Yapılan bir araştırmada, katılımcıların yalnızca yüze 8'i medyaya güvendiğini ifade ederken yüzde 81'i güvenmediğini belirtti. Bu güvensizlik, haber alma ve bilgi edinme kaynaklarının çeşitlenmesine rağmen medyanın itibarını koruyamadığını ortaya koyuyor.
Doç. Dr. Selman Selim Akyüz/ Selçuk Üniversitesi Kurumsal İletişim Koordinatörü – İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi
Dünyamız, kitle iletişim araçlarıyla tanışalı yüzyıllar geçti. Başlangıçta ekseriyetle kişiler arasında gerçekleşen iletişim faaliyetleri, zamanla bir kaynaktan geniş kitlelere bilgi aktarımını sağlayan duvar gazeteleri ve haber mektuplarıyla büyük ancak uzun sürecek değişimlerin önünü açtı. 1450 yılında Johannes Gutenberg'in matbaayı icat etmesiyle basılı haberleşme dönemi başladı. 1600'lü yıllarla birlikte ilk süreli gazete ve dergiler yayımlanmaya başladı. 1800'lü yıllarda ise fikir gazetelerinden kitle gazetelerine geçiş yaşandı. Tarihteki ilk gazete olarak 1605 yılında Johann Carolus tarafından yayımlanan Relation aller Fürnemmen und Gedenckwürdigen Historien kabul edilmektedir.
Haberleşmenin kitleselleşmesi özellikle Avrupa'da büyük değişimlerin önünü açtı. Fransız İhtilali ve sonrasında dünyadaki gelişmelerin en önemli tahrik edicilerinden biri o dönem bağımsızlık, özgürlük, eşitlik gibi kavramların kitlelelere yayılmasını sağlayan gazetelerdi. Dolayısıyla gazeteler yeni fikirlerin yayılmasına, insanların özellikle yönetenlere bakışının değişmesine ve politik-toplumsal düzenlerin yeniden dizaynına önemli katkılarda bulundu.
Bunu mümkün kılan ise basına duyulan güvendi. Batı toplumları, zorlu siyasi ve ekonomik süreçlerden çıkış yolu bulmada basının ve gazetecilerin yol gösterici olduğunu düşündü ve onlara güven duydu. Bu güven, haber basınının gelişmesini sağlarken, aynı zamanda itibarının da sürekli artmasına neden oldu.
Yerli basın ve siyasi dinamikler
Batı'da gazete; ekonomik, siyasi ve sosyal şartların ortaya çıkardığı bir sonuçken bizim topraklarımıza baktığımızda basının daha çok siyasi dinamiklerle şekillendiğini ve devlet destekli olduğunu görüyoruz. Başlangıcından itibaren Türk basınının genel görünümü, devlete olan bağımlı tavrı oldu. Özel girişimcilerin gazete çıkardığı ilk dönemlerde, kâr amacından ziyade yıkılmak üzere olan Osmanlı İmparatorluğu'nun kurtarılmasına yönelik fikirlerin dile getirilmesi, halkın bilgilendirilmesi ve özgürlük alanının genişletilmesi hedefiyle yayıncılık yapıldı.
Batı'daki değişimler, Osmanlı İmparatorluğu'nu da etkiledi. Aydınlar, Batı tarzı gazeteciliği hayata geçirirken basının toplumsal etkileri sınırlı kaldı. Bu durumun başlıca nedenleri arasında Avrupa ile Osmanlı arasındaki medeniyet farkı, yaşanan süreçlerin birebir benzer olmaması ve toplum yapılarındaki farklılıklar belirleyici oldu. Bu sınırlı etkiye rağmen Batılılaşma hareketlerinin eğitimli nüfus üzerindeki yansımaları elbette yadsınamaz.
Batıcılık, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Milliyetçilik gibi fikir akımlarının gölgesinde gelişen Osmanlı Basını, daha ilk günlerinden itibaren siyaset ve ideolojilerin şekillendirdiği; dahası bölünmüş, kutuplaşmış bir yapıyla hayatiyetini devam ettirdi. İstiklal Savaşı yıllarında dahi bu bölünmüşlük devam etti. Kimileri mandacılığı kimileri ise bağımsızlığı savundu. Bazıları Osmanlı yönetiminin devamını desteklerken çoğunluk Millî Mücadele'nin başarısı için yayın yaptı.
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki basın yapısı, 1950'lerden itibaren dünyaya kısmen ayak uydurmaya başladı. Fikrî alandaki bölünmüşlük, günümüze kadar medya-siyaset ilişkileri ekseninde benzer şekilde devam edegeldi. Ülkenin yaşadığı siyasi buhran dönemlerinden basın da nasibini aldı. Darbeler, her alana olduğu gibi basına ve gazetecilere de darbe vurdu.
Medya ve siyaset ilişkisi açısından baktığımızda, bazen yönetimdeki otoriterleşme basını şekillendirdi bazen de zayıflayan hükümetleri, özellikle 1980'lerden sonra holdingleşerek güçlenen medya yönetmeye çalıştı.
