Mezarlıkta kendimizi neden bir sanat galerisinde gibi hissedelim?

Röportaj: Faruk Yaslıçimen / İbn Haldun Üniversitesi Öğretim Üyesi
5.02.2021

Belkıs İbrahimhakkıoğlu: "Mezarlıklarda tantanaya gerek yok. Günün sonunda mezar başına gidip dua edeceğiz. Gözümüzü sağa sola kaydıracak, aşırı yorumlanmış ve yorucu tasarımlardan kaçınmak gerekir. Yunus Emre'nin "Başları ucunda hece taşları / Ne söylerler, ne bir haber verirler" mısralarıyla ebediyeti fısıldayan mezarlarla bütünleşiriz ancak."


Mezarlıkta kendimizi neden bir sanat galerisinde gibi hissedelim?

Röportaj: Faruk Yaslıçimen / İbn Haldun Üniversitesi Öğretim Üyesi

Geçtiğimiz aylarda İstanbul Büyükşehir Belediyesi "İstanbul'un Mezarları Tasarım Yarışması" adı altında bir yarışma düzenledi. Amaç, İstanbul'un kültürel kimliğine önemli katkılarda bulunmuş kıymetli şahsiyetler için mezarlar tasarlamak. Bu minvalde Neyzen Tevfik'ten Lefter Küçükandonyadis'e, Hilmi Ziya Ülken'den Elmalılı Hamdi Yazır'a, Adile Naşit'ten Ahmet Mete Işıkara'ya kadar sadece İstanbul değil Türkiye'nin ortak değeri olan şahsiyetler için mezar tasarımları yarıştı. Yarışma 2020 yılı Aralık ayında tamamlandı. Peki acaba maksat hasıl oldu mu? Ortaya çıkan mezar tasarımları bazı soruları da beraberinde getirdi. Yazar Belkıs İbrahimhakkıoğlu ile mezar tasarımının makul sınırları hakkında konuştuk.

Belkıs Hanım, tanıdığım kadarıyla siz cenaze merasimlerine katılmaya ve mezarlık ziyaretlerine önem veren birisiniz. İkametiniz de Karaca Ahmet Mezarlığı'na yakın bir yerde. Sizin için mezar ve mezarlık ziyareti ne anlam ifade ediyor?

Cenaze merasimlerine elimden geldiğince, çok önemli bir engel yoksa katılmayı ihmal etmiyorum. Mevtanın duasını etmek, ona helâllik vermek içimi huzurla dolduruyor. Evvel giden ahbaba selâm vermek gibi. Hayatıma görüntülerini bırakmış olanlara karşı vefasız olmak istemiyorum.

Diğer yandan ölenin yakınlarıyla kederlerini paylaşmayı, yanlarında olmayı da istiyorum. Cenaze merasimlerine gitmek büyük şehirlerde aynı zamanda aileye baş sağlığı verme imkânını sağlıyor. Eskiden evlere gidilerek yerine getirilirdi. Büyük şehir şartlarında buna her zaman imkân olmuyor.

Çocukluğumdan beri mezar ziyaretleri bana huzur verir. O derin sessizliğin insanda uyandırdığı sonsuzluk duygusunu seviyorum. Ölümün son değil, bir yolculuğa hazırlık olduğunu hatırlatıyor. Toprağın koynundakilerin bizimle irtibatlarını kesmediklerini hissediyorsunuz.

Cenaze merasimleri esnasında o yolculuklara şahitlik ederken insanı içine çeken bir hüzün ve sükûnet ortamı oluşuyor. Ancak her mezarlıkta aynı huzur ve derinlik duygusunu hissedebiliyor muyuz? Bir yandan, ifade dili olarak birbirine benzeyen ama her biri kendi tavrına sahip köklü bir mezar kültürümüz var. Diğer yandan 20. yüzyılın bir noktasında bu kültürle bağın kopuşu, mezarlığın şehir yaşamının dışına itilmesi ve mezarların bilgilendirme levhalarından ibaret olduğu bir mezar yapısı hâkim oluyor. Ne dersiniz?

