Merkel’in kariyer sıkıntısı: Zirvedeyken düşmek

Doç. Dr. Bünyamin Bezci / Sakarya Üniversitesi
3.11.2018

Merkel’in kariyerinin sonlanması aslında Avrupa siyasetinde son etik kalenin düşüşüdür. Bundan sonra Merkel’in politikalarını devam ettirecek bir lider gelmezse ya da Alman politik sistemi başkanlık sistemine geçemezse aşırı sağ popülist politikaların daha da güçlenmesini bekleyebiliriz.


Merkel’in kariyer sıkıntısı: Zirvedeyken düşmek

Doç. Dr. Bünyamin Bezci / Sakarya Üniversitesi

Zirvedeyken düşmek, Merkel’in kariyer sıkıntısını açıklamaktadır. Fakat parlamenter sistem içinde zirvedeyken düşen ilk kişi o değildir. Churchill İkinci Dünya Savaşı’nı başarıyla yönetmiş bir lider olarak savaş sonrasını şekillendirme fırsatı bulamamıştır. Almanlara savaş sonrası uygulanan tarife gereği hazırlanan “mükemmel” parlamenter sisteme dayalı anayasa Konrad Adenauer, Willy Brandt, Helmut Schmidt, Helmut Kohl ve Gerhard Schöder gibi liderlerin de zirvedeyken bırakmak zorunda kalmasıyla sonuçlanmıştır. Dahası Franz Josef Strauss ya da Wolfgang Schaeuble gibi başbakan bile olma fırsatı bulamayan talihsiz liderlerin olduğunu da unutmamak lazım. Alman siyaseti lider çıkarmakta zorlanmadığından olsa gerek lider harcamakta da zorlanmaz. Parlamenter sistemin parti politikasına kurban giden liderler de şimdiye kadar pek umursanmadı. Fakat zamanın ruhu değişmiş durumda. Artık siyasi kararların daha hızlı alınması gerekmektedir. Almanya gibi ülkelerin Avrupa politikasının her alanında izi vardır. Bu izleri takip edebilmek için bile sıkı bir öğrenim dönemi geçirmek zorundasınız. Örneğin Ukrayna’da hangi mesafede duracağınız ancak politik liderlere has bir yetenektir. Gidenden sonra gelenin de o mesafeyi tutturması beklenir. Parlamenter sistem dâhisi Churchill sırf bu nedenle savaş sonrası anlaşma toplantılarına şimdilerde adını hatırlamadığımız muhalefet lideri Clement Attlee’yi yardımcısı olarak götürmüştü.

Partiye mahkumiyet

Parlamenter sistemlerin en önemli nitelikleri parti politikalarına mahkûm oluşlarıdır. Politik liderler parti politikasına hâkimiyeti yitirseler aslında her şeylerini yitirirler. Oysa politik liderlerin parti dışında önemsemesi gereken bir halk ve göstermesi gereken bir performans vardır. Eğer parti politikası içine çok gömülürseniz CHP gibi bir kurultay partisi olur çıkarsınız. Siyasi kariyerinizin korunması gereken tek boyutu parti liderliği olarak kalır. Dünya liderliğinde ağırlığı olan Alman Başbakanları için böylesi konforlu bir hayat mümkün değildir. Bir taraftan halkı ikna edecek diğer taraftan partiyi kontrol edeceksiniz ama uluslararası siyasette de ağırlık kaybetmeyeceksiniz ki performansınız görünür olsun. Merkel, bir başkan olsaydı sadece halkını ikna etmesi yeterli olurdu. Partisini politikalarına ikna etmesi gerekmezdi. Nitekim Merkel’in sonunu başlatan aslında parti ve bürokrasi kurmaylarının eleştirileri olmuştur. Özellikle mülteci politikalarının da zaten partinin ortağı olan CSU’yu ikna etmekte zorlanan Merkel, Chemnitz olayları sonrası istifa etmek zorunda kalan İstihbarat Şefi Maassen’in eleştirilerini de çekmek zorunda kalmıştır. Nitekim parti içindeki güçlü vuruşlar da yine mülteci politikası ile alakalı bir odaktan gelmiştir: Jens Spahn.

