiyazların kaybedilme güdüsüyle tarihi realiteden bihaber yazıları söz konusu karmaşayı daha da arttırmaktan ibarettir.

[email protected]