1990'larda basın, artık tamamen medya olarak anılmaya başlandı. Siyasi yelpazenin parçalı yapısının etkisiyle iktidarların koalisyonlarla kurulması, kısa sürelerde dağılması ve askerî vesayetin gücünden faydalanan medya patronları, iktidarları kolayca dizayn edebildi. 28 Şubat Darbesi'ndeki medyanın rolünü, yapılan haberleri ve atılan manşetleri genç nesil olmasa da, orta yaş ve üstü kuşaklar çok iyi hatırlıyor.
Halktan uzaklaşan basın
Medya, 1960'lardan itibaren siyasallaştıkça halktan uzaklaşmaya başladı. Halkın gündemi, düşünceleri ve toplum yapısı basına ya hiç yansımıyor ya da çok sınırlı bir şekilde yer buluyordu. Gündemi belirlemekle kalmayıp toplum mühendisliğine soyunan, katı bir laiklik anlayışından beslenen ve resmî ideolojinin yılmaz savunucuları hâline gelen medya tekelleri, halkın gözünde her geçen yıl daha fazla güven kaybetti.
2002 yılında iktidara gelen AK Parti'nin lideri Recep Tayyip Erdoğan, halkın vesayete ve onun sözcüsü, hatta kılıcı konumundaki medyaya karşı verdiği mücadeleyle halkın desteğini kayda değer şekilde daha kolay kazandı.
İnsanların, medyanın her hâlükârda kendi faydasına olan haberleri yayınlamayacağı ön kabulüyle açıklayabileceğimiz ve 1970'li yıllarda ABD'de ortaya çıkan "Düşman Medya Kavramı" konulu doktora tezimi yazdığım dönemde Kanal D Ana Haber Bülteni'nde rastladığım bir haber, bu güven krizinin benim için en çarpıcı örneklerinden biri olarak zihnime kazınmıştı.
Haberde, sokakta röportaj yapılan yaşlı bir vatandaş ile muhabir arasında şöyle bir diyalog geçiyordu:
Muhabir: Fizik tedavi oldunuz mu?
Vatandaş: Üç kere oldum.
Muhabir: Para ödediniz mi?
Vatandaş: Hayır, katiyen! Devlet çok güzel, hiç para almadı.
Muhabir: Bazı fizik tedavi masrafları SGK kapsamı dışına çıkarıldı. Devlet masrafları ödemiyor artık. Ne diyeceksiniz?
Vatandaş: Hayır ödüyor, yalan onlar, inanma.
Muhabir: Pazartesi günü Resmî Gazete'de yayımlandı ama...
Vatandaş: Yalan, inanma!
Muhabir: Resmî Gazete'ye de mi inanmayalım?
Vatandaş: İnanma, hiçbir şeye inanma! Devlet dört dörtlük, mükemmel bir şekilde çalışıyor.
Muhabir: Ama Resmî Gazete, devletin gazetesi.
Vatandaş: Gazetelere inanma!
Görsel: Kanal D Ana Haberde Yayınlanan Haberin Ekran Görüntüsü
Türkiye'nin en çok izlenen ana haber bültenlerinden biri olan Kanal D Ana Haber Bülteni'nde yayınlanan bu röportaj, medyaya olan güvenin düzeyini ortaya koyduğu gibi, izleyicinin geçmiş medya ve yaşam deneyimleri ile siyasal aidiyetinin, verilen mesajları alırken üzerindeki etkisini de ortaya koyan, belki de yüzlercesine tanık olduğumuz örnekten sadece biri.
Günümüzde, haber medyasında şikâyet ettiğimiz elbette çok fazla sorun var. Şiddeti özendirme, gündemi çıkarları doğrultusunda manipüle etme, taraflılık, mahremiyet ihlalleri ve ahlaki yozlaşmaya neden olma gibi onlarca problem sayabiliriz. Bu sorunlar, bugün ortaya çıkmadı ancak özellikle internet ve sosyal medyanın haber ve eğlencenin temel mecrası hâline gelmesi, ana akım ya da geleneksel olarak nitelendirebileceğimiz medyadaki güven krizini her geçen gün daha da derinleştirdi.
Maruz kalınan medya
İnsanlar kendi gündeminden uzak, kendi fikri ve dünya görüşünden, yaşayışından ve inançlarından uzak bir medyayı büyük ölçüde kendi isteğiyle değil, maruz kalarak takip ediyor. Çünkü etik kurallar, farklı olduğunu iddia eden tüm medya kuruluşlarında neredeyse aynı şekilde ihlal ediliyor. Bu nedenle insanlar, daha büyük sorunların olduğu ama arzuladığı içerikleri takip edebildiği sosyal medyaya kaçmayı tercih ediyor. Orada eğleniyor, haber alıyor, duygularını tatmin ediyor ve sosyalleşiyor.