Yarı başkanlık da olsa Macron’un politikalarını daha serbest belirlediğini görmekteyiz. İktidarda kalmak için halkını ikna etmesi ve bunun için de ekonomide ve dış politikada performans göstermesi yeterlidir. Oysa bu kriterler açısından bakıldığında Avrupa siyasetinde Merkel’den daha başarılı olan bir lider yoktur. Merkel’i gitmek zorunda bırakanın Fransa ile Almanya arasındaki sistem farklılığı olduğu açıkça ortadadır. Bir zamanlar Margeret Thatcher’ı ayrılmak zorunda bırakan da farklı bir dinamik değildi. Başkanlık sistemlerinin lidere dayalı üstünlüğü bilindiğinden liderin görev süresi sınırlanır. Bu nedenle Obama ya da Clinton da başarılı olarak kabul edildikleri dönemde ayrılmak zorunda kalmışlardır. Aralarındaki en temel fark görev yaptıkları dönemlerdeki politik karar mekanizmalarındaki dirayettir. Başkanlık sitemlerinin karar dirayeti parlamenter sistemlerden üstündür. Fakat küçük bir Avrupa devleti iseniz mesela Danimarka gibi neden hızlı ve dirayetli karar alınması gerektiğini asla anlayamazsınız. Alman siyaseti aslında bu iki sistemin ortasında kalmıştır.

Trumplaşma endişesi

Görünüşte parlamenter duran siyaset aslında başkanlık gibi işlemiştir. Yukarıda sayılan liderlerin bolluğu da bu işleyişin delilidir. Bu nedenle Merkel ile birlikte kaybedilen gerçekte Alman siyasetinin dirayetidir. Yine de Almanların politik lider çıkarma ve ona tabi olma eğilimlerine bakınca yeni liderin de kısa zamanda işleri toparlayacağını öngörebiliriz. Zira Alman devletinin tacı başı akıllandırmaktadır. Schröder’in seçimleri kaybetmesinin en önemli sebebi kendini Merkel’den doğal olarak üstün görmesiydi. Televizyondaki tartışmada gözleri dolan Merkel onu aşağılayan Schröder’e karşı kazandı ve onu aratmayan bir liderlik performansı gösterdi.

Merkel’i politik olarak eleştirenler onun ikircikli kararsızlığına daima vurgu yapmaktadır. Mülteci politikalarındaki tutumu da kararsızlığının zirvesi olarak görülmektedir. Fakat Almanların ilk kadın Şanşölyesi olarak Merkel’in aslında Alman politikasını İngilizvari inceltme başarısını gösterdiği göz ardı edilir. Almanların maskülen politikasının feminen nitelikler kazanması aslında postmodern dönemin değişkenliğine ayak uydurmasını da sağlamıştır. Nitekim sonraki lider neslin muhafazakâr bir partide de olsa en güçlü adaylarından birinin eşcinsel olması feminen ve dolayımsal politikliğin devamına işaret etmektedir. Avrupa siyasetinde dolayımsallığın zirvesi ise AB politikalarıdır. Bu nedenle Merkel’in politik tarzının karşılığı AB politikasındadır. Fakat AB politikacılarının dolayımsallığı şimdiye kadar karizmatik olmayan bürokratik liderler eliyle korunmaktaydı. Merkel ise hem karizmatik hem de kadınsılığıyla/kararsızlığıyla aslında AB politikalarına fırsat alanları yaratma potansiyeline sahiptir. Yani Merkel’in Alman politik lordları için zafiyeti olan niteliği aslında AB politikaları açısından avantajıdır. Doğrusu çok kutuplu bir dünya politikasında ayakta kalmak isteyen güçlü devletler feminen/ikirciklikli/ikincil bir dil kullanmak zorundadır. Zira gösterilen güç korkutur, hissettirilen güç çekicidir. Merkel’in başarısı Alman politik gücünü göstermeden hissettirmesindeydi. Oysa onu devirenlerin bir kısmı bu gücün gösterilmesini isteyenlerdir. Fakat gelecek olan lider Merkel’in yolundan yürüyen daha ikircikli ve ikincil görünen ama gücü de hissettirmekten geri durmayan biri olursa Almanya ve dahası AB kazanacak, olmazsa Almanya Trumplaşacak ve AB dağılacaktır. Mesela Spahn gibi eşcinsel bir lider hem duruşuyla popülist sol olarak Yeşiller’e giden oyları hem de söylemiyle popülist sağ olarak AfD’ye giden oyları geri çağırma potansiyeline sahiptir. Daha erkeksi politik lordlar ise Alman politik hayatını Avrupa’nın hâkim gücüne dönüştürme niyetindedir. Schmitt’in Grossraum kavramının mekânsal temelli hâkimiyet kaygısı Alman politik hafızalarından henüz silinmiş değildir.