Evet, maalesef asırlar içinde sanat eseri haline getirdiğimiz mezar ve mezarlık kültürünü büyük ölçüde kaybettik. Hatta şimdi geriye kalanları korumakta zorluk çekiyoruz. Eskiden mezarlıklar gündelik hayatta yaşadığımız mekanların doğal birer parçası idi. Sıkça ziyaret edilen, içinden geçilen, yaşayışımızın içindeki dingin ve asude mekanlardı. Şekilleri itibariyle de ziyaretçisiyle konuşan, irtibat kuran yapılardı. En şehirli örneklerinden bahsedersek kitabeli şâhidelerde kullanılan şiirler, ibretlik sözler, sembolizm ve bir ortak dil vardı. Tıpkı diğer değerlerimiz gibi bunları da yitiriyoruz.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin bu son açtığı yarışma ile mezarlık konusu bambaşka bir boyut kazandı. İlginç bir durumla karşı karşıyayız. Asri kültür, modern şehir hayatının ötelediği ölüm olgusu ve mekânsal olarak uzaklaştırılan mezarlık bu yarışma ile bir araya geldi. Yarışma ile mezar bir taraftan uzak ve statik bir yapı olmaktan kurtuluyor ve önemseniyor. Özgün mimari tasarımların cazip kıldığı mezarların daha çok fark ve ziyaret edilmesi böylece daha mümkün hale geliyor. Bu açıdan bakıldığında olumlu. Ancak diğer yandan mezar ile tasarım yarışması fikrinin bir araya gelmesi bir gerilimi de beraberinde getiriyor. Sizce mezar için mimari tasarımın sınırları ne olmalıdır?

Peşinen söyleyeyim ben ne heykeltıraş ne bir mimarım, ancak bahsi geçen mezar tasarımlarının bende uyandırdığı duygu hakkında konuşabilirim. "Tasarım ürünü" mezarları ziyarete gittiğimde kalben bağlantı kurup kuramayacağım hakkında fikir yürütebilirim. Merak ediyorum, sözgelimi yarışmadan birincilik kazanan Neyzen Tevfik'in mezarı başına gittiğimde ne düşüneceğim? Düşüncemin merkezinde merhumun ruhu ve manası mı olacak; yoksa bu mezarın tasarımcısını mı düşüneceğim? Zihnimi, bu tasarımla neyin anlatılmak istediği ile mi meşgul edeceğim? Kanaatimce mezar tasarımı, her bireysel ifade tarzı, girift anlatım ve sembolik atıfları kendinden menkul bir tavır ile uyuşmaz. En nihayetinde seyirlik bir amaç için orada bulunmuyoruz ki. Kendimizi neden bir sanat galerisinde gibi hissedelim?

Söz Neyzen Tevfik'in mezarından açıldı. Mesela Neyzen'in mezarı onun ruhi derinliği ile ne kadar örtüşüyor? Zemin kotundan aşağı, dört yandan içe doğru inen basamaklar ve birleşim yerlerinde neyin yedi deliğini temsil etmek üzere altı delik, yedincisi Neyzen'in kendisi. Bence beyaz mermerden soğuk bir lahit. Ebediyet ile bağını hissettirmeyen, bu dünyaya ait ve Neyzen'in de ruhaniyetini idrak edemediğimiz bir mezar. Bu tasarımın zaman içinde karşılaşacağı güçlüklerden hiç bahsetmiyorum. Yani lahit havuzunun yaprak ve çerçöple dolması, çamurlanması, bunların neticesinde deliklerin tıkanıp havuzun içinin yağmur suyu ile dolmasından... Bu çok mümkün ve zaten mezarın sembolizmi de görünmez kılıyor olacak. Ayrıca Neyzen'in mermerle bağdaşacağını da düşünmüyorum O, toprakla daha çok bağdaşır. Ayrıca mezarın basamakları ve ortasındaki delikler herkese ney enstrümanını hatırlatacak mı? Çok şüpheliyim.

Burada sorun mezarı fazlasıyla bir tasarım nesnesine dönüştürmek mi?

Evet, sorun tam anlamıyla bu. Aslında yarışma hakkında sunuş yazısını kaleme alan, mezarların ruhani boyutunu çok güzel ifade etmiş. Bu yazı tasarımcılara ışık tutmalıydı. Ama öyle olmamış. Mezarın anlam ile bağlantısı kişiselleşiyor ve kişisel "yaratı" meselesine dönüşüyor. Yarışmadan birincilik kazanan eserlerin önemli bir kısmı güncel sanat yaklaşımının ürünleri. Bana bienalleri hatırlattı.