Aslında büyük kalabalıkların içinde var olsak da giderek yalnızlaşıyoruz. Türk Dil Kurumunun yılın kelimesi seçtiği "Kalabalık Yalnızlık" da Oxford'un seçtiği "Beyin Çürümesi" de günümüz kitle iletişim alanındaki güven krizinin de bir sonucu olarak ortaya çıkan kavramlar ve gerçekten çok kaliteli tanımlamalar.
Haber medyamızda son dönemde yaşanan tartışmalar da bu güven krizinin nasıl sürekli ve kasıtlı olarak beslendiğini ortaya koyuyor. En yakın örnek, Gazeteci Barış Pehlivan'ın çok önemli bir davanın bilirkişisiyle yaptığı röportajı izinsiz olarak kayda alması ve yine izinsiz olarak yayınlamasıydı. Pehlivan'ın gözaltına alınmasına neden olan bu olay, medyanın her kanadında etik tartışmalara neden oldu. Yayınlanan görüşme kaydında bilirkişi, açıkça konuşmak istemediğini ve görüşmenin kaydedilip yayınlanmasını istemediğini belirtmesine rağmen Pehlivan, "haber değeri" taşıdığı gerekçesiyle görüşmeyi yayınladı. Gözaltındaki ifadesi ise hayli ilginçti.
Pehlivan, videoyu kendisinin çekmediğini ve yayımlamadığını, sorumluluğun Halk TV'de olduğunu ancak onların da bunu gazetecilik gereği yaptığını savundu. Ayrıca Yeni Şafak gazetesinde bilirkişinin röportajının yayımlandığını belirterek dolayısıyla kendi yaptığının da suç olmadığını öne sürdü.
Hâlbuki gazetecilik etiği kuralları ve basın kanunu bu konuda oldukça açık. Bir kişi, konuştuklarının yayınlanmasını istemiyorsa yayınlanmaz. Kamuoyu menfaatinin olduğu durumlar oldukça sınırlıdır ve bu röportaj, haber kaynağının tercihlerinin ön planda tutulması gereken, ayrıca hedef göstermeyle sonuçlanabilecek bir örnek olarak duruyor. Nitekim muhalif olarak adlandırılan gazetecilerden Fatih Portakal, Pehlivan'ın yaptığının yanlış bir gazetecilik örneği olduğunu dile getirince büyük bir linçe maruz kaldı.
Sadece siyaset ve gazetecilik çevrelerinde ya da sosyal medyadaki politize kesimlerde dikkat çeken bu tartışmanın çok daha ötesinde medyada ciddi etik ihlaller yaşanıyor. Bu pervasız tavırlar ise gazeteciliğe, medyaya ve habercilere duyulan güveni her geçen gün daha da azaltıyor.
Güven sorunu
Marketing Türkiye için Xsights Araştırma ve Danışmanlık tarafından yapılan "Türkiye'de Medyaya Güven Araştırması"na göre, toplumun yüzde 82'si medyaya güven duymadığını belirtiyor. 18-24 yaş aralığında ise medyaya güvenen neredeyse hiç kimse yok. 2022 yılında yapılan araştırmada, katılımcıların yalnızca yüze 8'i medyaya güvendiğini ifade ederken yüzde 81'i güvenmediğini belirtti. Bu güvensizlik, haber alma ve bilgi edinme kaynaklarının çeşitlenmesine rağmen medyanın itibarını koruyamadığını ortaya koyuyor.
Özellikle gençler, geleneksel medyaya kıyasla yeni medyaya daha fazla güveniyor. Mecralar bazında incelendiğinde ise en çok güvenilen kaynakların sosyal medya ve televizyon olduğu görülüyor.
Haber takibi için aktif olarak kullanılan sosyal medyanın güven oranı yüzde 5 olarak ölçülüyor. Bu oran, sosyal medyanın en az güvenilen mecra olduğunu gösteriyor. Sosyal medyadaki haberlerin doğruluk sorunu ve manipülasyon riskleri, hâlâ kurumsal yapısının ekmeğini yiyen geleneksel medyayı avantajlı kılıyor olsa da medyanın yapısı ve angajmanları, gazetecilerin hoyrat tavırları, internet haberciliğinin reklam ve "tık" avcılığına boğulmuş görüntüsü, bu avantajı kullanmamakta ısrar ettiklerinin net bir resmini açıkça ortaya koyuyor.
Haber medyasında güvenin yeniden inşa edilebilmesi için habere gerçek mahiyetine uygun şekilde yaklaşılması ve haberciliğin gerektirdiği meslek etik ilkelerinin işlevsel kılınması gerekiyor. Medya kuruluşları ve gazetecilerin şeffaflık, doğruluk ve tarafsızlık ilkelerine bağlı kalması, kamuoyunun güvenini yeniden kazanmak için kritik bir adım olsa da sadece ülkemizde değil, dünyanın birçok ülkesinde medyanın bu güveni yeniden tesis edecek bir yapıdan ve istekten uzak olduğu görülüyor.