‘Mültecilerin meleği’

Merkel’in kararsızlığın dengesinde verdiği kararlardan biri de muhafazakâr bir parti lideri olarak Japonya’daki nükleer santral kazası sonrası nükleer enerjiden geri dönüş kararıdır. Avrupa burjuva-bohem (bubo) yaşam biçiminin gözlerini yaşartan bu hamleyi ancak Merkel gibi bir kadınsı lider yapabilirdi. Bugün mültecilerin “meleği” olarak anılması da benzer politik çizginin doğal bir sonucudur. Fakat partisinin politik lordları bu kadar tavizi kaldıramamıştır. Gelenin daha tavizkar olacağını tahmin etmek ise güç değildir. Zira siyaseti etik/demokratik temelli yapıyorsanız kamusal yararı ahaliye değil rasyoya dayanarak tanımlarsınız. Türkiye’deki Davutoğlu döneminin özelliği de farklı değildi. Davutoğlu’nun talihsizliği Türkiye’nin henüz gizleyecek bir gücünün olmayışıdır. Türkiye gizlemesi değil, göstermesi gereken bir ülkedir ve Davutoğlu’nun zihin dünyası gösteriye uygun değildir.

Avrupa siyasetinin yapısal niteliği merkez partilerin zayıflaması yönünde ilerlemektedir. Merkez partilerinden olan SPD bu zayıflamayı 90’lı yıllarda hissetmeye başlamış ve ilk önlemi de kapitalizmin çağdaş biçimi neoliberalizmle uyumlu politikaları benimsemek olmuştur. Schröder bu politikaların temsilcisiydi ve 2000’lerin sonunu göremedi. Merkel ise aşırı sağa kapılarını kapatmaya çalışırken ona benzemekten partisini korumaya çalışmıştı. Fakat parti 2008 ekonomik krizi sonrasında o kadar kan kaybetti ki artık aşırı sağa benzer politikalar yürütmekten başka çare kalmadı. Chantal Mauffe, aşırı sağ popülizme karşı Avrupa siyasetinin tek ilacının, solcular bugüne kadar aşağılamış olsa da sol popülizm olduğunu iddia etmektedir. Avusturya siyasetine bakarsanız aslında Mouffe’nin ne kadar haklı olduğu görülmektedir. Aşırı sağın karşısında ayakta kalan tek siyasi güç göçmenlere ve farklılıklara açık toplumsallığı savunan Yeşiller olmuştur. Ne sosyal demokratlar ne de Hıristiyan Demokratlar siyasetin belirleyici unsuru olarak kalabilmiştir. Merkel’in gidişiyle birlikte Hıristiyan Demokratların tükenişi de başlayabilir. Sosyal demokratlardan sonra Hıristiyan Demokratlar da tükendiğinde Avrupa siyasetinde muhataplarımız ya Yeşiller/Liberaller ya da milliyetçi popülist sağ olacaktır.

Almanya 40 satır mı 40 katır mı kararından başkanlık sistemi ile kurtulabilirdi. Fakat parlamenter sistemin parti politikası devleti boğazlamaktan geri duramaz. Kendi bindiği dalları kesmekte mahir olan parlamenter sistemle Alman politikasının Merkel sonrasında da giderek derinleşecek ve sıklaşacak politik krizlerden çıkması mümkün olmayacaktır. Fransa bu tür krizleri henüz parti politikasına mahkûm olmayan başkanlık sistemi ile aşmaktadır. Yoksa çoktan Le Pen’in Fransa’sına uyanmış olurduk. Fakat Fransız demokrasisi de şimdilerde haklı olarak parti politikasının yarattığı faydalardan biri olan toplumsalın politik bir dile taşınması niteliğini kaybetmiştir. Yani politik aslında etik temelini kaybetmektedir. Fransızlığın neredeyse simgesi olan burjuva-bohem yaşam biçimi kaybetmektedir. Fransa kazandığından sanki herkes susmaktadır. O nedenle Peter Sloterdijk gibi çağın en önemli filozoflarından biri bile Macron’a övgüler düzerken onun “ergen hevesiyle” yaptığı evliliği bile sevimli görmektedir.

Merkel’in kariyerinin sonlanması aslında Avrupa siyasetinde son etik kalenin düşüşüdür. Bundan sonra Merkel’in politikalarını devam ettirecek bir lider gelmezse ya da Alman politik sistemi başkanlık sistemine geçemezse aşırı sağ popülist politikaların daha da güçlenmesini bekleyebiliriz. İktidar kavgası ise sağ popülizm ile sol popülizm arasında olacaktır. Alman dünyasından Hegel’in aklına karşı Herder’in duygusallığı çıkar ve sağ popülizm beslenebilir. Solda ise Kant’ın rasyosuna karşı Nietzche’nin güç istenci utanç olmaktan çıkarsa bir başarı beklenebilir.

@bunyaminbezci