Meselâ Aşık Daimi için yapılan tasarım. Mezar Erzincan'ın veya başka bir şehrin kırlık, alanlarında olsaydı coğrafyayla uyumlu şekilde kaynaşmış olurdu. Ama o kütleler bu şekilde iğreti konmuş gibi duruyor. Sahibine haksızlık gibi düşündüğüm diğer bir tasarım da Adile Naşit merhumun mezarı. Adile Naşit'ten ziyade "Hababam Sınıfı" filmi anısına yapılmış bir anıt görünümde.

Esasında fikir bugünle bağlantı kurması bakımından gayet olumlu. Niyet de güzel. Bu millete, memlekete emeği geçmiş şahsiyetler için kıymetleriyle mütenasip mezarlar yapmak. Ancak mezar inanç ile iç içe bir mesele ve az evvel bahsettiğim gibi çerçevesinin çok dikkatle çizilmiş olması gerekir.

Bu minvalde, bir uyuşmazlık sanırım güncel sanatın temel bir yaklaşımından kaynaklanıyor: ilk bakışta anlaşılabilir biçimler üretmekten ve herkes tarafından anlaşılabilir ortak mesajlar vermekten özellikle kaçınmak. Yani bu yaklaşım özünde sanat ürünü ile her iletişime geçenin ona farklı anlamlar yükleyerek sanatsal ürünü çok katmanlı okuyabilmesini mümkün kılıp sonsuz bir yorumlama spektrumu açıyor. Bireysel üreti/yaratı söz konusu olduğunda bu anlaşılabilir. Ancak tasarım, toplumsal hafızaya yöneldiğinde mana katmanlarının ilk bakışta anlaşılabilir ortak sembolik göndermelere ve geçmiş referanslarına yönelmesi gerekmez mi? Toplumsal hafızaya ilişkin üretimlerde belli çerçeveler içinde düşünüp tasarlamayı zorunlu kılmaz mı?

Çok doğru. Mezarlıklar ortak hafıza mekanlarıdır. Mezarlıkları ziyaret ettiğimizde hissettiğimiz mana ortaktır. Mezarlar ve mezarlıklar bizi farklı biçimleriyle muhtelif düşünsel mecralara sokmadan dosdoğru manaya götürmeliler. Her bakanın farklı mana çıkaracağı tasarımlar başka sanatsal ürünlerde makul karşılanabilir. Ancak ortak hafıza için tasarımdaki mana çoğulluğu, bence güncel sanatın uzlaşmasız ve kabullenilmiş anarşik üslubuna maruz bırakılmamalı. Tasarımcı mimar kendisini bu tür ortak hafıza mekanları söz konusu olduğunda arka plana çekmeli; ilk bakışta anlaşılabilir sembolik anlamları ve soyutlama yoluyla geçmişle bağlantıyı öne çıkartmalı.

Mezar tasarım yarışmasında dikkatimi çeken başka bir husus asli ve yedek jüri üyelerinin çoğunun jüri başkanı dışında çoğu üyenin mimarlardan oluşması.

Ödül kazananlarının tamamı, biri hariç, mimar. Mimar olmayan ise Neyzen Tevfik'in mezar tasarımcısı bir heykeltıraş. Tasarımda mimari yön ve yönelim ağır basıyor. Bu da işin sanatsal ve uhrevi boyutunun birlikte gözetilmediğini düşündürüyor. Danışman jüri üyeleri arasında Baha Tanman ve Uğur Derman gibi önemli isimlerin de adı geçiyor. Ancak bu süreçte ne kadar etkili olduklarını bilmiyorum. Jüri çeşitlilik arz etmeli, farklı sanat dallarından insanları içermeli ve kültür, gelenek ve geçmişle bağdaşmayı öncelemeliydi.

Burada muhafazakar bir tutum sergilemiyorum. Meselem kimin neyi tasarladığı da değil, mezar tasarımlarının sadelik, asudelik ve ebediyet gibi mezar için olmazsa olmaz duyguları verip vermediği. Ben bu tasarımların önemli bir kısmında dünyaya ait olma telaşını ve bu münasebetle ölümün soğuk yüzünü görüyorum. Munis değiller. Adı üstünde mezar kelimesi ziyaret etmekten geliyor. Esasında mezar ziyareti, bayram ziyareti gibidir. Zaten arife günleri ve bayramlarda daha sık ziyaret edilir. Ölümün soğuk yüzüyle alakası yoktur. Sıcaktır. Sevecendir. İnsanın gönlüne huzur ve sükûnet verir.

Bu tasarımlar içinde size hiç sıcak gelen olmadı mı? Mesela Mesud Cemil Bey için yapılan mezar tasarımı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Elbette yarışmada birinci seçilen tasarımların hepsi için aynı şeyi söyleyemeyiz. İşaret ettiğiniz üzere Mesud Cemil Bey'in mezar tasarımı hem geçmişle bağ kuruyor hem de çizgisiyle bugüne ait. Tasarım, klasik tarzımıza uygun. Tanbur, yazı fontu vs. soyutlama dili geçmişe doğru uzanırken bugünün zevkine de hitap ediyor. Nihayetinde ortaya çıkan şey güzel. Gelenekle irtibat kurma değil belki ama sadelik bakımından Nezih Uzel, Orhan Kemal, Naim Süleymanoğlu ve Halil Kaya mezarları da insanı yormuyor yahut ilk bakışta bir sanat galerisine girmiş izlenimi uyandırmıyor.

İnanç, biçim ve kültür arasında güçlü bir bağlantı olduğunu düşünüyorsunuz.

Elbette böyledir. Gelenekle bağlantı kurulması kültürel anlamda şart. Bu hafızadan kolay kolay vazgeçemeyiz. Mesela kubbe, bizi çepeçevre kuşatan, ufkumuzu oluşturan gökyüzünün sembolüdür. Mana yoğun yapılardan, kubbeden kopmak yahut kubbe yerine başka bir biçim koymak kolay değildir. Yapılması gereken sanatsal üretimin kültür içindeki yerini vurgulayan ve geçmişle bağlantıyı tamamen koparmadan soyutlamalar yoluyla gelenekselden yola çıkan yeniliklere gitmek. Yüzyıllar içinde oluşmuş tecrübe ve birikimin eseri bir hafızadan kolayca vazgeçmemeliyiz.

Eyüp mezarlığını ve oradaki ruhaniyeti düşünelim mesela. Diğer yandan yarışmadan birincilik kazanan tasarımlara benzer mezarlarla dolu bir mezarlıktaki ruhaniyeti düşünelim. Aynı hissi derinliği bulabilecek miyiz? Kendimizi dünyanın herhangi bir ülkesinin herhangi bir inancına mensup insanlarının mezarındaymış gibi hissetmeyecek ve böylece buralı olma duygusunu kaybetmeyecek miyiz? Doğrusu şimdiki alelade mezarlıklardaki sorun da tam olarak bu. Bir mana hissedemiyor, mekanla konuşamıyor, irtibat kuramıyoruz. Bunu aşmamızı sağlayacak şey, o ebediyet duygusunu verecek biçimlerin nasıl oluşturulacağına kafa yormaktır.

Bunun içinse tasarımsal dokunuşlar minimal olmalı, eğer bir zihni ve kültürel değişim murat edilmiyorsa, köklü değişikliklerden kaçınılmalıdır. Herhangi bir kamusal mekân tasarımından daha farklı, daha özenli ve kültürel bağlar hakkında daha derinlemesine düşünülen tasarımlar lazım. Eski mezar taşlarının sembolizmlerine kolay ulaşılmadı. Cami tasarımında olduğu gibi mezar tasarımında da her şey mübah değildir. Her aklına esen istediği tasarımla gelmemeli. Bunun önü bir kere açılırsa artık mezarlıklarda son derece abartılı, müsrif ve uçuk mezarlar görülmeye başlanır ki, bu da nihayetinde sıkıca denetlenmesi gereken bir durumu ortaya çıkarır.

Hasılı kelam mezarlıklarda tantanaya gerek yok. Günün sonunda mezar başına gidip dua edeceğiz. Gözümüzü sağa sola kaydıracak, aşırı yorumlanmış ve yorucu tasarımlardan kaçınmak gerekir. Yunus Emre'nin "Başları ucunda hece taşları / Ne söylerler, ne bir haber verirler" mısralarıyla ebediyeti fısıldayan mezarlarla bütünleşiriz ancak.